Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Temmuz '15

 
Kategori
Psikoloji
 

Erken çocukluk dönemi ve ruhtaki bölünmeler

Erken çocukluk dönemi ve ruhtaki bölünmeler
 

 
Erken çocukluk döneminde, aile yapısı içerisinde dayanıklı, sağlam, dengeli ve sağlıklı bir ruhsal yapı inşa edebilmişse insan, önündeki yaşam süresinde karşılaşacağı zorluklara meydan okuyabilir. Bu koşullar oluşmamışsa, zorluklar insanın canına okuyacaktır. Kim ne derse desin bu böyle! Diğer yandan kendine, yakınındakilere, çevresine ve dünyaya zararlı insan nasıl böyle bir noktaya geliyor? Bu sorunun cevabı ruh kaybında olsa gerek!
 
Temelden yetişen bir özgüven, sevgi, saygının içerde oluşturduğu denge insanın en büyük hazinesidir. İnsanın kendi benzersiz özvarlıksal niteliklerini yaşaması için sahip olduğu en kıymetli donanımdır bu. Bu donanım yazık ki bebeklik ve çocukluk döneminde, insanın en savunmasız olduğu dönemde elinden alınır, aslında çalınır. Çalınır diyorum da çalanlar çaldıklarını bilmez, kendisinden çalınan ne çalındığını anlamaz. Aile dediğimiz kavram bunların sorgulanmasına izin vermez. Dokunulmazlık bahşedilmiştir ona zira. Anlamsız ve akılsız bir dokunulmazlık!
 
Özellikle yakın ilişkilerde herşeyin birbirine girmesi, birbirine dolanması tehlikesine karşı insan her şeyi sorgulamalıdır! İnsan bunu kendine de yapmalıdır. Kendine karşı da acımasız olmalı ve kendisini gözlemlemelidir. 
 
Yakın bir zamanda, Prof. Dr. Franz Ruppert'in bir çalışması geçti elime. Kendisi, aileler açısından nesiller boyu devam eden travmatik olayların etkisi üzerine çalışmalar yapmış ve değerlendirmelerini kitaplaştırmış*. Kitap, 'Ruhtaki bölünmeler' adını taşıyor. Görür görmez dikkatimi çekti. Ve doğrusu bugüne dek ne Jung'da ne de Freud'da rastlamadığım bulgu ve değerlendirmeleri orada buldum. Konu, çok önemli bir konu. Modern dünyada 'bir hap iç, iyileş' büyük yalanının psikolojide işe yaramadığı malum. Ki ben fiziksel rahatsızlıklarda da işe yaradığına inananlardan değilim!
 
Dr. Ruppert, her türlü hastalıklı duygu, düşünce, davranış ve algının temelinde yatan sorunu çok net tanımlamış. Ruh bir travma yaşıyor ve travmanın şiddetine göre, travmaya neden olan orjinal duygu kendini ruhtan ayırıyor. Yani bilinçdışına atıyor. Travmadan sonra insan ruhu bölünüyor ve bu bölünme travma yaşayan parça, hayatta kalmaya çalışan parça ve ruhun sağlıklı parçası olarak birbirinden ayrışıyor. Yinelenen travmalar veya değişik türdeki travmalar ruhun yeniden ve yeniden bölünmesine neden olabiliyor ve aynı insanda parçalanmış, çoklu kişilikler gelişebiliyor. Sebepler ve sonuçlar birbiriyle çok derinden bağıntılı. Şamanların da 'Ruh kaybı' dedikleri durum bu. Kişi, ne kadar erken yaşta travma yaşarsa etkisi o kadar güçlü oluyor. Ve böylelikle doktorun 'aile dolaşıklıkları' dediği durumlar silsilesinin genetik olarak diğer nesilllere aktarılması durumu ortaya çıkıyor! 
 
Dolaşıklık ne demek? Bence çok ilginç ve çok dolu bir kelime. Yakından bakalım; iki ya da daha çok insanın hayatta kalma benlikleri aracılığıyla duygusal olarak bağlantı kurduğu ve bilinçdışı bir şekilde travmalarını bir diğerine yansıttığı, acı ve sıkıntıdan başka birşey vermeyen ilişki çatışmalarına rağmen birbirlerinden ayrılmayı başaramayarak ilişkiyi sürdürdükleri ilişki örüntüleri...  Bu ilişki örüntüleri içinde insan, gerçek sevgi ne demek, sağlıklı ilişkiler ne demek, ruhsal zenginlik, manevi güç ne demek anlayamadan, öğrenemeden, bu bilgi ve deneyimle karşılaşamadan büyüyor! İçinde birşeyler tamamlanmamış halde büyüyor.  
 
