Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Nisan '12

 
Kategori
Öykü
 

Erkek çocuk babaya çekermiş

Canım sıkılmaya görsün bir kere, bu can sıkıntısını üzerimden atmam için, alır başımı giderim. “Nereye mi?“ Neresi olursa olsun fark etmez. O an bunları düşünecek akıl nerde bende. Bir keresinde, İzmir”den otobüse atlayıp Anadolu“nun en ücra köşesi olan Kars“a gitmiştim. Kars’a vardığımda, orada neden bulunduğumu, neden geldiğimi tam anlayamadan bulduğum ilk otobüse atlayıp İzmir“e geri dönmüştüm. Dedim ya; ‘‘Can sıkıntısı işte!“

Evde herhangi olur olmaz bir konuya kafayı taktım mı, yüreğim daralır, sanki ev yanıp tutuşuyormuş gibi bir hisse kapılır ve kendimi sokağa zor atarım. Ayaklarım beni nereye götürmek isterse, başım da oraya gider.

Hiç unutmam: Lise sonlarıydı. Biyoloji sınavındaydım. Bir soru kafamı fazlasıyla kurcalıyordu. Neymiş efendim, Mendel kanunları? Bana ne sanki Mendel mi Mandal mı kanunlarından. Moralim sıfırın altına inmişti, hiç yokken. Her şey gözüme simsiyah geliyordu o an. İçim daraldı, yazılı kâğıdını kaptığım gibi, öğretmen masasının üzerine bırakmamla derslikten çıkmam bir oldu.

Ben koridoru hızla arşınlarken, Biyoloji Hocam ardımdan ismimi defalarca haykırdı. Tınlayan kim! Bahçeye çıktım, bir köşeye çöktüm, onlarca öğrencinin yanında sigaramı tellendirdim; korkusuzca.

Ertesi sabah okula vardığımda, yolumu kesti arkadaşım Ali. “Yahu Tayfun“ dedi. “Dün, sen biyoloji sınavında neler yaptın, farkında mısın?“
‘‘Söylediğinden bir şey çıkaramadım!‘‘ dedim şaşkın gözlerle bakarak ona. Durumu kısaca özetledi bana. Utandım, kırdığım potun farkına anca varabildim. Ardından:‘‘Bence vakit geçirmeden git Biyoloji hocasından özür dile“ diye uyardı beni. “Belki seni affeder, yeni bir sınav hakkın doğar“
Özrümü kabul etti, bana ikinci bir sınav hakkı tanıdı. Ve sınavda dokuz aldığımda şaşırdı hoca.
“Seni bir türlü anlayamıyorum!“ dedi şaşkınlıkla. ‘‘Zeki çocuksun; gel-gitler yaşıyorsun yine de“

Derslikte, sıramın gözünde sıklıkla defter ve kitaplarımı unuturdum. Bu yüzden okulda ismim ayyuka çıkmış , ‘‘dalgın“ diye nam salmışım. ‘‘Dalgın buraya gel, dalgın şuraya git…” demeye başlamıştı hocalarım, arkadaşlarım. Gerçi bu duruma pek aldırdığım söylenemezdi.

Bu dalgınlık ve can sıkıntısı bende kalıtsaldı çünkü. Yıllar geçip büyümeme karşın, geçmemişti hâlâ. Bu yüzden askerlikte komutanlardan, iş yerimde müdürlerden az sövgü ve azar işitmedim değil. Ne yapayım elimde değildi, uyarılar bir kulağımdan girip ötekinden çıkarak, rüzgâra karışıyordu.
Genç yaşta evlendim. Düğün gecesi kız tarafı gözlerini üzerime dikmiş, sürekli beni izliyordu. Bakışlarından rahatsız oldum, bunaldım. Kalktım, dışarı çıktım, gelini masada bir başına bırakarak… Evlendikten kısa bir süre sonra, bir bankaya veznedar olarak girdim. İşe başladığımın ilk günü, bir banka müşterisine yirmi bin lira yerine, kırk bin lira ödeme yaptım. Bereket müşteri dürüst biri çıkmıştı.
‘‘Veznedar bey oğlum, fazla ödeme yaptınız,“ diyerek fazla parayı iade etti.
Bir hafta sonu bankadan çıktım, dalgın dalgın otobüs durağına gittim. Vazgeçtim otobüse binmekten… Sahilde geziniyordum. Hava sıcaktı, denizden gelen tatlı bir İmbat arada bir kendini gösteriyor; serinletiyordu yüzümü. Rıhtımda dolaştığımı anımsıyorum. Ama kendime geldiğimde, bir hastane odasında, doktorla göz gözeydik.
“Geçmiş olsun” diyordu bana gülümseyen gözlerle.
Hastanede kaldığım süre içinde beni kimse arayıp sormamıştı. Sordularsa da bilmiyordum. Kendimden değildim çünkü. Koridorda, ufak bir çocuk annesini dürterek beni gösteriyordu. Herkes bana bakıyordu adeta.

