Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Kasım '06

 
Kategori
Kitap
 

Eski kitap kokusu

Eski kitap kokusu
 

Kadıköyü'nde yağmurun ince bir rengi vardı. Aşağıda iskelenin oralardan bir deniz kokusu gelir, alırdı aklını adamın. Güz akşamları erken kararan havalarda, rıhtımdaki büfelerde sosisli, döner satan büfelerin kırmızı ışıkları olurdu. Eski bir lodos unutulmuş şarkılar söylerdi bana.

Ordaydım. O ilk gençliğin tükendiği yerde. Ara sokaklardan hep aşağı doğru inerdim. Sevgilim yoktu, sevenim yoktu, tek başımaydım. Yüzümde arkadaş evlerinin kirli sarı kokusu, içimde geceden kalmış bir kanyak-çay acılığı. Yürüyüp giderdim. Üniversiteli, gözlüklü, ceketli bir öğrenciydim. Uzun bir yağmurluğum vardı, atkım karışır giderdi rüzgara.

Çantamda bir dolu şiir, ucuz kitap, renkli kalem, eski resim... Ders kitaplarından ölmüş babama mektuplar atardım. Annem uzaktaydı Eskişehir’de, gelip geçenleri gören bir tren istasyonunda. Ordaydım ve tektim.

Nasıl kokuları olurdu bilseniz. Cemil diye bir adam vardı, yerde kitap satardı. İlk tanıdığım kitapçı. Denize inen sokaklardan birinde, bir apartmanın zemin katına depoladığı kitaplar arasında, bir yatak ve üç beş kap kacakla yaşar giderdi. Her gün, yaz kış demeden, saat iki sularında sokağa yavaş yavaş tezgahını açar, kitapları yayardı üzerine. Yavaş yavaş ama. "Hiç bir şey için acele etmeye değmez" derdi. Bense gençtim. Ne aceleceydim. İçimde bitip tükenmeyen bir kuş yağmuru. Nasıl kokuları olurdu bilseniz Kerime Nadir romanlarınn. Hıçkırık, Samanyolu. Kapaklarındaki (Münif Fehim mi çizmişti kapaklarını, yoksa o Kulüp Rakısı’nda mıydı) kadın resimlerinden birine aşık olmuştum. Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’ndan, Acımak’ından konuşalım. Eski kitaplardan konuşalım.

Bu akşam, pencereleri yağmuru döverken, susmayalım ne olur, konuşalım.

Eski kitaplar, eski günlerin perdeleridir, ağır bir geçmişi usul usul aralar. Cemil gibi acele etmeden. Maldoror’un Şarkıları’nın en eski basımı var bende diyordu. O zamanlar ah, ne Maldoruru ne Şarkıları, benim için varsa Selim İleri , yoksa Sait Faik. Varsa kar yağarken Burgazada önlerinden tut da , yoksa bir yaz öncesinde gittiğim Bodrum’a. Her Gece Bodrum’un Altın Kitaplar’dan çıkan kapağı gözümün önünde; Cemal Süreya’nın dediği gibi, burnumun kemiğinde sızı. Şöyle sakallı bir adamla, kırgın bir kız elele tutuşmuşlar. Bir kalp, bir gönül gibi durmuşlar. Eleleliklerinde öyle bir görünüm var. O görünüm arasından Bodrum Kalesi ve mavi mor deniz. Her Gece Bodrum’u özlüyorum.

Sonra başkaları dökülüşüp geliyor. Koço Restaurant’ın karşısına bakan Eski Moda İskelesi’ne giden, ağaçlıklı yol. Eski Moda İskelesi’nde ateş yakılmış bir akşam. Cebimde Yeni Türkü yayınlarından Ahmet Erhan. Alacakaranlıktaki Ülke. Kapağında dikenli teli andıran bir desen var. Ama çiçeklerle bezeli dikenli teller. Sanki basma bir entariden çiçekler bunlar. Kapakta Ahmet Erhan. Erhan Bozkurt değil artık. Babası ölmüş. Sokakta. Ankara o zaman buz gibi soğuk. Ve dizeleri hala içimi kanatan bir şiir. "Acı takunyalar giyerek yürürdü içimde / Sevincinse tüyden ayakları vardı." Eski Moda İskelesi’nde ben ayışığını tanımıştım bir de bu.