Şimdi konuya Dr. Franz Ruppert'in bakış açısıyla bakmayı sürdürelim. Kimi ifadeleri olduğu gibi aktarmaktan yanayım;
 
''Her yeni insan ruhu biçimini ebeveyninin ruhundan alır, buna bağlı olarak iyi ve kötüyü miras alır. Bu ruhani miras, yeni yaşamın 'sermaye'si olduğu kadar, eskinin de aktarılan 'borcu'dur. Dolayısıyla her yeni yaşamda eski bir şeyler devam eder, aynı zamanda da yeni birşeylerin başlangıcını taşır. Her insan atalarından aktarılan armağan ve yüklerle kendi içinde o ana dek varolmayan yepyeni özgün bir şey haline gelme potansiyelini taşır. 
 
İnsan ruhu tıpkı bedeni gibi başkalarıyla temas içinde büyür. Ruhsal gelişim bu nedenle birçok boşluk ve çelişki içerebilir. Normal, sağlıklı bir gelişim sürecini, yeni ruhsal katmanların sürekli bir halka etrafında biriktiği, eski gelişim düzeyinin yenisi tarafından  içerildiği bir süreç olarak düşünelim. Eski ve yeni yakından ilişkidedir ve karşılıklı bağlantıdadır. Ağacın belli bir sertlik ve istikrarla büyümesi sırasında gövdesinde halkaların birikmesi gibi insan ruhu da yıllar içinde istikrar ve kuvvet edinir. Tıpkı ağacın gövdesindeki halkaların ağacın gelişimi hakkında herşeyi söylemesi gibi ruhun halkaları da bir insanın gelişimini gösterir. Her bir katmanda yeni bir yüz vardır. Bu kişilik bileşenlerinin her biri kendi içinde ruhsal gelişimindeki farklı anları yansıtır. Hepsi birbirinden doğar ve birbirini tamamlar. Varlıkları birbiriyle çelişmez. Birbirleri için engel oluşturmaz.
 
Bir ruhu özgün yapan nedir? İnsan ruhu ne zaman meydana gelir? İnsan ruhu ne ile bağlantı içindedir? Neye kendini açar, neye kapar? Ruhu ne yıkıma uğratır? Bir insanın ruhunu ifadelerinden, duygu, düşünce ve davranışlarından, hatta korku, zevk ve umutlarından bir nebze tanıyabiliriz belki ama yine de özdoğamız bunların çok ötesine uzanır. İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de aynıdır diye boşuna dememişler. Bu aynı kalan şeye ulaşmak meselesi mesele; insanın maruz bırakıldığı etkilere rağmen kendisine ulaşması!
 
Bilinçliliğimiz, verili yaşam koşullarımıza ruhsal bir uyum çabasını temsil eder. Daha çok yaşamın gerekleri ve varoluşsal ihtiyaçlar açısından hayata bakar. Bu yüzden biz insanlar temelde problemlerimize gerçekten neyin neden olduğunu bulmaya çalışan araştırmacılardan çok, gündelik pragmatikler olmaya daha yatkınız. Sadece acil durumlarda mutsuzluğumuzun kökenine daha yakından bakmaya kendimizi mecbur hissederiz. Bu da demektir ki bilinçdışı, bilinci bizim istediğimizden daha fazla yönetir.
 
Ruhsal sorunların kaynağı genellikle travmalara dayanır. Travma kavramının özünde ruhun bölünmesi vardır. İnsanoğlunun travmatik deneyimlerle baş etmede kullandığı doğal yol, kişinin duygusal ve ruhsal yapısının bölünmesine dayanır. Bu, travmanın yarattığı koşullar altında, algı, düşünce ve anıların bütünselliğinden oluşan bir sisteme artık ait olmadığımız anlamına gelir. Travmatizasyon, insan ruhunu doğum sırasında hatta öncesinde etkileyebilir. Yaşamının herhangi bir diliminde gerçekleşebilir. Travmaya uğrama ne kadar erken ise kişinin yaşamındaki etkisi o kadar büyük olur. Travmanın etkileri somut ve gerçektir; kaygı atakları, güçsüzlük, umutsuzluk, dayanılmaz acı, zayıf bir öfke, bitmeyen utanç, iç kemiren suçluluk duygusu... Bu durumda insan psikolojisi bir denge içinde varolamaz. Neticede bu durum, bölünmüş bir kişiliğe yol açar. 
 
