Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mayıs '12

 
Kategori
Kültürler
 

Eski çağların şarkısı: Gılgamış destanı

Eski çağların şarkısı: Gılgamış destanı
 

Gılgamış


Mezopotamya mitolojisi denince ilk akla gelen, Nuh tufanı ile ilk çağların en güzel edebi eseri olarak anılmayı hak eden Gılgamış destanıdır. 1853 yılına kadar varlığı dahi bilinmeyen destan, dünya tarihinde ilk defa görülen bir zenginlikle; ilk çağ insanının yaşamını,  insanla tanrılar arasındaki ilişkileri, inançlarını, çağının hayat felsefesini, doğaya ve öte dünyaya bakışını anlatır. Öyle ki destan, inanılmaz ölçüdeki hayalgücüyle, hayat ve ölüm üstüne işlediği motifler ve mükemmel şiirsel gücü ile daha yazıya alınmadan önce bile binlerce yıl boyunca Sümerli ozanların şarkılarında yaşamayı ve çeşitli kültürleri derinden etkilemeyi başarır. 

Öykünün; kuşaklar boyunca Sümer, Sami ve Hint-Avrupa dil ailelerinin içinden akarak gelmesi Gılgamış’ın Mezopotamya’nın en sevilen yazınsal eseri olduğunu kanıtlamaya yeter, Ancak, tabletlere yazılmadan çok önce, nesilden nesile aktarılan bu şiirsel mitosun kırılmadan günümüze çok az tableti gelebilmiştir.

Sümer kentlerini, yıllar içerisinde bir biri ardına işgal ederek zamanla onu tarih sahnesinden silen Babiller, en başta tanrıları ve yazıları olmak üzere Sümer kültürünü özümsediler. Tıpkı günümüzdeki Latince gibi, Sümer devleti yıkıldıktan ve Sümer dili unutulduktan sonra bile Mezopotamya’daki kutsal tören ve ayinlerde yüzlerce yıl Sümerce kelimeler kullanıldı.

Mutlu bir tesadüf olarak; gerek eksik tabletler nedeniyle, gerekse bu güne kadar Sümer yazısının çoğu satırının hâlâ ne anlama geldiği çözülemediği için tamamı okunamayan destanın, 1853 yılında, Ninova Krallık Kitaplığında saklanan eksiksiz bir Babilonya versiyonu bulunmuştur.

Bu yazıda, destanın kendisinden ziyade diğer kültürleri nasıl etkilediğine ilişkin bazı ilginç örnekler bulacaksınız.

12 tabletten oluşan ve pek çok masal ve halk öyküsünün iç içe geçtiği bu ilk çağ mitosunun işlediği ana tema insanın ölümsüzlüğü arama çabasıdır

Gılgamış, Sümer krallar listesinde, tufandan sonra Sümer’i yönetmiş olan Uruk (Tevrat’ta Erek) hanedanının beşinci kralıdır. Babilonya Gılgamış destanı, Gılgamış’ın tanrı ile insan arası bir kahraman olarak sahip olduğu nitelikleri öven satırlarla başlar. Tanrılar onu doğaüstü irilikte ve yiğitlikte yaratmıştır. Ancak (tarihteki pek çok kahraman, misal tıpkı Aşil gibi) savaşçı gururu yüzünden Gılgamış da zamanla büyüklenir ve halkına zorbaca ve küstahça davranmaya başlar.


 Bunun üzerine Uruk soyluları tanrılardan, gücünü onun üstünde sınayıp kendilerini rahat bırakması için Gılgamış’a benzer bir varlık yaratmasını isterler. Tanrıça Aruru, balçıktan (sonraki pek çok inanışta insan balçıktan veya topraktan yaratılacak) Enkidu adı verdiği olağanüstü yabanıl bir varlık yaratır. Enkidu, otlanarak beslenir, vahşi hayvanlarla düşüp kalkar, onlarla birlikte yaşar ve avcıların bütün tuzaklarını parçalar.