Nasıl kokuları olurdu bilseniz -kasımpatılara benzer- eski kitapların. Sonra sahaflar başladı. Önce Kadıköyü’ndekiler. Ara sokakların birinde yine. Kapıda bir kutu içinde beyaz diziler vardı. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’ı o zaman görmüştüm. İlk basım. Hemen girip almak istediğim. Kapağında filizi bir renk. Sonra içerdeki adam. Tanışıp nice zamanlar birlikte çay içtiğimiz. Eskişehir’de bir kardeşi varmış onunda. Eski albümler açıldı sonra. Kardeşi doktormuş orada. Küslermiş.Hayatın kırgınlıkları. Eski albümlerden eski resimler. Kendisinin değil, yaşamadığı bir hayatın resimleri. Ola ki Akademi Kitabevi. Edip Cansever ile Turgut Uyar oturmuşlar, ellerinde limonlu votkaları (anlaşılmıyor içtiklerinin ne olduğu, siyah beyaz bir resim çünkü), bir merdiven altında, kitap yığınları arasında. Bir diğerinde Sait Faik, Özdemir Asaf. Kara gözlüğü gözünde Sait usta’nın. Adadan inivermiş yine. Resimler...Hayatımı çalmış gibi.

İşte bir roman yine. Selçuk Baran. Bozkır Çiçekleri. Şimdilerde yine bahsedildi adından. İnce, kırgın bir roman. Kapağında ola ki Nurten’in resmi. Romanda, sekreterliğini yaptığı müdürün sevgilisidir. Romanlar o zamanlar hayatı mı anlatıyordu ne. Orhan Kemal’ler, Kemal Tahir’ler. İçinde güpegündüz yaşadığımız hayatı. Gerçek, kanlı canlı insanları. Sanıyorum postmodern bir şeyden öte, gerçek kanlı canlı hayat vardı onlarda. Sıcacık kapanırdı dolmuş kapıları, muhallebicilerde çayın dumanı tüterdi usuldan, kırmızı koltuklar vardı – Pangaltı’daydı, iki ermeni işletirdi, tavuk göğsünü ağzında tutup emdikçe, geriye anılar gibi tarçınlı bir tat kalırdı-, sonra yağmur tarifleri... Farkında mısınız eskiden romanlar bir odanın, bir yerin, bir ormanın bir mevsimin tarifiyle başlardı.

Ve Beyoğlu’nu keşfedişim. Yağmur kokan paltoların, pasajın kendi sıcağından yavaşça kuruması. Pasaj diyorum hangi pasaj, var mı bilen. Balık Pazarı’nın içinde Şampiyon’dan sonraki ilk pasaj, solda. Kaç kere sarhoş sarhoş gezdim oralarda. Video kasetlerine baktım, plaklara baktım, 1949 senesindeki bir alfabe kitabına baktım. At yazıyordu, altında at resmi vardı. Ne garip. Kapağında Konya yazıyordu. Kimbilir kim yazmış. Sahaf kitaplarının uyandırdığı bir kimbilir kim duygusu vardır. Emin olun. Nasıl söylemeli. Bir Attila İlhan kitabı almıştım. Abbas Yolcu’ydu sanırım. İçindeki ilk sayfada, Salih diye birinin Siyasal Bilgiler Fakültesinde, 1977’de öğleden önce bir saldırı olduğuna dair notu vardı. Beğendiği yerleri çizmişti romanda Salih. Kimdir şimdi nerdedir. O saldırıda çok yaralanmış mıdır. O saldırıyı kim yapmıştı. Salih kimlerdendi. Neden bunu o kitaba yazma gereği duymuştu. Hiç bilmiyorum. Kimi zaman da bir sinema bileti, hiç ilgisiz, bir kağıt parçası bulursunuz arasında sahaf kitaplarının.

Tomris Uyar sonra. Dizboyu Papatyalar, 80’lerde kitabın baskısı tükenince Adam Yayınları tekrar basmış. Kapakta Erkal Yavi’nin iç sızlatan bir resmi var. Turuncu, bir ilkbahar kadar turuncu bir zeminde bir keman var. Kopuk tellerinin yerine papatyaların saplarını koymuş ressam. Bu kitaptan ve onunla ilgili yaşanmışlığımdan, ilk öykü kitabım Ezilmiş Leylakar Kitabı’nda bahsetmiştim.

Sonra "Danaburnu". Oktay Rifat’in en güzel romanlarından. Kaç basımı unuttum şimdi. Kapak düzeni Semih Gümüş yazıyor. Simsiyah bir gece, arkada dağlar –dağlar uzundur, akar gider yollarda, Eskişehir’e giderken, anneme, ölmüş babama...- Karanlık içinde, yeşil renkli gül işlemeli bir sandık var. İçinde romanın kahramanı Berber Recep’in ölüsünün durduğu.


Edebiyat sanırım böyle böyle bir aşk oldu bende gitgide.Yani en çok okunanlar listesine bakmadan gidip aldığım, aradığım, ağladığım kitaplarla. Roman deyince de, sevda deyince de, yolculuklar, arkadaşlar, ayrılıklar, anılar deyince de şiiri düşünmemden.


Edebiyat, dedim ya, evet ... Aşk oldu.

 
Toplam blog
: 4
: 1725
Kayıt tarihi
: 13.11.06
 
 

1977 - İstanbulBilgisayar programcısıdır. 1992'den beri yazıyor.1995: ilk şiiri yayınlandı.1999: Hay..