Bir birey ve diğer insanlar arasındaki küçük ve büyük duygusal oluşumlar arasındaki sürekli bağlantı, duygusal bağlanmanın temel ilkesidir. Bir bölünmenin ilkesi ise kişinin genel bağlanmasındaki veya bir insani bağlanma sistemindeki duygusal bağlantıların ayrılmasıdır. Bu durumda bağlanma ve travma doğrudan birbiriyle ilişkilidir. Ruhtaki herhangi bir bölünme, kişiler arasındaki ilişkilerde kaçınılmaz olarak bir etki demektir. Bölünmeler sağlıklı-dengeli eş ilişkilerini engeller, sevgi dolu anne-çocuk ilişkilerini engeller, kardeşleri birbirine düşürür, arkadaşlıkları bozar, işyerinde anlaşmazlıkları yayar. Ruhlarında bölünmeler olan kişiler aileleri, çalışma grupları, toplulukları aşırı kutuplaşmış çatışmalara çekebilirler ve bu belli örüntülere göre sürekli tırmanabilir. Buna dahil kişi ve grupların hayatta kalma parçaları birbiriyle kavga eder.
 
Ruhun bir parçası, olabildiğince travma durumundan korunur. Bu ruhun sağlıklı parçasıdır. Travmaya rağmen sonradan gelişebilmeyi başarır (kendisini kurban olarak görmeyen dayanıklı insan tavrı ile). Travma deneyiminin kaydını tutan diğer parça ise ruhun travmatik parçası olarak kalır. Bir parça daha yaratılır ki bu da travma parçasının ayna imgesidir ve sadece travmatik deneyimin üstesinden gelmekle meşguldür. Bu da hayatta kalma parçasıdır. Hayatta kalma parçası büyürken ruhun travmatize parçası o olayın olduğu zamanın dışında kalır. Çünkü bölünme olayı olduktan sonra travmanın şiddetine göre yeni deneyimler yaşayamaz. Geri kalan yaşamında travmanın oluştuğu dönemdeki gelişim düzeyinde kalır. Sadece travmanın anısını yaşatmakla ilgilenir. Gerçeklikle bağı kopar. Hayatta kalma parçası bölünmenin gardiyanıdır. Tüm enerjisini travmatik yan ile bilinçli tarafın birbiriyle temasa geçmesini engellemek üzere kullanır. Çünkü, kontrolü yeniden kaybetmekten korkar. Bunun için beş temel strateji geliştirmiştir; kaçınma, kontrol, telafi(içindeki mutsuzluğu telafi edecek şeylere başvurur; sahte mutluluk, soytarıca davranış, histerik gülme, aşırı yeme içme, alkol, uyuşturucu, vs.),yanılsamalar ve daha fazla bölünme...
 
Her duygunun bir 'bedensel iz'i vardır yani bedenimizde gömülüdür. Bir travmanın ardından ruhsal sistem yeniden denge ihtiyacı duyar. Bir parça hareket ettiğinde diğerlerinin tepki vermesi gerekir. Bölünme nedeniyle kendilerini bağımsız görseler de böyle değildirler. Her parça diğerleriyle bağıntılıdır. Birbirlerini etkilerler. Kişinin kendindeki bölünmeyi görmesi daima büyük bir çabayı ve kendiyle yüzleşmeye hazır olmasını gerektirir. Ancak ruhtaki bir bölüm bunu kabul etmeye isteksizdir. Travma parçası kendini gizler ve çoğu zaman sessizdir. 
 
Bölünme, kişinin travmadan sonra hayatta kalmasına yardım ederken bunun için gerekli olan kontrol, kaçınma, telafi, ve hezeyanlı düşünce gibi stratejilerle yaşamında daha fazla rahatsızlık ve strese yol açar. Stres durumu ortadan kalktığında iyileşmeler de başlar ancak, ruhtaki bazı bölünmeler çok derine gider. Aklını kaybetmeye veya intihar düşüncelerine yol açabilir. Bazıları ise oldukça iyi bir şekilde gizlenir. Sadece kriz zamanlarında ortaya çıkar. Mesela bu tür kişiler birşey söyleyip ona zıt başka birşey yaparlar. Sonra pişman olur, hatalarından ise ders çıkaramazlar. Bu tür bir içsel fırtınanın işaretleri gözlemlenebilir! Kişinin bakışları ara ara değişir, sesi farklı çıkar, bazen çok dikkatli olur, bazen bir cam duvarın arkasındaymış gibi ulaşılmaz olur. Farklı içsel durumlar arasında gidip gelir, biri diğerini iptal eden eğilimler gözlemlenir. Eyleme geçmek ister ama birşey onu durdurur. Birşey söylemek ister ama söyleyemez. Blokajlar genelde kendilerini bedende ifade ederler. 
 
