Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Aralık '18

 
Kategori
Kişisel Gelişim
 

Erzincan Nire, Almanya Nire?

Erzincan Nire, Almanya Nire?
 

Almanlar, kardeşlerim 
Siz çağırdınız, ben geldim
Evimi yurdumu bıraktım ardımda
Çıkıp geldim çok uzaklardan. 
 
Bahattin Gemici

İnsan”ı, “Konuşan bir hayvan hayvan” diye tanımlamış bir düşünür. Haksız mı? Konuşmak!  Çok önemlidir insanlar için. Birkaç gün hiç konuşmamayı deneyin; bakalım, becerebilecek misiniz?

Belki becerirsiniz. Konuşulanları, duyduklarınızı anlıyorsunuz çünkü. Ya hiç bilmediğiniz bir yabancı dil konuşuluyorsa çevrenizde? Onlar sizi, siz onları anlamıyorsanız hiç?                       

İşte bu çok kötü! İşte bu çok zor! İşte bu dayanılmaz! 1959’da Almanya’ya işçi olarak giden, Kemaliyeli (Erzincan) bir köylü çocuğu olan H. Esat Yavuztürk, -aynen O’nun durumunda olan birçok yurttaşımız gibi- bu çileye altı ay dayanabilmiş ancak. 

İyi ki dört-beş ay sonra, çalıştığı fabrikada Türkçe bilen bir Yunanlı ile tanışır da biraz olsun hafifler bu konuşma özlemi. Bir gün, bu Yunanlı arkadaşa,  kendisiyle karşılaşıncaya kadar aylardır hiç kimseyle konuşamamanın sıkıntısını anlatır.                             

Arkadaşı, bu fabrikaya gelmeden önce Wuppertal’da çalıştığını, orada pek çok Türk işçisi olduğunu, ayrıca her hafta sonu Türkler’in bir kahvede buluştuklarını anlatır.

İşte o andan itibaren yazarımızın gözünde tütmeye başlar; adını ilk kez duyduğu o Alman kenti. Ricası üzerine, Almanca da bilen o arkadaşının yardımı ile İş Bulma Kurumuna gönderdiği mektuba karşılık, oradan bir iş teklifi alınca öyle mutlu olur ki!   

Mümkün olan en kısa zamanda, çalıştığı fabrikadan ilişiğini kesip atlar hemen Wuppertal’a giden trene. Ve o kente varır varmaz, çalışacağı fabrikayı değil de Türkler’in buluştukları o kahvenin yerini öğrenir önce. 

Sevinçlidir, heyecanlıdır. Nasıl sevinmesin, nasıl heyecanlanmasın ki, aylar aylar sonra ilk kez, insanların Türkçe konuştukları bir kahveye gidecektir. Kapısından içeriye girince, etrafı şöyle bir tarar. Fakat kimin Türk olduğunu kestiremez.  Bir köşede oturanları Türk’e benzetip o yana doğru ilerler. Yaklaşınca Türkçe konuştuklarını duyar. O an, içine öyle bir güneş doğar ki, sözle anlatılamaz! 

Büyük bir sevinçle, “Merhaba! İyi günler, iyi akşamlar” diyerek yaklaşır yanlarına. Fakat o da ne! Birçoğu başını kaldırıp Hüseyin’e bakma, selamını alma zahmetine bile katlanmaz. Umduğunu bulamamanın üzüntüsü ile bir sandalye çekip oturur. Herkes kendi dalgasındadır.

Nedense böyle olur hep. Hayallerle gerçekler uyuşmaz genellikle. Neyse ki, yanına oturduğu kişi, biraz olsun ilgilenip kim olduğunu sorar. Oh be!

Kemaliyeli Hüseyin’in kim ve neci olduğunu öğrenen yurttaşımız, Masada bulunanlara anlatıp, “Yardımcı olalım arkadaşa” der ama kimse oralı olmaz. Biraz sonra birer ikişer kalkıp gider herkes.

Kimse kalmayınca masada, onlar da kalkar. “Burası Almanya” denip herkes kendi içtiği çayın parasını öder. Birlikte pahalı olmayan uygun bir otel bulurlar. Sonra birlikte tren istasyonuna gidip emanete bıraktığı bavulu alıp gelirler.        

Oteldeki odası üçüncü kattadır. Odayı gösterecek görevli ilgilenir hemen. Hüseyin, arkadaşıyla birlikte üst katlara çıkan merdivene yönelmişken,  görevli merdiven yanındaki bir kapıyı açıp gelmelerini işaret eder.  

Hüseyinler, açık kapıdan girerler. Birkaç kişinin ayakta durabileceği küçücük bir oda, daha doğrusu bir çeşit dolap gibi bir yerdir burası. “Nedir, ne oluyor?” demeye kalmadan kapı kapanır. Görevli bir düğmeye basar. O dolap yukarıya doğru çıkmaya başlamasın mı?                  

Hüseyin’in yanındaki yurttaşımız, bunun asansör olduğunu bilmektedir. Ama Kemaliyeli işçimiz, adını duymuşsa da o güne dek hiç binmemiştir asansöre. Frankfurt’ta bindiği yürüyen merdivenden sonra, bu kentte asansöre de binmiş olur böylece.                                      

Durun bakalım; daha başka neler görecek, neler yaşayacak?

