Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Kasım '15

 
Kategori
Öykü
 

Eski dostlar

Eski dostlar
 

Kadıköy çarşı içi..


Giderek koyulaşan akşamın gölgelerinde dudaklarındaki morluk görünmez olmuştu. Gözleri daha bir parlıyor gibiydiler oysa. Arkasını dönüp taksinin ön koltuğuna zorlukla oturmaya çalışır ve bastonunu içeriye alırken, hışırtılı nefesi duyulmaz olmuş, arkasında hafiften anason kokulu bir soluk bırakmıştı. Gelip geçen arabaların ve akşamın seslerine karışan ve zor duyulan, ama iç paralayan keskinlikteki son sözleri giderek uzaklaşan arabanın arkasından uzun süre bakmasına neden olmuştu.

-Bir daha sefer zor be, buluşabilir miyiz bilmem. Benim önümdeki mesafe giderek kısalıyor, bunu biliyorum.

 Yaklaşan taksiye el kaldırdı. Kaldırıma yanaşarak duran taksinin ön koltuğuna otururken,

-Harem, diye seslendi. Bir İstanbul akşamının ışıkları geriye doğru akıp geçerken içinde büyüyen bir hüzünle yalnız kaldı; gün güzel geçmiş sayılırdı oysa...

-Özcan, şu bizimkileri bir topla da oturalım bir yerlerde havalar soğumadan.

-Haklısın da, benim artık bu işleri toparlayacak halim yok. İsmet'e telefon ederim. O ayarlasın, zaten kaç kişi kaldık. Arada uzadı, otururuz bir yerlerde, iyi olur.

-İsmet'e söylersen bu iş seneye kalır. Neyse, hayırlısı, görüşelim. Son zamanlarda sanki koşmuş gibi yorgun zor nefes alıp verişleri, soluğundaki hışırtı telefonda bile belli oluyordu. İki gün sonra geldi mesaj. "Perşembe 12.30 da Kadıköy eski iskelede ol. Sen, ben, Özcan, Vehbi, Mahmut buluşuyoruz. Selamlar, İsmet." Doğrusu İsmet beni mahçup etti diye gülümsedi.

 Otobüs İzmit Körfezi'ni sol yanda maviliği ile başabaşa bırakıp İstanbul'a doğru akıyordu. Her şey ne kadar değişti diye düşündü. İleride Hersek Burnu'na doğru körfezin iki yakasını artık birleştirmiş olan asma köprünün silueti, sabah sisleri arasında tüm haşmeti ile görünür olmuştu. Hızla akıp giden trafiğin gürültüleri arasında ne kadar azaldık diye düşündü içi burkularak. Başlangıçta daha sık aralar ve daha çok kişiyle yapılan arkadaş toplantıları, araları gittikçe uzayarak ve katılımcı sayıları azalarak da olsa devam ediyordu. Neredeyse altmış yıl oluyordu Askeri Tıbbiye' de personel subayının odasından kollarında bornoz, havlular, askeri dikimevinde dikilmiş fanila ve ağları kese kağıdı kalınlığında donlar, iki haki gömlek ve siyah gravat, iki kalıp Kafoğlu sabunu, biri yazlık, biri altı lastikli kışlık 40 numara iki Yeşil marka asker kundurası yükü ile ayrılıp, yeni bir yaşama adım atışı.Tıp Fakültesi gibi bir yerde uzun ve pahalı bir eğitimi kendi olanakları ile sürdürmek imkanı olmayan ailelerin ülkenin dört bir yanından gelmiş çocuklarıydık. Bir Ankara Kasım'ında ellili yılların sonunda başlayan beraberlik sürüp gidiyordu hala.

 Otobüs firmasının servis minibüsünden kafasında bu düşüncelerle inip Kadıköy'ün öğlen kalabalığına karıştığında buluşmalarına yarım saatten fazla zaman vardı. Yazdan kalma, pırıl pırıl bir güneşin insanın sırtını okşar gibi ısıttığı bir sonbahar günüydü. Akıl almaz bir insan kalabalığı oradan oraya durmaksızın bir hareket halinde insanın başını döndürüyordu. Yanaşan vapurlardan, dolmuş motorlarından, otobüslerden, dolmuşlardan inenler, binmeye çalışanlar; yapışkan bir gürültü, her türden müzik sesi, boğaz turu yapan teknelerin karadeniz şiveli çığırtkanlarının sesi, seyyar köfteci tezgahları ve rıhtıma yanaşarak balık ekmek satan teknelerden yükselen arabesk koku ve dumanlar, bütün bu sesleri bastıran yakın camilerden peşpeşe yükselen öğle ezanı sesi ve denize atılan ekmeklere dalıp çıkan martıların çığlıkları, hepsi bir birine karışıyordu.