Birçok insan içsel bir çatışma ve uyumsuzluk yaşadığı halde çoklu varlıklar olduğuna inanmayı reddeder. Kendini tek bir insandan fazlası olarak görmeyi başaramaz. Ancak bu birçok benlik kişide yaşamayı sürdürür. Ve içerde içsel çatışmalar yaratır. İçsel çatışma ruhsal yapısı büyük bir baskı altında olan, derin içsel bir kırılmanın acısını çeken, ya da parçalanmış hisseden birinin hissettiği sıkıntıları ihtiva eder.
 
Birçok duygunun varlığı başlı başına bir bölünmenin işareti değildir. Çeşitli hissetme durumlarının varolması yerine, oldukça sınırlı sayıdaki birbiriyle çatışan eğilimler olduğunda bölünme var diyebiliriz. Bölünmelerin fark edilmesi ise bunlar birarada olamadığında, sadece biri veya diğeri için yer olduğunda gerçekleşir.
 
İnsanın kendinde bunları fark etmesi ve gözlemlemesi çok zor olsa da fark edilebilir. Kişiden kişiye değişir. Fark edilirse özgürleştiricidir! Bölünmüş egolar esasen, gerçeklikten uzak durma yönündeki kusurlu çabalardır. Ruhsal olgunlaşmanın rolü, bu ilkel gelişimsel evrenin üstesinden gelerek insanın kendini iyileştirebilecek gücün kendisinde varolduğunu görmesiyle başlar. Tekrar bütünselliğe ulaşmak için gerekli olan tüm kaynaklar kişinin kendisinden gelmelidir. Kişi, bunların dışarıdan gelmesi gerektiğine inandığı sürece, halen daha travmadan yaşamda kalma tutumunda takılıp kalmış demektir. 
 
'Şizofren miyim' sorusu belki de pekçok insanın aklına gelmiştir. Dr. Ruppert, 'Schizo' nun bölünme demek olduğunu, şizofreninin sözcük anlamıyla 'diyaframın bölünmesi' anlamına geldiğini söylüyor. Zira antik çağlarda ruhun diyaframda bulunduğu düşünülüyormuş. Şizofreni semptomlarını, bir ailenin bağlanma sistemindeki özel olaylardan kaynaklanan dolaşıklıkların ve ruhtaki bölünmelerin dönüştüğü haller olarak tanımlıyor.
 
Travmalar, her insanın yaşamında karşılaşabildiği, hayatı tehdit eden ve zihinsel olarak aşırı zorlayıcı deneyimler-çaresizlik ve korunmasızlıkla teslim olma duygularını içeren ve bu yüzden benlik imgemizi ve dünyayı kavrama biçimimizi kalıcı biçimde sarsan tehdit edici durumsal etkenler ile bireysel başa çıkma yolları arasında aykırı bir durum yaratan yaşamsal deneyim.- Travma, bu nedenle temelde çaresizlik ve güçsüzlük deneyimi demektir.
 
Travma teorisinde bölünme yerine bilinçten koparma ifadesi kullanılır. Daha dar anlamda, bir savunma mekanizması aslında. Bir çaresizlik ve güçsüzlük durumunda o durumdan çıkış yolunu kolaylaştırmak için, belirgin ölçüde zor ve stresli yaşam koşullarına uyum sağlama yeteneği olarak da görülebilir. Günlük yaşam içinde insan ruhunun duyumlardan gelen aşırı yükten korunmasını ve kendini kapatmasını sağlayan bir tür yetenek. Sıradışı fiziksel güç ve acı hissinin bastırması travma drumundaki insanların tipik özelliğidir. Ancak stres durumları bedenin tüm güçlerini harekete geçirirken travma tepkisi bunları hareketsizleştirir. Çok kısa bir zaman içinde bu birbirine tamamen zıt süreçler insan bedeni ve ruhunda çok büyük bir gerilime neden olur.
 