Avcılar Gılgamış’a bu yabanıl insanın yaptıklarını haber verince, Gılgamış bir avcıya, yanına bir Tapınak Fahişesi (1) alıp onunla, Enkidu’nun su içmek için geldiği subaşlarında bir tuzak hazırlamasını söyler. Avcı denileni yapar ve Enkidu’nun su içmeye geldiği bir yerde, bir tapınak fahişesiyle pusuya yatar. Enkidu geldiğinde kadını görür ve onun çekiciliğine kapılır. Aşk sarhoşluğu içinde kadınla yedi gün, yedi gece geçirir. Bu sürenin sonunda Enkidu içinde bir şeylerin değiştiğini anlar. Kadın Enkidu’ya, Uruk’tan, onun zenginliğinden, halkının zevklerinden, Gılgamış’ın güç ve ününden söz eder. Ve onu, üstündeki deri giysileri atıp, kokulu yağ sürmeye (parfüm!) ve traş olmaya(!) ikna ederek Uruk’a, Gılgamış’ın yanına getirir. Önce güçlerini sınayan Gılgamış ve Enkidu sonunda, sonsuza dek arkadaş olacaklarına dair and içerler.


Bundan sonraki fragman; Gılgamış ve Enkidu’nun, nefes alıp verirken ağzından alevler çıkan dev Huvava’yla (Asur’da ve Hitit’te adı Humbaba olacak bu devin) savaşmak üzere yola çıkmalarını anlatarak başlar. Huvava, (bugünkü) Amanosların altı fersah boyunca uzanan sedir ağacı ormanlarının bekçisidir. (Gılgamış’ın; kendisini bu tehlikeli işten vazgeçirmeye çalışan Enkidu’ya, Uruk’un sıkıntılarından söz edip; “… ki, ülkedeki bütün kötülüğü kovabilelim.” ve “Sedirleri keseceğim!” demesinden, bu yolculuğa Sümerde çok sıkıntısı çekilen sedir kerestesi nedeniyle çıkıldığı anlaşılıyor.Dev kavramı ise Sümerden sonra pek çok uygarlığın masallarını süslemeye devam edecek.) (2)


İki arkadaş, Fırat kıyısından yola çıkarak, ormanın kapısına varmadan önce yedi dağı aşarlar.


“Sedirin dev boyutları dağın önünde göğe uzanmaktaydı.
Gölgeliği çok hoş ve rahatlık doluydu.
Gılgamış burada,
Batan güneşin önünde bir çukur kazdı.”


Gılgamış ve Enkidu Tanrıların da yardımıyla çok zorlu bi savaştan sonra Huvava’yı öldürüp başını keserler. Huvava’nın bekçiliğini yaptığı sedir ağacı ormanları, Tanrıça İrnini’nin (Sümerde İnanna) (3) yaşadığı yerdir. Gılgamış çıktığı bu seferden zaferle dönerken Tanrıça İrnini, onun güzelliğine kapılır ve Gılgamış’ı baştan çıkarmak ister. Gılgamış daha önceki âşıklarına yaptıklarını hatırlatıp, Tanrıçayı aşağılayarak onu geri çevirir. Çok öfkelenen İrnini, Gök-Tanrı Anu’dan öcünü alması için göğün kutsal boğasını Uruk’a göndermesini ister. Boğa yeryüzüne gönderilir ve Uruk’un altını üstüne getirir. Ama sonunda Enkidu kutsal boğayı öldürür. Bunun üzerine tanrılar kurulu toplanır ve Enkidu’nun ölmesine karar verir.