Bir gün sonra hastaneden taburcu oldum. Eve vardığımda karımı bir gazete küpürüne bakarken gördüm; ağlıyordu. “Bir tanıdığı mı öldü, yoksa bir yerden kötü bir haber mi duydu?” diye geçiriyordum aklımdan.

Beni görünce ayağa kalktı birden, gazeteyi fırlatıp attı; halının üzerine. Bana doğru koştu. Sıkıca sarıldı. Ağlıyordu. Şimdiye kadar hiç böyle sarılmamıştı bana; sımsıkı ve yürekten. Şaşırmadım değil. Hoşuma da gitmedi değil. Birden gözlerim yerdeki gazeteye takıldı. Ne göreyim? Gözlerim iri iri açıldı. Resmim gazetenin baş sayfasını süslüyordu.
Alıp okumaya başladım. Gülüyordum okurken; ağlamakla gülmek arasında karışık bir duyguydu bu. Bilemiyordum. Gazete söyle yazıyordu:
“… Yirmi dört yaşlarında işsiz bir genç, bunalım geçirerek kendini denize atarak, yaşamına son vermek istedi. Ancak tesadüfen oradan geçmekte olan bir balıkçı teknesi tarafından son anda boğulmaktan kurtarıldı…”

Birden anımsadım: Rıhtımda dolaşırken ayağımın bir şeye takıldığını, dengemi yitirip suya düştüğümü.

Bankanın telefonu acı acı çaldı. Bir bayan banka çalışanı açtı. Eliyle beni işaretleyerek: ‘Tayfun bey “ diye seslendi. ‘’Telefon size“
Koşup aldım, ahizenin öteki ucundaki ses tanıdıktı: Annemdi.
‘’Korkma evladım“ diyordu gülümseyen, tatlı bir sesle. ‘’Karın doğum yaptı; bir oğlun oldu!“
Telefon elimde, havaya sıçradım, başladım bağırmaya. Herkes bana bakıyordu.
‘‘Bir oğlum oldu!“ diye bağırıyordum.
Herkes beni kutlamak için yanıma koştu. Müdürüm de geldi. Önce tebrik etti beni, ardından:
“İzinlisin” dedi. ”Git karını ve oğlunu gör, onları yalnız bırakma”

Doğum hastanesine vardığımda kan ter içinde kalmıştım. Sevinç ve heyecan en üst doruktaydı bende. Odaya girdim, kalabalıktı içerisi. Beni gören:
‘’Gözün aydın, bir oğlun oldu!“ diyordu.
‘’Tıpkı sen!“ diyordu annem.
‘’Allah, Allah!“ diyordum. ‘’Daha yeni doğmuş birkaç saatlik bir bebe nasıl olur da babasına benzerdi?“