Travmatize olmuş kişi, bölünmenin kaldırılmasını hayal bile edemez, durumuyla yüzleşmez, kendinde sorun aramaz. Kendini nasıl iyileştireceğini bilemez. Bölünmeyi problem olarak değil çözüm olarak görür. Sorunlarına yapay nedenler bulur. Yapay, karmaşa içinde ve rastgeledir pekçok şey. Hasarlı ruhsal bağlanma yapıları olan insanlar başkalarıyla ilişkide zorlanır aynı zamanda da mesafelerini koruyamazlar. Geçmişte kalan bir anın tutsağı olarak yaşadığı problemin nedenlerine dair kafaları karışıktır. Bununla ilgili doğru açıklamalar bulamadıkça kendi varsayımlarına daha çok bağlanır. Travmanın ruhsal gerçekliğini tanıma ve anlama konusunda isteksiz ve beceriksizdir. Gerçeklikle bağlantısının kopması nedeniyle hayatta kalma parçası, daha fazla travmatizasyona yol açacak durumlar yaşamaya ve oluşturmaya devam eder. Bunun sonucunda değişime direnç, savunma mekanizmaları ve karakter deformasyonu ortaya çıkar. İç dünyada bu koruyucu, içsel eleştirmen ve kontrolcüye denk düşer. Karmaşık kişilik yapıları oluşur böylelikle; birbiriyle uzlaşamayan ve çatışma halinde olan, aşırı kutuplaşmış yanlar... Böylelikle yaşamın getirdiği problemlerle baş etmek için mevcut ruhsal kaynakların miktarı her geçen gün azalır. Mesela; travma parçasının aşırı zayıflığı, hayatta kalma parçasının aşırı güçlülük ve hakimiyetine, sadece yaşamsal işlevlere indirgenen bir travma parçası canlılığa susamış manik bir hayatta kalma parçasına, ebeveynlerinden hiç ilgi görmemiş bir travma parçası, abartılı bir hayatta kalma parçasına, fazlasıyla yaralı bir travma parçasına sahip bir çocuk yeniden yaralanmayı engellemek için hiçbirşeyin onu durduramadığı öfkeli ve agresif bir hayatta kalma parçasına, tutunacak bir yer arayan fazlasıyla çaresiz bir travma parçası, kimseye bağlanmayan fazlasıyla bağımsız bir hayatta kalma parçasına dönüşmüş olabilir. Birşeyleri gizlemesi gereken bir travma parçası, sürekli konuşan, bir şeyler arayan ve ama somut hiçbirşey elde edemeyen telaşlı ortalıkta dolaşıp duran br hayatta kalma parçası oluşturmuş olabilir. Utanç ve suçluluk duygularının yarattığı aşırı travma durumunda ise bir ayna imgesi olarak kişi fazlasıyla ahlakçı bir travma parçası geliştirebilir, vs...
 
Travma ile bedeni iki efendinin kölesi olmaya benzetebiliriz. Tıpkı sırtında iki binici olan bir at gibi. Biri mahmuzlarken diğeri dizginleri çeker. Bu koşullar altında bedenin bir gün çöküntüye uğraması kaçınılmaz hale gelir. Çünkü ilkesel olarak her ikisinin de aynı anda aktif ya da pasif olması gerekir. Zaten bağışıklık sistemi bozuklukları ruhsal bölünmelerin neden olduğu rahatsızlıklardır. 
 
Sinir sistemimizin kaydettiği, yönettiği, etkilediği, kendisinin de etkilendiği, yönlendirildiği birçok farklı durum içimizde aynı anda ve paralel olarak var olur. Travma ve duygusal bağlanma birlikte algılanmalıdır. Travmatik bir yaşantı hemen her zaman kişinin duygusal bağlanmasını etkiler. İnsan bağlanma sistemleri içindeki özellikle aile içindeki travmatik bir olay nesiller boyu yıkıcı etkilere sahip olabilir. 
 
Birden fazla travma çeşidi vardır. Bunlar; varoluşsal travma, kayıp travması,bağlanma travması ve bağlanma sistemi travması olarak ayırdedilebilir.  
 
- varoluşsal travma; tamamen hayatta kalma ile ilgilidir; doğal felaketler, trafik kazaları, savaş durumları gibi.. Bu travmanın temel duygulanımı korkudur. Bu travmada korku çığı sinir siteminde bir kere hayata geçtiğinde ruhun sağlıklı parçaları bastırılır. 
 
-kayıp travması; bir insanın erken çocukluk yaşlarda uzun süreli yokluğu ya da ölümü ile önemli bir bağın kaybedilmesi durumlarında ortaya çıkar. Umut yitimi, içerde birşeyin ölmesi, çaresizlik, hayal kırıklığı, depresif düşünceler,karamsarlık, kötümserlik ruhtaki bölünmeyi derinleştirir. 
 