Enkidu, düşünde, yer altı dünyasına götürüldüğünü ve Nergal (Cehennem Tanrısı)* tarafından bir hayalete dönüştürüldüğünü görür. Bu düşün, ilk çağ insanlarının öte dünya hakkındaki düşüncelerini yansıtan ve günümüze kadar hemen bütün dinleri etkileyen satırları şöyledir:


“O ( tanrı), beni değiştirdi.
Öyle ki, kollarım bir kuşunkine benzedi.
Bana doğru bakarak, beni karanlıklar ülkesine,
Irkalla’nın** oturduğu yere gönderdi…
 İçine giren hiç kimsenin çıkmadığı eve,
Dönüşü olmayan yolun üzerindeki,
İçinde oturanların ışık yüzü görmediği eve…
Kendilerine düşen payın, toz
Ve yiyeceklerinin çamur olduğu yere.
Kanatları olan gömlekleriyle
Kuşlar gibi giydirilmişlerdi,
(Sonraki çağlarda ressamların melek tasvirine esin kaynağı olacak bu tanım)
Ve karanlıkta oturanlara ışığın yüzü esirgenmişti.”


(* Nergal, bazı kaynaklarda Cehennem Tanrısı olarak geçse de aslında yeraltı dünyasının tanrısıdır. önceleri Yeraltı tanrısı olan Ereşgikal bir gün işini bırakamadığı için Tanrıların toplantısına katılamaz. Yerine bir temsilci gönderir. Bütün tanrılar bu temsilcinin önünde ayağa kalkar ama Nergal kalkmaz. Ereşgikal bunu öğrenince çok kızar ve Nergal'i yakalatıp Yeraltına atar. Ama Nergal yeraltını karıştırır, altını üstine getirip Ereşgikal'i de tahtından indirip yerine oturur. Bununla da kalmaz, Ereşgikal'i kendisine karı seçer. Cehennem kelimesi sonraki çağlarda ortaya çıkar. Aslında Yehuda krallığının başkenti Yurselam'ın şehir dışındaki,çok kötü kokan çöplüğün adıdır. Kelime Arapçaya, oradan da Türkçeye geçmiştir.

** Irkalla, hiçbir kaynakta tatmin edici bir tanımını bulamadım. Büyük ihtimalle Sümer’de, Cehennem Tanrısı Nergal’in karısı olan “Ölüler Barınağının Hanımı” olarak bilinen tanrıça Ereşgikal’in Akad’daki diğer ismi olmalı.)


Enkidu hastalanır ve ölür. Destanın bu kısmında, Gılgamış’ın üzüntüsünü ve dostu için yaptığı yas törenlerinin çok canlı bir anlatımı vardır. Ölümün, yaşamdan çok farklı ve çok korkunç olduğuna değinilir. Korku nedir bilmeyen Gılgamış, kendisinin de Enkidu gibi ölümden kurtulamayacağı düşüncesiyle paniğe kapılır.


 “Ölünce Enkidu gibi olmayacak mıyım? Karnıma acı girdi. Ölüm korkusuyla bozkırda başıboş dolaşıp durmaktayım.” der.

Gılgamış ölümsüzlüğe kavuşan tek ölümlünün, atası Utnapiştim (Nuh) olduğunu bilmektedir. Ölümün ve yaşamın gizlerini öğrenmek için onu bulmaya karar verir. Ve ölümsüzlüğü aramak için yollara düşer. Bu yolculuk sırasında başından geçenler destanın bir sonraki bölümünü oluşturur.


Yolculuğunun başında, tepelik bozkırı dolandıktan sonra dorukları göğün yükseklerine erişen bir dağ dizisine varır.  Maşnu denen bu sıradağın eteklerinde akrep insanlar gözcülük yapmaktadır. Gılgamış dağın, Akrep-adam ve karısının bekçiliğini yaptığı kapısına gelir. Akrep-adam Gılgamış’a, o güne kadar hiçbir ölümlünün Maşnu dağını aşamadığını söyler. On iki fersah boyunca her yer kapkaranlıktır ve bir şey görmesi olanaksızdır.