Bir an önce oğlumu görmek, onu kucağıma almak istiyordum. Zor da olsa izin alabilmeyi başardım. Doğruca yeni doğmuş bebeklerin konulduğu kuvözlere yöneldim. Gözüme kestirdiğim, esmer tenli, kaşı gözü kara, bana benzeyen birini buldum sonunda. Sevip okşamaya, onunla oyunlar oynamaya başladım. Hatta oracıkta güzel olmayan karga sesimle kendi uydurduğum ninniler söylemeye başladım. Biri omzuma dokundu.
‘’İzin verir misiniz?“dedi nazikce. ‘’Torunumla biraz hasret gidereyim“
Kürklü mantolu zengin görünümlü, yaşlı bir kadın, beni iteleyerek kuvözün başına geçti. Başladı bebek ile konuşmaya: ‘’Babaannesi kurban olsun…“ diyordu.
Ben kadını iteleyip zorla yer açtım kendime.‘’Bir yanlışlık olmalı hanımefendi“ dedim sertçe bir ses tonuyla. ‘‘Sizin torununuz değil, benim oğlum bu. Baksanıza; tıpkı ben!”
Yaşlı kadın: “Evladım,” dedi bana müşfik bir sesle. “Bu çocuk benim torunum… Bir aydır kuvözde. Onu her gün görmeye geliyorum.”
Ben diretince, benimle uğraşmak istemediğinden olsa gerek, hızla yanımdan uzaklaştı; koridora cıktı.
Kısa bir süre sonra yanında bir doktor olduğu halde çıkageldi. Doktor gözlerini gözlerimin içine dikerek baktı.
’’Beyefendi“ dedi. “ Bir yanlışlık olmuş sanırım“
“Ortada bir yanlışlık yok!” dedim kendimden emin olarak. ‘’Bu benim oğlum. Üstelik esmer ve kaşı gözü tıpkı ben!“
Doktor belli belirsiz başladı gülmeye, yanındaki kadın rahatlar gibi oldu; gözlerinin içi gülüyordu.
‘’Beyefendi “ dedi. ‘’Bu bir kere ‘oğlan’ değil kız!“
İnanmamakta diretiyordum. ‘’Beni kandırıp elimden oğlumu almak istiyorsunuz!“ diye direttim kurnazca gülümsemenin tadını çıkararak. Daha da ileri giderek:
‘’Yemezler!“ dedim.
‘’İnanmıyorsanız, bebeğe dikkatlice bakın!“ dedi kürklü kadın.
O zamana kadar bebeğin cinsiyetine bakmayı aklımın ucuna bile getirmemiştim. Hâlbuki bebek anadan üryandı; Havva anamız gibi incir yaprağı da yoktu üzerinde.
Bebek gerçekten kızdı, başımdan aşağılara bir tencere kaynar su dökülmüş gibi oldu. Doktor ve kürklü kadından defalarca özür dileyerek kuvözün başından ayrıldım.
Doktor olduğu yerden arkamdan seslendi: ‘’Beyefendi’’ dedi. ‘’Bebeğin annesinin ismi nedir?“
‘’Gönül“ dedim.
Doktor üçüncü kuvözün önünde durdu. Bana dönerek gülümsedi. ‘’Buraya gelin beyefendi, yanıma gelin“ diyordu. ‘‘Oğlunuz burada, sizi görmek istiyor.‘‘
Kuvözün başına, doktorun yanına gittim. Bebek beyaz tenliydi, ışıl ışıl parıldayan bir çift göz ve saçları gürdü; inek yalamış gibi parıldıyordu.
“Bu benim çocuğum olamaz!” diye geçirdim içimden. “Üstelik esmer değil bu, süt beyaz!”
Sonra gözlerimin önüne karım Gönül geldi. Süt gibi beyaz olan oydu.‘’Nasıl oldu da düşünemedim!“ diye kendi kendime kızmaya başladım.
Oğlumu ziyaret sonrası Gönül‘e koştum; onu yanaklarından öpüp kutladım.
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı… Aradan çok uzun seneler geçti, büyük bir aile olduk; tam tamına altı kişi olduk: Üç kız, üç erkek.
Oğlum bembeyaz ama huyu, suyu ve her şeyiyle tıpkı bana benziyor. Bendeki can sıkıntısı, alıp başını uzaklara gitmeleri, miras kaldı benden oğluma ne yazık ki…

Bir bayram sonrası, tüm akrabalarımla bir araya gelmiştik, sağdan soldan eski günleri konuşuyorduk; efkârlandık sonunda. Belki efkârımız biraz dağılır diye birlikte içmeye karar verdik. Oğlanı Market“e yolladık. Gelmedi hâlâ… Beş saattir yolunu gözlüyoruz onun.

İnşallah alıp başını yine Kıbrıs“a gitmemiştir…

 
Toplam blog
: 62
: 233
Kayıt tarihi
: 12.01.12
 
 

1977-78 İzmir Namık Kemal Lisesi Edebiyat Bölümü mezunuyum. Çesitli dergi ve sayfalarda öykü, den..