-bağlanma travması; Doğa kendine has yöntemiyle anne ve çocuk arasında doğumdan önce yaratılan biyolojik bağın ruhsal bir süreç olarak devam etmesini garantilemiştir; bağlanma süreci ve duygusal bağlanma ile. Bağlanma travması, bir çocuğun ebeveynleriyle olan temel duygusal bağlanma ihtiyacının travmatize olması demektir. Çocuk anne veya babasıyla bağ kurmada kendini güçsüz, ezik ve zayıf hisseder. Aidiyet duygusunu korku duymadan yaşaması mümkün olamaz. Çocuğun temel bağlanması travmatize olursa bunun tüm kişilik gelişiminde etkisi çok büyük olur.
Bağlanma travmasına daha yakından bakmalıyız zira en temel travma, çocuğun annesi ile olan travmadan kaynaklanıyor! Yaşamın ilk anından itibaren çocuğun anneyle simbiyotik bağı vardır. Simbiyoz, iki canlı yaratığın karşılıklı çıkarları nedeniyle birlikte yaşamasını ifade eder. Anne karnındayken bile çocuk annesinin ruh halini, olumlu, olumsuz duygularını duyumsar ve onlarla bağ kurar. Yaşamın bu erken evresinde çocuk neyin kendisi için iyi neyin kötü olduğunu ayırt edemez. 
 
Doğum anında fiziksel olarak anne ve çocuk birbirinden ayrılır. Doğum süreci annenin, çocuğu duygusal olarak kabul etmeye hazır oluşunu güçlü bir şekilde arttıran hormonları uyarır. Annenin bedeni, uterusun açılıp kasılmasına tepki olarak oksitosin salgılar. Oksitosin, esasında bağlanma hormonudur. Doğumun en sancılı son evresinde büyük oranda endorfin de salgılanır. Endorfin acıya iyi gelir, korkuyu azaltır, doğum sürecini anne için kolaylaştırır. 
 
Modern yaşamda yazık ki kalp ve zihin arasındaki bölünme yüzünden sezeryan tercih ediliyor. Ve doğum ne anne ne de bebek açısından hem fiziksel hem de ruhsal yönden tamamlanmış olmuyor. Bağlanma hormonu salgılanması gerçekleşmediğinden anne-çocuk arasındaki ruhsal bağ büyük ölçüde zarar görüyor!
 
Doğum, çocuk için anne ile olan bağının temelidir. Çocuk, kendini beslemekten aciz olduğu için tamamen anneye bağımlıdır. Bu nedenle annesi tarafından kabulü, sevilmesi hayati önem taşır. Aralarındaki sevgi sağlıklı bir şekilde akarsa, bu çocuk için varolma hakkının onaylanması olur; varlığındaki temel güveni besler, öz-değerini onaylar, yaşam sevgisini ve bağımsız büyümesini teşvik eder. Bu süreç yararlı simbiyozu ifade eder. Anne çocuğunu güçlü kılmanın çocuğun gelişiminin sorumluluğunu tamamen almanın ve bunların getirdiği kişisel zorlukları kabul etmeye hazır olmanın görevi olduğunu görmelidir. Bunu ancak çocuğuna dönük olumlu duyguları varsa ve onu tüm kalbiyle seviyorsa yapabilir. Anne travmatize ise, ruhunda bölünmeler var ise çocukla yeteri kadar duygusal bağ kuramaz. Bu durumda çocuk, annesini sıcaklık ve sevgi hissedemeden sadece mekanik olarak işleyen bir beden olarak algılar. Çocuklar her şeyi hisseder. Annesinin sesinin sıcak ve yumuşak olmadığını, soğuk ve ruhsuz olduğunu hisseder. Böyle bir çocukta güven duygusu gelişmez. Her zaman terk edilme korkusu yaşar. Annenin yüksek sesle bağırması çok fazla baskı altında hissetmesine yol açar ve daha çok ağlamaya başlar. Çocuk daha çok ağlayıp daha çok istedikçe annenin travma benliği daha fazla tetiklenir. Sonuçta çocuk bu mücadeleden yorulur ve giderek daha sıkıntılı olur. Çocuğun simbiyotik ihtiyacı giderilmediğinde, ruhsal yapısı çok büyük oranda denge kaybı yaşar. Sağlıksız bir simbiyozda, sevgi ve mutluluk yerine anne ve çocuk arasında korku, öfke ve keder duyguları paylaşılır. Bu tür durumlarda anne, çocuğun gerçek ihtiyaçlarını karşılamaz, kendi ihtiyaçlarını ona yansıtır ve çocuk da kendisinin ve annesinin ihtiyaçlarını birbirinden ayıramaz.
 