Ancak Gılgamış yolculuğunun amacını söyleyince bekçi geçmesine izin verir. Ve zifiri bir karanlık içinde Güneş-Tanrı Şamaş’a ( Sümerde Utu) ulaşana dek karanlıklar içinde on iki fersah yol alır. /Araştırmacılar, bu yol için; Mezopotamya’dan kuzey yönde, Van gölünü çevreleyen ve 4500 m. yüksekliğe erişen, dorukları yaz-kış karla kaplı olan dağların arasından geçerek Fırat’ın kaynaklarına erişen bir yolu önermektedir. Uzak dağ köylerinde yaşayan Kürtler bu gün bile yün halılarına akrep motifleri dokurlar (bkz: D. Ferry, Gılgamesh, 1989, s. 52. ile W.Ryan ve W. Pitman, 2003, Nuh Tufanı, s. 289-290).  Babil kralı ll. Sargon da, İÖ. 800 yılında bu bölgeden bahsederken: “Yüksek dağlar her türlü ağaçla kaplı, geçitleri korku verici, boşluklarında bir sedir ormanı gibi gölgelerin yayıldığı ve patikalarında yürüyenlerin asla gün ışığı görmediği…” şeklinde tanımlamaktadır. İÖ. 500’de Ksenofon da, komuta ettiği Yunan ordusunu Karadeniz’e ulaştırmak için aynı yolu kullanmıştı./


Güneş-tanrı Şamaş, bu zorlu yolu da aşan Gılgamış’a:

“Gılgamış! Başını almış böyle nereye gidiyorsun?” diye sorar. Ve uyarır:

“Ardına düştüğün sonsuz yaşamı asla bulamayacaksın!”

Ama Gılgamış vazgeçmez ve yoluna devam eder. Daha sonra denizin kıyısına, “Ölüm Sularına” ulaşır. Burada bir başka bekçi ve karısı tanrıça Siduru ile karşılaşır. O da Gılgamış’ı ölüm denizini geçmekten vazgeçirmeye çalışarak, Şamaş dışında kimsenin o denizi aşamayacağını söyler ve Gılgamış’a yaşamdan haz alıp eğlenmeye bakmasını öğütler:


“Tanrılar (önce) insanı yarattılar,
Sonsuz yaşamı kendilerine ayırıp
Sonra ölümü (insanın) yanı başına bıraktılar.
Ey Gılgamış, karnını doyur,
Gündüz ve gece kendini güldür.
Gündüz deme, gece deme çal, oyna.
Her gününü bir zevk şölenine dönüştür.
Giysilerin parlak ve temiz olsun,
Başını yıkayacağın, yıkanacağın suyun bulunsun.
Elinden tutan küçüğünü boşlama,
Bırak eşin göğsünde haz duysun.
Çünkü insan(lığ)ın görüp göreceği (her şey) budur.” 
(4)


Gılgamış elinde posalı bira tası (5) olan Siduri’yi dinlemez ve yoluna devam eder. Sonunda Hancı Kadının barınağına ulaşır. Gılgamış ona, Utnapiştim’i görmek için suları nasıl aşacağını sorar.
Hancı kadın Gılgamış’a:


“Gılgamış, buradan şimdiye kadar kimse geçmedi. Yüzey boyunca her yerde ölüm suları akar. Zamanın başlangıcından beri hiç kimse bu ölüm denizini aşmayı başaramadı. Uzakta, yolu kesen sular içinde diğer sular, ölüm suları ağır ağır akar.” der ve onu Utnapiştim’in gemisinin dümenciliğini yapmış olan Urşanabi adlı kayıkçıya gönderir.

