Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Eylül '08

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

En iyi aşk romanını, elbette Orhan Pamuk yazacaktı!

En iyi aşk romanını, elbette Orhan Pamuk yazacaktı!
 

( Masumiyet müzesi üzerine yazılmış ilk yazı/blog dur)


Aslında kimse onu yaşarken hayatının en mutlu anını yaşadığını bilmez. Bazı insanlar kimi coşkulu anlarında hayatlarının o altın anını “şimdi” yaşadıklarını içtenlikle ( ve sık sık)düşünebilir ya da söyleyebilirler belki, ama gene de ruhlarının bir yanıyla bu andan da güzelini, daha mutlu olanını ileride yaşayacaklarına inanırlar. Çünkü özellikle gençliğinde , hiç kimse bundan sonra her şeyin daha kötü olacağını düşünerek hayatını sürdüremeyeceği gibi , insan eğer hayatının en mutlu anını yaşadığını hayal edebilecek kadar mutluysa, geleceğin de güzel olacağını düşünecek kadar iyimser olur. (Masumiyet Müzesi, S.84)

2 günde okuduğum Masumiyet Müzesi’nin mutluluk, aşk, hayat, 1975-1985 lerin İstanbul ve Türkiye’sindeki cinsel tabular ve bekaret, bu dönemdeki sosyolojik atmosfer,bize anıları hatırlatan eşyaların insanları teselli etme gücü(tam da Pamuk'un deyimiyle), en sonunda da zaman ve mekan kavramları hakkında olduğunu söyleyebilirim ama , okuduğum en iyi aşk romanı desem, çok daha iyi anlatmış olurum. Aşkın bütün safhalarını (tutku, takıntı,korumacılık,tam teslimiyet,hastalık hali,sürekli düşünme,aşık olunanı birine benzetme,aşk acısı,aşkına ait eşyalara bakma) kendisinde bulunan üstün gözlem yeteneği ve sabırla satırlara dökmüş Pamuk. Gerçek aşkı yaşayan herkes, kendinden çok şeyler bulacak bu kitapta.

Her zamanki gibi çok güzel de öpüşüyorduk. Çünkü artık öpüşmekte ikimizde ilerlemiştik. Kederimizle sizleri üzeceğime, Füsun’un ağzının benim ağzımın içinde sanki eridiğini söyleyeyim. Gittikçe uzayan öpüşmelerimiz sırasında, birleşen ağızlarımızın kocaman mağarasında bal gibi tatlı ılık bir sıvı birikiyordu, bazen dudaklarımızın kenarından çenemizin ucuna akıyor, gözlerimizin önünde de ancak çocuksu bir iyimserlikle hayal edilebilecek, rüyalardan çıkma cennet bir ülke belirmeye başlıyor ve sanki kafamızın içinde bir kaleydoskoptan gördüğümüz bu rengarenk ülkeyi, cenneti seyreder gibi seyrediyorduk. Bazan birimiz, inciri, dikkatle gagalarının arasına alan keyfine düşkün bir kuş gibi, öbürünün alt ya da üst dudağını hafifçe emerek kendi ağzının içine çekiyor , hapsettiği bu dudak parçasını kendi dişleri arasına sıkıştırıp ötekine “artık insafıma kalmışsın!” demeye getiriyor, öteki de dudağının maceralarını zevk ve sabırla hissettikten, sevgilisinin insafına kalmanın ürpertici tatlarını kenarından yaşadıktan ve aynı anda yalnız dudağını değil, bütün gövdesini sevgilisinin merhametine cesaretle teslim etmenin ne kadar çekici olabileceğini, şefkat ve teslimiyet arasındaki bu bölgenin aşkın en karanlık en derin yeri olduğunu hayatta ilk defa sezmeye başladıktan sonra ötekine aynı şeyi yapıyor, tam bu arada ağızlarımızın arasında sabırsızlıkla kıvranan dillerimiz, dişlerimiz arasından hızla birbirini bularak sevginin şiddetle değil, yumuşaklık, kucaklama ve dokunmakla ilgili o tatlı yanını hatırlatıyordu.(S.116)

Bir anı tasvir etmekteki bu detaycılığı, çok fazla romancıda göremeyiz. Dahası bir anı tasvir etmek için bu kadar kelime ve benzetme zenginliğine, anlatım titizliğine de kolay kolay rastlayamayız.

Acı güçlendiği vakit, şekilde görüldüğü gibi göğsümle midem arasındaki boşluğa hemen yayılırdı. O zaman gövdenin yalnız sol kısmında kalmaz, sağa da geçerdi. Sanki içime bir tornavida ya da kızgın bir demir sokulmuş içeriden kanırtılıyormuş hissine kapılırdım. Sanki midemden başlıyarak bütün karnımda keskin asitli sıvılar birikiyordu, sanki yakıcı ve yapışkan küçük deniz yıldızları iç organlarıma yapışıyordu. Şiddetlendikçe hacmi genişleyerek artan acı, alnıma, enseme, sırtıma , hayallerime, her yerime vurur, beni boğar gibi sıkıştırırdı. Bazan göbeğimde , tam göbek çukurunun etrafında , resimde gösterdiğim gibi , sanki bir yıldız şeklinde birikir ve asitli sert bir sıvı gibi boğazıma dolup sanki beni öldürecekmiş gibi korkutur, oradan bütün gövdemi zonklatır, beni inletirdi. (S.167)

Aşk acısı çekenler de kitabı okurken bu hissin, acının tam da böyle olduğunu hemen fark edeceklerdir. Aşkın ilk mutluluğunu üçüncü paragrafta olduğu gibi tanımlayan bir yazar tanımadığım gibi, acısını da böyle tanımlayabilen başka bir yazar tanımadım.

Yeni Hayat romanındaki "bir kitap okudum, hayatım değişti" cümlesinin benimsendiği gibi,
Masumiyet Müzesi'ndeki "hayatımın en mutlu anıymış , bilmiyordum" cümlesi de, güçlü bir anlamla benimsenecek çok yakında.


Kitapla özdeşleşen ve okuyucuya sergilenecek objelerin de roman içinde tanıtıldığı müze kurma fikri, yaratıcı bir iletişim ve pazarlama mekanizması belki de. Kitabı okuyan diğer ülke insanlarını, Çukurcuma’da açılacak olan müze evi ve İstanbul’u görmeye teşvik edecek mutlaka.

İşte bu yüzden hayranım Pamuk’a, tahminim odur ki bu romanından sonra ülkemizde daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşacaktır.



Not 1 : Ahmet Hakan'ın "nobel alan yazar, kendini bu kadar niye pazarlama ihtiyacı duyar, nobel ödülü zaten iyi bir pazarlama aracıdır" fikrine hiç katılmadığımı da eklemeliyim. Tam tersine Nobel almak bilindiği gibi, Pamuk için Türkiye'de bir dezavantaj olmuştur neredeyse. Ayrıca günümüz dünyasında, her ürünün tanıtım ve pazarlamaya ihtiyacı vardır( sanat ürünleri dahil), tıpkı üye olduğu medya grubunun Ahmet Hakan'a yaptığı gibi.

Not 2: Selahattin Duman'da Pamuk'u okuyamıyormuş. Şimdi elinde Cahillikler Kitabı varmış.

 
Toplam blog
: 144
: 1429
Kayıt tarihi
: 12.09.07
 
 

ODTÜ İşletme mezunuyum, felsefe bölümünde master eğitimi aldım, uzun yıllar bankacılık ve finansm..