Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ekim '12

 
Kategori
Tıp
 

En konforlu hastane, en başarılı doktor

“İstenmeden yenen aş, ya karın ağrıtır, ya baş…”demiş ya atalarımız, alın; üzerine bir roman yazın; bu sözün.

İstemeden, sevilmeden, inanılmadan, zorla yapıldı mıydı, en basit bir iş bile öyle zor gelir ki insana!..

Aksini düşünün bir de… Aşkla, şevkle yapılan işleri…

İsteyerek, severek, zevkle yapılanları… Ferhat’ın dağları delişi gibi…

Bir anneye bebeğini dokuz ay karnında taşımak zor gelir mi hiç?

Doğum sancısı çekmek, günde beş on kez emzirip altını temizlemek, geceler boyu uykusuz kalmak…

Onca acı, onca üzüntü, onca zahmet…

Buna rağmen, anne olmaktan yakınan hiçbir kadına rastlamadım ben. Öyle olsaydı, birinci çocuktan sonra, ikinciyi doğurmazdı hiçbir kadın.

Demek ki acıyı, üzüntüyü, zahmeti zevk edinme sanatıdır annelik.

Aslında bu sözü, her meslek için söylemek mümkün…

Sözgelişi, doktorluk…

Kolay bir meslek midir, doktorluk?

“-Aman canım, doktorluk dediğin de ne ki?.. Güneşin bağrında kazma sallamıyorlar ya! İki tık tık, bir fık fık… Yaz iki satır reçete…” diyenlerden misiniz, siz de?

Böyle düşünen biri, epey bir süredir çektiği rahatsızlıktan kurtulmak için ünlü bir doktora gider. Muayeneden sonra reçetesini alırken, borcunu sorar.

“-350 TL.”

“-Ne!.. 350 TL mi?.. İnsaf  be doktor, der; şurada beş dakika bile harcamadın benim için. Haydi, beş diyeyim ben. Beş dakikaya 350 lira çok değil mi?”

“-İlk bakışta haklısın da, der doktor, unuttuğun bir şey var ama: Altı yıl tıp fakültesi… Üç yıl uzmanlık… Beş yıl doçentlik, beş yıl profesörlük… On yıl tecrübe… Toplam 29 yıl, artı 5 dakika…”

Bu kadar açık bir hesaptan sonra, hangi hastanın söyleyecek bir sözü olabilir, bu doktora?

“-Ama efendim; tıp fakültesi diploması olan herkes doktor değil ki!..”diyorsanız, o başka…

Cebinde “mühendislik” diploması bulunan herkes, “gerçek mühendis” mi?

Öyle olsaydı, daha üzerinden tek araba bile geçmeden, niçin yıkılsındı ki, yeni yapılan bir köprü?

En küçük bir sarsıntıda, yanındaki gecekonduya hiçbir şey olmazken; projesi, yapımı, kontrolü ve ruhsat tutanakları altında kaç mimar ve mühendisin imzası olan koskoca apartman neden çöksün?

Evet, tıp diploması olduğu için doktorculuk oynayan nice “sözde doktorlar” gördüm ben de.

En son örneğini anlatayım; söz buraya gelmişken.

Her yaz olduğu gibi, Haziran’da, Silivri’deki bahçeye göçünce, her gün, beş on dakika güneşlenip havuza girmeye başladım.

Bir iki hafta sonra, kulağımda bir rahatsızlık hissettim. Bir tıkanıklık var gibiydi. Eşim de fark etti bunu. Her sözünü tekrarlatıyordum çünkü. Birkaç gün bekledim; açılır belki diye.

Düzelmeyince, “En iyisi, doktora itmek…” deyip kalkıp gittim bir sabah, Silivri’nin en güzel, en konforlu özel hastanesine.

Giriş kapısındaki bekçiden “hasta kabul”deki genç hanımlara kadar herkes güler yüzlü… Otopark dâhil, giriş, danışma, vezne her yer tertemiz… Daha önce de birkaç kez gitmiştim, bu hastaneye.

Önümdeki birkaç kişiden sonra, sıra bana gelince kimliğimi verip “şikayetiniz ne?” demeden görevli:

“-Kulağımdan rahatsızım”dedim.

Gülümseyerek bakıp gözlerimin içine:

“-Geçmiş olsun efendim; dedi nezaketle, kulak burun boğazcıya sevk ediyorum sizi. Sağdaki koridorun sonunda.”

Kolayca buldum odasını. Orada da genç ve güzel bir hanım karşıladı beni güler yüzle. “Günaydın” deyip elimdeki barkodu verdim.

“-Doktor bey ameliyatta şu anda. Yaklaşık bir saat sonra gelecek. Siz isterseniz hastanemizin kantininde bir şeyler için, dinlenin; isterseniz kapı önündeki koltuklarda oturup bekleyin.”