Gılgamış Urşanabi’ye, kendisini kayıkla ölüm sularının karşısına geçirmesini buyurur. Ancak kayığın ölüm sularında yol almasını sağlayan nesneleri görünce şaşırır ve birden gazaba gelerek baltasıyla onları kırar. Urşanabi:

“Ah Gılgamış! Beni bu ölümcül sulara değmeden, bir yakadan diğerine taşıyan işte bu taş nesnelerdir.
Ölüm sularını aşmayı engelleyen senin ellerindir Gılgamış! Sen onları parçaladın, onları tutan halatları çekip kopardın.”
der. (6)


Gılgamış sonunda Utnapiştim’in oturduğu yere gelir. Ve ondan ölümsüzlüğü nasıl elde ettiğini anlatmasını ister. Atası, Gılgamış’a acıyarak, dayanılmaz gerçeği, ölümsüzlüğün olmadığını, sadece ertelenebileceğini anlatır:


“Sonsuza kadar kalabilecek bir ev yapabilir miyiz? Bütün zamanlar için geçerli bir anlaşma imzalayabilir miyiz? Ölüme gelince, günü ve saati gizlidir. Yaşam süresi dümdüz gösterilir.”

Bunun üzerine Gılgamış, ona ölümsüzlüğü nasıl elde ettiğini sorar. Utnapiştim, Gılgamış’a tufan öyküsünü anlatır ve ona tanrıların çok sıkı korunan iki sırrını anlatır. Bunların ilki, tanrı Enki’nin tufanı kendisine haber vermesidir. İkinci giz ise, yaşlanmayı durdurup insanı gençleştiren bir bitkinin varlığıdır. Çaresizce geri dönmeye karar veren Gılgamış’a bu bitkinin bir denizin dibinde bulunduğunu söyler. Gılgamış, bacaklarına taş bağlayıp denize dalar ve bitkiyi ele geçirir. Dönüş yolunda bir göl kıyısında yıkanmak ve giysilerini değiştirmek için mola verir. Ancak yıkanırken bir yılan çiçeğin kokusuna alır ve bitkiyi kapıp kaçar(7). (Anadolu’da Lokman hekim efsanesi!) Kaçarken de, değiştirdiği eski derisini arkasında bırakır. Destan, ölümsüzlüğü bulamayacağını anlayan Gılgamış’ın, suyun kıyısında acı içinde değişmeyecek olan kaderine ağlamasıyla son bulur.

 

1) Tapınak fahişeleri, Eski çağda özellikle anaerkil toplumlarda; İnanna, Kybele gibi aşk ve cinsellik tanrıçalarına adanan tapınaklarda, tanrıçaya hizmet eden ve tapınağı ziyarete gelen yabancı yolcularla aşk yapan, kendilerini tapınağa adamış olan kadınlardır.


2)  Bazı araştırmacılar, eski Yunanda Herakles’in On İki İşi’nde anlatılan, Herakles ile Hidra öyküsündeki dokuz başlı bir yılan olan Hidra’nın başlarının kesmesinin, bu olayla ilişkili olduğunu düşünür.


3) İrnini: Sümerdeki aşk, cinsel çekicilik ve savaş tanrıçası İnanna’nın diğer adı.  Venüs yıldızıyla (o çağlarda gezegenlere de yıldız deniyordu) gösterilirdi. Daha sonraki uygarlıklarda adı; Babil-Akad’ta İştar, Asurda Aştart veya Astarte ve Fenikede Aştar, Aşoret veya Astoret oldu. Mezopotamya’nın diğer halkları olan Med ve Perslerde ise yıldız kelimesinin karşılığı Sterk, Sterke (İngilizcedeki Star= yıldız kelimesi de buradan türemiştir) idi. Eski Yunan’da (denizle de ilişkili olduğu kabul edildiği için) Astarte güzellik tanrıçası Afrodit’e dönüşür. Roma’da ise adı Venüs’tür. Sümer mitoslarından birinde İnanna’nın, erkek kardeşi ve kocası olan Tammuz’u ölüler ülkesinden kurtarmak için yeraltı dünyasının kapısını çaldığında savurduğu tehdit o kadar canlı ve şiirseldir ki, konuyla ilgisi olmasa da bir parçasını buraya almadan edemedim:

Ey kapı bekçisi, kapını aç!
Kapını aç da girebileyim!
Eğer açmazsan kapıyı,
    böylece giremezsem içeri,
Kapıyı kesin parçalayacağım!
     sürgüsünü koparacağım kesin!
Kapı direğini parçalayacağım!
      kapı kanatlarını söküp atacağım bilesin.
Ölüleri kaldırıp ayaklandıracağım,
Dirileri yesinler diye bırakacağım.