Bu kente gelmekle iyi ettiğini düşünür. Evet, iyi etmişti de… Bir an önce gitmek için can attığı Türkler’in toplandığı kahvedeki yurttaşlarının kendisine karşı bu kadar ilgisiz davranmalarına, düşünür taşınır ama bir anlam veremez.       

Ertesi gün, sora sora bulur; çalışacağı fabrikayı. Belgelerini verip kaydını yaptırdıktan sonra, fabrikanın verdiği Alman rehberle yatacak yer aramaya çıkar. “Bekârlar Yurdu”nda ayda 60 Marka üç kişinin kaldığı bir oda kiralar. Oda arkadaşlarından biri Alman, biri İspanyol’dur.    

Ertesi gün, fabrikada işe başlar. Çalışacağı bölümün ustası ne iş yapacağını gösterir O’na. Küçük bir matkap tezgâhında metal levhalara delik açmaktır görevi. Çok kolay gelir bu iş Hüseyin’e. Çabucak kavrayıp geçer tezgâhın başına. Ustası, beş-on dakika yanında durup yapabildiğini görünce, “Güzel, güzel… Devam” anlamında bir şeyler söyleyip gider. Ara sıra gelip kontrol eder.

Öğle paydosunda ustası gelip, yanına bir görevli vererek yemekhaneye gönderir. Görevli Alman bir şeyler sorar ama cevap veremez ki Hüseyin.        

Yemekten sonra, dinlenme süresi bitip mesai başlayınca işine döner hemen. Sağır ve dilsiz bir adammış gibi, kimseyle ilgilenmeden işini yapar yalnızca. Hiç de üzülmez bu duruma. Bundan önce tam beş ay hiç kimseyle konuşamadığı için alışmıştır artık. Şimdi, hiç değilse hafta sonları Türkçe konuşulabilen bir kahveye gidecek. Daha ne ister!    

Ve Türkiye’de iken, “gâvur” diye kötüledikleri, dahası gözünü korkuttukları bu insanları sevmeye başlar. Öyle ya, altı aydır, gece gündüz onlarla birlikte. Kimden bir kötülük gördü ki! Aksine, yardımcı oldu herkes. Ah, bir de Almanca bilseydi!                                          

Artık her hafta sonu, işçi yurttaşlarımızın toplandıkları kahveye gider. Gerçi orada selam verdiği Türklerin çoğu, O’na bir merhaba demeyi esirgeseler de, kaldığı Bekârlar Yurdu’na her gelişinde yurt müdürü, O’nu hep güler yüzle karşılar. 

Yurt müdürü bir gün, bir kitap hediye eder Hüseyin’e. Teşekkür ederek alıp odasına giden kahramanımız, merakla paketi açıp bakar ki, Türkçe bir Kitab-ı Mukaddes… 1958’de İstanbul’da basılmış.                                            

Şu işe bakın siz! Bu yaşa gelmiş, kendi dininin kitabını o yaşa kadar eline alıp okumamış, okuyanları da hiç anlamamış Almanya’da çalışan bir işçi yurttaşımızın elinde bir başka kutsal kitap vardır. Üstelik Türkçe!

 “Hiç sakıncası yok. Dört kitabın dördü de hak değil mi!” diye düşünüp okumaya başlar.   

Bakar ki, o güne dek kendisine anlatılanlarla okuduklarının hiçbir ilgisi yok. Aksine geçmişle ilgili öyküler anlatıp güzel güzel öğütler vermekte.

Doğrusu ya okumaya başlamadan önce hiç de böyle düşünmemiştir. Adı üstünde kutsal, mukaddes bir kitap değil mi bu?  İyi de nerde o kutsal, tanrısal sözler, düşünceler? Aradığını, düşündüğünü, umduğunu bulamamanın hayal kırıklığını yaşar.                                    

Şimdi bütün umudu kendi dininin kutsal kitabındadır.  Hemen oturup bir mektup yazar; İstanbul’daki âbisine. “Ne olur, bana Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’sini bul, gönder” diye. İnşallah onda hayal kırıklığına uğramaz!             

Bakalım, hele bir gelsin, okusun da…

Eğitimci Baba

Eğitim deyince, Köy Enstitüleri deyince Hasan-Âli Yücel’le birlikte İsmail Hakkı Tonguç’u anımsamamak mümkün mü? Tonguç’un eğitim dünyamızdaki yaygın adı

“Tonguç Baba”dır. Düziçi Köy Enstitüsü kökenli eğitimci yazar dostum Ahmet Köklügiller, birkaç yıl önce, sevgili eşini kaybedince, “Gayrı İstanbul bana haram” deyip göçüp gitti Dikili’ye. Akdeniz çocuğudur kendisi ama Ege’ye hayran!

Gitti ama orada da boş durmadı. Köylü ve Köy Enstitülü olduğunu unutmadan, Dikili’de de yazıp çiziyor hâlâ. Daha önce basılmış 30 eserine 3 tane daha eklemiş. Bunlardan biri, Köy Enstitülerini kurarak,  O’nun ve benim gibi on binlerce köy çocuğunun okumasına fırsat hazırlayan İsmail Hakkı Tonguç’u anlatan “Eğitimci Baba” adlı kitabı..

Öyle güzel anlatmış ki, çabucak bitmesin diye, her gün 5-10 sayfa olmak üzere bir haftada okudum; 94 sayfalık bu şirin eseri. İnanın, tadı damağımda hâlâ. (İletişim: 0544 591 46 49)

 

 Hüseyin Erkan

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..