Anne çocuk dolaşıklıkları genelde, kendi annesi ile sağlıklı bir simbiyoz kuramayan annenin çocuksu ihtiyaçları olan bir parçası nedeniyle oluşur. Annenin bu travmatik parçası, ihtiyaç duyduğu sevgi ve kabulü kendi çocuğundan bekler. Böylece çocuk, annenin sevgi ihtiyacının nesnesi olur. Çocuk, annenin hayatta kalma parçasının stratejisinin bir aracı olur. Kuşkusuz bu çocuğun gerçek ihtiyaçlarının dikkate alınmaması anlamına gelir. Çocuk kendisi olarak sevilmez. Öte yandan çocuk annesinin simbiyotik ihtiyacını hisseder ve ona yardım etmek ister. varolma hakkı duygusunu annesinin simbiyotik ihtiyacı aracılığıyla kazanmak zounda kalır! Bu tür dolaşık bağlanma ilişkileri bu kişilerin ömür boyu 'ben', 'sen' ayrımını yapmakta güçlük çekmesine neden olur. Hangi duygu hangisine aittir ve kimin eylemine kim tepki veriyordur artık belirlenemez.
 
Tüm bu durumlar karşısında çocuk, annenin çeşitli travma duygularına karşı panik atak, saldırganlık, hiddet, umutsuzluk, karmaşa içindeki cinsel duygular ve utanç biçimlerine maruz kalabilir. Annenin utancı nedeniyle çok derin bir değersizlik duygusu, nefreti yüzünden güvensizlik yaşar. Çocuğun ruhundaki bu bölüm diğer insanları da temelde güvenilmez ve tehditkar olarak algılayacaktır. Sonuç olarak çocuğun ruhundaki orjinal bölünme, korkusuna rağmen hayatta kalma iradesini ve yaşamsallığının özünü koruma ve sürdürmeye hala ihtiyaç duymasına bağlı olarak gelişir.
 
Yaşanan travmanın türüne göre, kendi kimsesizliğinde huzur bulmak için anne, çocuğa daha çok yapışabilir. Çocuktan uzaklaşabilir. Suçlu olarak gördüğü çocuğa karşı saldırganlaşabilir, çocuğuyla çocukken yaşadığı güçsüzlük nedeniyle savaşabilir. Böyle durumlarda çocuk annesinden şiddet görebilir. Anne, çocukken yaşadığı travmayı çocuğuna uygular yani aynalar. 
 
Korku ve sevginin yanısıra her bağlanma olayında orjinal duygu farklıdır. Bu duygular öfke, keder, acı da olabilir. Her duygu kendine ait bir yaşam sürer.  Çocuk gerilim ve kederini annesine gösteremez. Çünkü anne daha çok sinirlenecektir.  Sadece kendi araçlarıyla başbaşa, kederlerini bilincin dışına atar, geceleri yatakta gizlice ağlar, bazen depresif bir ruh haline bürünürler. Çocuğun hayatta kalma parçası, tüm dikkatini annesini nasıl yatıştıracağı üzerine yoğunlaştırır. Anne gergin ve mutsuzsa çocuğun simbiyotik parçası suçlu ve sorumlu hissedecektir. Anne ise çocukta sevgi ve fark edilmeyi beklediği annesini ya da babasını görür. Çocuk bu aktarım süreçlerini kavrayamaz. Annesiyle olan travmatik dolaşıklığında olanı biteni üzerine alır. Doğal olarak çocukta kendi ihtiyaç ve ilgilerini belirteceği özerk bir benlik gelişmez. Çocuğun uyum sağlamış benliği, kendisinin ne istediği ya da hissettiği ile kendisinden yapılması ve düşünmesi ve hissetmesi beklenenler arasında ayrım yapamaz. Annesinin ondan talepleri onun ihtiyacı haline gelir. Çocuğun varoluşunun tüm temelini, annesinin onu sevmesi, onunla sıkıntı yaşamaması onu cezalandırmaması ve suçlaması gerektiği üzerine kurar. Anne kendisi ve çocuk arasında sağlıklı bir sınır oluşturamadığı için çocuğun içsel ve dışsal sınırları da net değildir. Annenin travmatik yükünü çocuk kendi ruhuna almıştır. Bu onun kendi ruhsal yapısının ve sahte benliğinin bir parçası olur. Çocuğun içindeki gerçek parçası kendisini reddeder, değersizleştirir ve cezalandırır.  
 