4) Kitab-ı Mukaddes (1981 baskısı) 9:7-9’da, Davud’un oğlu; yaşamda her şeyin boş olduğu temasını işledikten sonra öğütlerinde şöyle der: ”Git sevinçle ekmeğini ye ve iyi yürekle şarabını iç,/…./ esvabın daima ak olsun, başının üstünde kokulu yağ eksik olmasın./…/bütün boş günlerinde sevdiğin karın ile hoş bir hayat geçir, çünkü hayattan ve güneş altında çektiğin emekten payına düşen budur.” (Bu benzerliği, Mezopotamya uygarlığının sonraki dinleri ne kadar etkilediğine dair küçük bir örnek olarak ekledim.)


5) Batılı bilim insanları; pek çok şeyde olduğu gibi uygarlığın önemli buluşlarını genelde Eski Mısır ve Avrupa’nın bir parçası olan Eski Yunan uygarlığından kaynaklıymış gibi gösterip, Mezopotamya ve eski Anadolu uygarlıklarının inanç ve uygulamalarını göz ardı etme eğilimindedir. Burada, biranın eski Mısır’dan çok önceleri Mezopotamya’da kullanıldığı anlaşılıyor.


6) Çevirmenler bu taş nesneler ve halatın ne olduğu konusunda anlaşamaz. Halat, Sümerce özgün çiviyazısında “urnu” dur. Doğubilimciler, urnu sözcüğünün Mısır yeraltı dünyasındaki bir ırmağın adı olan Urnes ile ilgili olduğunu söylerken, bazı araştırmacılar, Urşunabi’nin, Gılgamış’a ormana gidip daha çoğunu kesmesini söylemesinden bu sözcüğün sarmaşık olduğunu düşünmektedir. (Bence bu sarmaşıklar pekâlâ bu gün bile halat ve gemi palamarı yapımında kullanılan ve metrelerce uzunlukta boy atan kenevir bitkisi olabilir.)


7) Öykünün bu kısmı, yılanların her yıl eski derilerini atarak yaşamlarını nasıl yenileyebildiğine bir açıklama getirme (nedenbilimsel) amaçlıdır. Sümer’den sonra yılan, hemen bütün halkların mitolojisinde çok önemli ve kutsal bir motif olacak yer alır. Özellikle Mezopotamya ve Anadolu mitolojisinde, eczacılık ile tıp’da ve bütün dinlerde motif olarak en çok kullanılan canlı varlık yılandır. Hatta Ezidi inancına göre, Nuh’un gemisi tufan sırasında delinir. Gemide bulunan hiçbir insan veya hayvan o deliği tıkayacak bi çare bulamaz. Siyah renkli bir yılan canı pahasına o deliğe girerek gemidekilerin hayatını kurtarır. O nedenle Ezidiler yılanı kutsal sayarlar ve asla öldürmezler.Kutsal yılan konusunu daha sonra ayrıca anlatacağım.

Kaynaklar:

1-Sami dilleri tarihi, G.Bergstrasser,2006

2-Dinler tarihi, F.Challaye, 1960

3-Kayıp uygarlıklar, R.Eurneux, 1979

4-Düşün yazıları, C.Ş.Kabaağaç, 1985

5-Ortaoğu Mitolojisi, S.H.Hooke, 1995

6-Nuh Tufanı, W.Ryan ve W.Pitman, 2003

 

 
Toplam blog
: 36
: 7030
Kayıt tarihi
: 12.12.07
 
 

Elazığ'ın, şimdiki adı Alacakaya olan, ama eskiden küçük bir madenci kasabasında; Güleman'da doğd..