Teşekkür edip girişteki kantine yöneldim. Sabah olmasına karşın, hava yine de sıcaktı. Gölge bir masa seçtim. Günlük gazeteleri almamıştım henüz, ama böyle durumlar için, çantamda fazla ağır olmayan yedek bir kitabım bulunur her zaman.

Sütlü kahvemi içerken, aldı götürdü kitabım beni bir yerlere.

Bir de baktım;  bir saat çoktan geçmiş. Hemen kalktım. Doğru “kulak burun boğazcı”ya... Varır varmaz, adım anons edildi ve girdim açık kapıdan içeri.

Masasından göz ucuyla, şöyle bir beni süzüp sezdirmeden, hemen eğdi başını öne, karanlık yüzlü bir adam. O olmalıydı doktor.

Hemşire hanım, gerekli hazırlıkları yaparken, ben de onu inceledim sezdirmeden. “Bir kaz daha geldi; bakalım nasıl yolarız bunu!” der gibi bir ifade vardı; sanki yüzünde. (Ne fesat, ne kötü niyetli bir insanım ben yahu! Ayıp, ayıp!.. Neden böyle düşünsün ki, ayağına gelen hastası hakkında bir doktor?)

Elinde kalem gibi bir fenerle yanıma gelen doktor: “Kaç yaşındasınız?” diye sordu pattadan.

“Hayda!.. Yaşımdan sana ne be adam?”demek geldi içimden ama demedim yine de. Bir hastaya ilk sorulacak soru bu mu olmalı?

“Elli” desem ne işine yarayacak, “atmış” desem ne olacak? Cevap verdim yine de.

“-Nedir şikâyetiniz?”

Söyledim. Sanki laf olsun diye baktı; elindeki feneri tutarak iki kulağıma da.

“-Her iki kulak da temiz, tertemiz… Yıkamaya da gerek yok, herhangi bir işlem yapmaya da… Ağır duyma şikâyetiniz yaştan… Bu sorunu çözmek için kulaklık takmanız gerekir. Onun için de önce bir ölçüm yapılmalı.”

“-Ne ölçümü?..”

“-Duyum testi… İşitme ölçümü…”

“-Nerde yapılacak bu?”

“-Hemşire hanım bilgi verecek.”

Renkli bir kâğıt tutuşturuyor elime hemşire. “İşitme Ölçümü Merkezi”nin krokisi, adresi, telefonu…

Cin fikirli bir insan olmamama rağmen, o anda anladım her şeyi: Bu “adam”ın (pardon, bu “doktor”un diyecektim!) buradaki görevi, kazara buraya yolu düşen herkesi o merkeze göndermek…

Akıllı adam!.. Pardon yine, akıllı doktor!.. Özel hastane bile olsa, yalnızca “tek maaş”a çalışılır mı?

Yaşı 40’ı geçen herkesi gönderirsin, işitme ölçümüne… Ölçüm için, elbette bir ücret ödeyecek hasta. Sonra, “işitme kaybı vardır” mutlaka! “Tedavi için de bir işitme cihazı…”

Fiyatını mı sordunuz? Bir şey değil canım! Kalitesine göre, üç - beş bin arası…

Hemşirenin verdiği kâğıdı, odadan çıkar çıkmaz buruşturup ilk gördüğüm çöp kutusuna attım.

“Ne oldu?” diye sordu eşim, dönünce. “Maalesef, doktor değil, bir tüccar çıktı karşıma.” deyip özetledim öyküyü.

“-Pekiyi, dedi; şimdi ne yapacaksın?”

“-Hiçbir şey yapmayacağım. Hani, senin sarımsakla bir tedavi yöntemin vardı ya, onu uygulayacağım. Bir diş sarımsak hazırlar mısın bana lütfen!”

“-Tabiî ya… Niye daha önce akıl edemedik onu?”deyip koştu mutfağa. Bir diş sarımsak (*)  soyup çatala batırarak ateşte pişirdi. Kararan dış kabuğunu soyup  bir kürdana taktı.

Sıcaklığını eliyle kontrol ettikten sonra: “Evet, kulağına sokabilirsin şimdi.”

Her iki kulağımda da birkaç dakika tuttum, bu bir diş sarımsağı. Bir kez de akşam yaptım; aynı işlemi.

Sonuç mu?..

Yüzde yüz başarı!..

Ne tıkanıklık kaldı; ne ağrı, ne duyma kaybı…

Siz beni duymamış, okumamış olun. Kulağınızda bir rahatsızlık hissettiğiniz an, bir    “ kulak burun boğazcı”ya gidin yine de.

 ..............................................

(*) Konuşurken hep “sarımsak” deriz de kalemi elimize alınca  “sarmısak” yazarız. Niye?.. Ben konuştuğumuz gibi yazmaktan yanayım.                                                        

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..