Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Eylül '20

 
Kategori
Edebiyat
 

Eski Dost Düşman Olur

Memleketimden İnsan Manzaraları: 284

Eski Dost Düşman Olur!

                Yüzde yüz güvenmek diye bir şey yoktur. Hiçbir devlete, hiçbir insana… Hele hele “kan bağı”, “din ve iman bağı” denen çürük mü çürük ipliklere hiç mi hiç!..

                İnanmayan, tarihe baksın. Baba oğula ne yapmış, oğul babaya neler neler!.. Ya kardeşin kardeşlerine yaptığı! Tahta çıktığı gün, beşikteki kardeşlerini bile boğduran padişahlarımız yok mu?

                Ve onları yere göğe sığdıramayarak kasideler yazan ünlü şairlerimiz?.. Kim ne derse desin, iyilik de var genlerimizde, kötülük de… Şair Faruk Nâfiz Çamlıbel’in, “Bir çini kâse gibi başkadır içim, dışım”  dediği gibi değil mi birçoğumuz?

                Sözgelişi, Sabahattin Ali, 1928 Kasım’ında Almanya’ya giderken, O’nu Sirkeci Garı’nda uğurlayanlardan biri de arkadaşı ve dostu Nihal Atsız’dır. Aradan sekiz-on yıl geçince yollar ayrılır. Atsız sağda, arkadaşı Sabahattin solda at koşturur artık.

                Kim demiş, “Eski dost düşman olmaz.” diye? Öyle olsaydı eğer, Atsız, çıkardığı Orhun adlı dergide, eski arkadaşı ve dostu Sabahattin Ali’yi, dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu’na yazdığı iki açık mektupla şikâyet eder miydi?

                Komünist olduğunu, Atatürk’ü yeren bir manzume yazdığını,İsmet kodese girmedi mi hâlâ/ Kel Ali’nin boynu vurulmadı mı?” dediğini de özellikle belirtip, “Böyle biri, Ankara Devlet Konservatuarı’nda nasıl öğretmen olabilir?” diye sorar.

                Bu yayınlardan sonra, milliyetçi geçinenler, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok kentimizde komünizm aleyhinde gösteriler yapar.

                “Turancı” olarak tanımlanan Almanya yanlısı aşırı sağcıların taşkınlıkları bardağı taşırınca, Cumhurbaşkanı İnönü de tavır alır bunlara. Dolayısıyla ileri gelenler yakalanıp yargılanır. Atsız dahil, birçoğu 6 yıl hapisle cezalandırılır. (1944)

                1943’te Stalingrad’ı aşamayan Almanya’nın yenileceği belli olmuştur artık. O günlere kadar güya tarafsız ama “güçlü”den yana görünen yöneticilerimiz de yavaş yavaş tavır değiştirir. Bu değişik tutum, ister istemez 1944 ve sonrasındaki mahkeme kararlarına da yansır.

                Bu sıralarda, üçüncü kez yine askere çağrılır; Sabahattin Ali. Bu kez Çankırı’dır görev yeri. Nereye gitse adım adım izlendiğinin farkındadır ama “Can çıkar; huy çıkmaz!” demişler ya hani. Dilini tutamaz bir türlü. Bildiği ve düşündüğü her şeyi söyler açıkça. Hele hele akşam yemeklerinde bir kadeh rakı alınca, öve öve bitiremez; sosyalizmin erdemlerini.

                Almanya geriledikçe gerilemiştir; 1945’te. Savaşa girmeyeceğimiz belli olunca, üçüncü askerliğini de tamamlayıp döner evine yazarımız. Ve kaldığı yerden devam eder; Tercüme Bürosu’ndaki işine. Bir gün, buradaki müdürü Sabahattin Eyüboğlu, “Sen de gelir misin?” diye sorar. Nereye mi?

                Bodrum’daki “Halikarnas Balıkçısı”Cevat Şakir’in davetine… Bedri Rahmi, Melih Cevdet, Necati Cumalı, Erol Güney gider de, Sabahattin Ali’nin başı kel mi? O niçin gitmeyecekmiş?

                Samim Kocagöz’ün bulduğu bir tekne ile başlar; Ege kıyılarındaki “mavi yolculuk”. Balık da tutulur; rakı da içilir; öyküler de anlatılır. Hele hele hapisteki Nâzım’dan:      

                               “Güzel günler göreceğiz çocuklar…

                                güneşli günler göreceğiz.

                                Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar

                                ışıklı maviliklere süreceğiz.”

diye şiirler de okunur. Bir gün Ege adaları arasında dolaşırlarken, ağ çekmekte olan bir Yunan balıkçı teknesi görürler. Cevat Şakir çok iyi Rumca bildiği için, “Yaklaşıp konuşalım” der. Kabul görür bu öneri. Tanışma faslında, “direnişçi” oldukları anlaşılır. “Ne direnişçisi!” mi dediniz?

                30 Nisan 1945’te Hitler’in intihar etmesiyle, Avrupa’da savaş sona erer. Büyük savaş sona erer ama Yunanistan’da iç savaş başlar. Rusya’nın desteklediği komünistlerle, İngiltere’nin kışkırttığı kralcılar, birbirlerini yemektedir.

                Yunanlı direnişçi balıkçılarla bizim yazar ve şairler, birlikte kurarlar sofrayı. İlk kadehler “şerefe!” diye kalkar. İkinci kadehi “Kaptan Kemal’in şerefine!” diye kaldırınca Yunanlılar, “Hangi Kemal?” diye sorar, Cevat Şakir:

                “Yani, Andart Kemal” derler. Kimmiş, bilir misiniz, bu Andart Kemal?

                Bizim şair, yazar ve siyasetçi kimliğiyle tanıdığımız Mihri Belli… Hayda!.. Onca ünlü şair ve yazarımız varken, neden Mihri Belli? Nedir O’nun farkı ötekilerden?