Sevgi, bir başka insanı tamamen olumlu bir ışıkla görmeye, ondaki kötü şeylerden ziyade iyi olanları görmeye istekli olmaktır. Sevgi, diğer insanlardan olumlu şeyler bekleyen bir yaklaşımdır. Dolayısıyla çocuk annesinden sevgi göremezse ısrarlı çabalarını daha da arttırır, anne çocuğuna daha az sevgi gösterdikçe çocuk daha da çok çabalar. Sağlıklı bir simbiyoz ne kadar faydalıysa sağlıksız bir simbiyoz da o derece zararlıdır. Anne ve çocuk arasındaki ilişkinin çocuk büyüdüğü halde simbiyotik kalması gibi. Bu her ikisinin gelişimini de engeller. Ergenlik çağına gelmiş, çocukluk devresinden geçmiş genç bir insanın kendinden sorumlu ve bağımsız bir karakter geliştirmesi için ebeveynlerinden bağımsız olması gerekir. Ki erken çocukluk döneminde bile çocuğun bağımsız karakteri gözetilmelidir. Kendi ebeveynlerine hala bağımlı bir anne ise kendi çocuğunu alıkoymak ve kendine bağımlı kılmak isteyebilir. Bu şartlar altında ise sağlıklı bir gelişmeden bahsedilemez!
 
Sağlıklı kişilik bileşenleri özgündür, gerçektir, uyumludur,doğrudur, dürüsttür, odaklanmıştır, mütevazi ve saygılıdır. Sağlıksız duygular aşırıdır, tuhaftır, yapaydır, gerçek değildir, sürüklenir, kendine çekilir, utanmazdır.  Bunlar, hastalıklı bir ruhsal yapının işaretleridir. Güven,özgüven ve iyimserlik temelde güvenli bağlanma yaşayan çocukların geliştirdiği özelliklerdir. Ruhsal sağlığın belirteçleri algı, duygular, hayal gücü, düşünce, bellek, eylem gibi bireysel ruhsal işlevlerin iyi bir şekilde gelişip birlikte iyi bir etkileşim içinde olmasıdır. Sağlıklı kişilik yapıları, algılara açık olma, duygularla baş etme yeteneği, kuvvetli bir bellek, kendi hakkında düşünme yeteneği, empati, çatışmalarla başetme becerisi, sorumluluk almaya hazır olma gibi niteliklerle tanımlanır. Sağlıklı sevgi, tehlikeye karşı uyaran sağlıklı korku, sağlıklı öfke duygusu, acıyı dışa vurabilme becerisi sağlıklı bir utanma duygusu sağlıklı yas duygusu bileşenleri gibi...
 
Dayanıklı insanlar kaderlerini kabul etmekte ne ondan kaçmakta ne de ona gözlerini kapamaktadırlar. Sosyal teması önemserler. İyimser kalırlar ve birşeylerin daha iyi olacağına inanırlar. Yaşanan olaylar travmatik de olsa bunlar kavranabilir, halledilebilir! Dolayısıyla kendilerini başka insanların ya da ortamların nesnesi olarak görmezler. Kendi kaderleri açısından kendi hayatlarının, kendi düşüncelerinin, duygu ve eylemlerinin öznesi olarak kalırlar.
 
Kaldı ki travmalar hemen hemen herkesin başına gelen, gelebilecek deneyimlerdir. İnsanlar bu deneyimi hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan bu yana yaşamakta. Dahası hayvanlar da bu duruma maruz kalmakta. Onun için doğanın kendi çözümünü bulması şaşırtıcı olmasa gerek. Ruhsal bölünmeler doğanın çözümleridirler. Bu nedenle kendilerine yakından bakma cesareti gösterebilen travmatize kişiler genelde kendi ruhlarının en iyi uzmanıdır. Travma deneyimleri ve ruhsal rahatsızlıklar, içsel benliklerimizi yenden düşünmemize ve kavrayışımızı genişletmemize neden olabilirler! ''*
 
 
* Ruhtaki Bölünmeler, Prof. Dr. Franz Ruppert / Kaknüs yayınları
 
 
 
 
Toplam blog
: 118
: 631
Kayıt tarihi
: 07.10.13
 
 

İnsanın kendinden bahsetmesi meselesi benim için zor konuların başında gelir. Bu anlamda söyleneb..