 Sayıları o yıllarda üç tane olan Ankara'daki tıp fakültesinden mezun oluşlarından bu yana elli yılı geçmişti. İdealist, kamucu anlayışı benimseyen, cumhuriyet değerlerine bağlı, ülkenin dört bir yanına dağılan bir kuşaktan, şimdilerde değişen bir tıbbın ve değişen bir hayatın dışına savrulmuş, bir elin parmakları kadar kalmıştık. Hemen hepsi şimdilerde ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşan bir avuç doktor eskisi. Bulduğu nispeten tenha bir yerden denize dalmış düşünürken, arkasından gelen sesle irkildi.

-Bakıyorum hala deniz olmadan yapamıyorsun.

-Vay İsmet, ne haber, nasılsın?

-İyi. 

 Pek konuşmazdı İsmet, ağır çekim hareketlerine bakmayın, hayatı hızlı yaşayanlardandı. Bypass ameliyatı olalı epey zaman geçmişti, iyi görünüyordu. Hasretle kucaklaşıp buluşma yerine hareketlendiler. Karşıdan, Reis diye seslenen Mahmut'a yöneldiklerinde, yan tarafta bankda Vehbi bastonu bacakları arasında oturuyordu. Biraz sonra bastonuna yaslanıp ağır aksak yürüyüşüyle Özcan da geldiğinde ekip tamamlanmıştı. Kalp yetmezliği ile boğuşan Özcan ve bypasslı Vehbi'nin bastonlarına dayanarak ağır adımlı yürüyüşlerine ayak uydurup çarşı içine yöneldiler; altmış yıl öncenin bir Kasım gününün deli fişek delikanlıları, altmış yıl sonraki bir Kasım gününde yılları sırtlanarak. Kadıköy çarşı içinin lokantaları, balıkçıları, kafeleri, birahanelerinde genelde önlerindeki masalarda güneşli havayı fırsat bilip oturan cıvıl cıvıl, neşeli bir kalabalık, dar sokaklarında omuz omuza yürüyen renkli ve canlı bir insan hareketliliği birden havayı değiştirmişti. Bir lokantanın açık camları yanında tenha oluşu nedeniyle seçtikleri içeride bir masaya oturdular.

- Reis hadi sen gerekenleri söyle. İsmet garsona gerekli olanları yazdırdı.

-Bir otuzbeşlik yeterli değil mi baba, diyen garsona;

-Sen bir yetmişlik getir, yetmez ama bitince ilave ederiz.

 Sağlığa buluşan ortadaki ilk kadehlerle birlikte koyu, hasret kokan, kimi zaman hüzünlü, kahkahalarla kesilen kimi zaman, akışkan bir melodi gibi bir sohbet başladı sonra. Geçen hayatın ta kendisi gibiydi. Kazanılan, kaybedilen, güldüren, ağlatan kimi zaman. Ama sahici, ama hilesiz ve hurdasız, ama içten...

-Bizim kuşakların özelliği buydu diye ekledi Vehbi, hile hurda yoktu bizde. Özcan, nefes açıcı spreyinin yanında trajik bir çelişki gibi duran rakı kadehinden bir yudum alarak ekledi.

-Yahu, bu yanımda oturan adamı kıskanıyorum. Her toplantıda biraz daha gençleşmiş gibi geliyor sanki. Ne yapıyorsun bunun için, bize de söyle.

-Görmüyor musun, saçımı boyatıyorum, beyaza...

 Kastamonu'lu garson masadaki sohbetten kendini alamaz olmuştu. İlave rakıları yirmilik olarak iki şişe daha getirdiğini söylerken hayretini gizleyemiyordu.

-Baba özel bir toplantı galiba.

-Evet altmış yıllık bir arkadaşlığı kutluyoruz.

-Vay anasına, daha benim dünyaya gelmeme bile otuz sene var. Balık ne yaptırayım baba?

 Konuşma akşamın ilk ışıklarına kadar devam etti. Her şey konuşulmuştu ama hiç siyaset konuşulmamıştı. Vatanı da kurtarmamıştık. Yoksa siyasetin konuşulacak, vatanın kurtarılacak hali mi kalmamıştı. Yoksa bizim mi bunlara halimiz...

 Gitmek üzere kalktığımızda arkalardan bir yerden Yaşar Özel'in davudi sesi geliyordu hafiften. Eski dostlar; yosun tutan taşlar gibi. Unutulmaz, unutulmaz...Kastamonulu arkadan seslendi.

-Bu kaseti sizin için koydum. Sağ olun babalar, hoşça kalın, kendinize iyi bakın.

-Günde onbir tane ilaç içerek ne kadar iyi bakılabilirse o kadar, diye ekledi Özcan. Vehbi bastonuna dayanmış derin nefesler çektiği Tekel 2001 sigarasında fırlatıp atarak,

-Hadi beyler gidelim, dedi.

 Dalmışım, geldik beyim; Harem, diyen şöförün sesine döndüm. Kapıyı açtım, indim akşamın karanlığına...

 

Akın Yazıcı

18 Kasım 2015/İzmit

 

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..