                Çünkü O, ABD Missisipi Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu ve 30 yaşında solcu bir Türk genci olarak Yunanistan’daki iç savaşa direnişçiler safında katılır. (1946 – 1949) Demokratik Ordu saflarında tabur komutanlığına kadar yükselir. (Andart, “komünist direnişçi” demekmiş Rumca’da)

                Türkiye’de demokrasi, sosyal adalet ve işçi haklarını savunan her yazar, şair ve siyasetçi gibi, Mihri Belli de hayatının en önemli yıllarını hapiste, sürgünde ve yurtdışında geçirmiştir.  “Millî Demokratik Devrim” tezini savunanlara böyle yaparız işte biz!

                İster Nâzım olsun adı, ister Mihri, ister Sabahattin… Dik duranı, boyun eğmeyeni, vicdanının sesini dinleyerek konuşup yazanları anasından doğduğuna pişman ederiz!

                Ne biçim insansa onlar da üç kez, beş kez hapse girip çıkarlar, çeyreği kadar bile olmayanların muteber koltuklarda oturduklarını görürler de, yönlerini değiştirmezler hiç. Oysa dün ak dediğine bugün kara, dün ‘kötü, çok kötü’ dediğine bugün ‘iyi, çok iyi’ dese kıyamet mi kopar! Öyle yapanların nasıl rahat yaşadıklarını, nasıl el üstünde tutulduklarını görmüyorlar mı acaba?

                1945 Nisan’ında Almanya teslim olduktan sonra, ABD bütün gücüyle Japonya’ya yüklenir. Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attıkları atom bombasıyla, bir anda 200 binden fazla günahsız sivil halkın ölmesine neden olur. Bu felaketten sonra, Japonya da pes eder.

                Eh artık, “Dediğim dedik, çaldığım düdük.” diyebilen tek bir devlet vardır; 1945’te. O da ABD idi elbet. Bu durumda, akıllılar ne yapar? En güçlü kimse, ondan yanaymış gibi görünür; değil mi?

                Bizim düne kadar en güçlü olan Almanya’yı destekleyen ileri görüşlülerimiz, yüz seksen derece bir dönüşle ABD’ye alkış tutarlar hemen. Fakat onlar gibi güçlüye yamanmayı beceremeyen Sabahattin Ali ile arkadaşları Esat Âdil, Mustafa Seyit Sutüven ve Vedat Baykurt, Yeni Dünya adlı bir gazete çıkarırlar.

                Amaç, güçlüyü değil, demokrasiyi savunmak… Sosyal demokrasiyi, demokratik devrimi savunmak…

                Dün, bütün güçleriyle Almanya’yı savunan Turancıları, kafatasçıları ve aşırı milliyetçileri, bu kez ABD’yi arkalarına alarak Sovyetler Birliği’ne, dolayısıyla solcu yazarlara yüklenirler. Sonuç:

                4 Aralık 1945 günü, Beyazıt’ta toplanan büyük bir kalabalık Cağaloğlu’na yürüyüp Tan gazetesi ve Yeni Dünya gazetesi ile Görüşler dergisi bürolarına saldırıp her şeyi yakıp yıkarlar.

                Çok ilginçtir, bu saldırıyı yapanlar arasında Süleyman Demirel, İlhan Selçuk, Necmettin Erbakan ve Ali İhsan Göğüş de vardır. (1)

                Düşünen insanlar için, alınacak çok dersler yok mu burada?

                                                      BİR KÖY VARDI

         Ahmet Kutsi Tecer, bir şiirine, “Orda bir köy var uzakta/ O köy bizim köyümüzdür/ Gitmesek de gelmesek de/ O köy bizim köyümüzdür” dörtlüğüyle başlar. Hemşerim Aksekili Prof. Dr. Cemal Kurnaz da 2. Baskısı yapılan 492 sayfalık eserine “Bir Köy Vardı”(2) adını koymuş.

                “Niçin mi böyle bir ad koymuş? Bugün yok muymuş o köy?” demekte haklısınız:

                Evet, çok uzak değil, 40-50 yıl önce Güzelsu, Çaltılıçukur ve Murtiçi yakınlarında Profesörümüzün çocukluğunun geçtiği, tarlalarında öküz, kırlarında oğlak güttüğü Taşlıca diye güzel bir köy varmış. Şimdi mi? Akseki’nin pek çok köyü gibi adı var, kendi yokmuş artık.  Aynen benim köyüm Gödene, annemin köyü Menerge gibi… Gençler çekip çekip gitmişler hep. Birkaç yaşlı aile kalmış. Yıllardır ne okul varmış, ne öğretmen…

                Hamuru Taşlıca köyünde yoğrulan hemşerimin gönlü razı olmamış; köyünün bu acı kaderine. Emeğine acımadan yıllarca alın teri döküp tarihinden coğrafyasına, fiziğinden müziğine, insanından hayvanına, otundan purçuna, atasözleri ve deyimlerinden yer adlarına varıncaya kadar her birini ince ince araştırıp yazmış.

                Böylece, köyüne karşı olan borcunu ödemiş hemşerimiz. O’nun gönlü rahat şimdi… Ne mutlu!

                 Darısı biz borçluların başına!

-----------------------------------------------------------

(1) Yeşil Mürekkep: Osman Balcıgil, Destek Yayınları 2016 İstanbul

(2) Bir Köy Vardı: Prof. Dr. Cemal Kurnaz, Berikan Yayınevi / Kurgan Edebiyat Yayınları, 2020                  

                                                                                                                  Hüseyin Erkan

                                                                                              huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

               

 
Toplam blog
: 100
: 88
Kayıt tarihi
: 19.02.20
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..