Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '15

 
Kategori
Sinema
 

Eşkıya filmi üzerine düşünceler, eleştiriler

Eşkıya filmi üzerine düşünceler, eleştiriler
 

Eşkıya filminde seyirciyi aptal yerine koyan sahnelerden biri..


Eşkıya filmi, çoğu kişinin bildiği bir film. 1996 yılında çekilmiş. Yaklaşık 20 yıl olmuş. Bu yazıda, izleyiyci gözüyle filmi eleştirmeye çalışacağım.

&&

Son yıllarda çekilen yerli filmlere baktığımızda çoğu uydurma geliyor. Teknik olarak, senaryo olarak, olayların derinliği, zenginliği, nedensel ilişkileri ve kurgusu olarak çok rastgele çekilmiş hissi veriyor. İkna edicilikleri yok, yeni bir şey öğrenemiyorsunuz, hiçbir şeyi irdelemiyorlar, pek çok kaba hata dolu.

&&

Eşkıya filmi, zamanında büyük sükse yapmış ve çok başarılı olmuştu. Acaba o zamanlar iyi film mi çekiliyordu ya da bu film gerçekten iyi mi çekilmişti?

Eşkıya filmi, yerli film tarihinde, belli bir yere oturmuş görünüyor. Birkaç kez denk gelmiş izlemiştim. Ne yazık ki, Türk işi uydurmasyonlar bu filmde de bol miktarda var. Bu kadar başarılı gösterilirken, bu kadara kaba hata dolu olması insanın içine sinmiyor.

Şimdi kısım kısım bunların neler olduğuna bakalım: Ortasından başlayalım.

En baba uydurmasyon; filmin ortadan sonlarına doğru. Uğur Yücel’in oynadığı karakter, mafya tarafından sokak ortasında yakın mesafeden en az 3 kurşunla vuruluyor. Yücel, yerde debelenip kalıyor. Devam eden sahnede, Şener Şen, mahalleye gelip, Uğur Yücel’i soruyor, arkadaşlarından biri vurulduğunu, otele gitmiş olabileceğini söylüyor. Şener Şen hemen otele koşuyor; Uğur Yücel, otelin teras katında, bacanın kenarında, rastgele gömleğe sürülmüş kırmızı lekelerle kayık şekilde uzanmış yatıyor. Elinde tabancası var.

Şimdi, “Bu adam, yakın mesafeden 3-4 kurşun yemişken, elinde tabancasıyla, nasıl 4 kat merdivenlerden çıktı, terasa ulaştı?” diye sormak gerekmez mi? Peki, oldu, çıktı da filmin gelişimi açısından ne oldu? Niye çıktı? Filmin gidişatıyla, kurgusuyla ilgili ne var? Benim anlıyabildiğim, yönetmen, adam sokakta değil, terasta ölsün istemiş, tek nedeni bu. Bunun gerisinde yatan da, sahneye fon oluşturan teras bakışı, gün batımı vs. Sen sinemana estetik kat ama, bunu seyirciyi aptal yerine koyarak yapma canım.

İlla bunu yapmak istiyorduysan elinde imkan vardı. Bir şekilde adamı çatışmadan sıyırarak otele kaçırırdın, adam, otelin terasına sıkışır, orada ağır yaralı olarak kalırdı ve Şener Şen gelip yine aynı konuşmaları yaparlardı. El cevap: "Yorma beni abi, idare et işte!"

&&

Başka bir tanesi; Şener Şen ile Uğur Yücel, Kamran Usluer’in malikanesine gidiyor. Orada, korumalar, büyük geniş demirli kapılar, yüksek bahçe duvarlar filan var. Bu ikisi, dışardan içeriyi gözleyip, geri dönüyorlar. Hemen sonrasında, güya polisler bu ikisini sivil ekip otosuna alıp merkeze götürüyorlar. “Niye ordaydınız, amacınız neydi, suikast için mi geldiniz?” filan diye soruyorlar, sonra serbest bırakıyorlar.

Filmin ilerleyen sahnelerinde Şener Şen, 2-3 kez o malikaneye, ‘zınk’ diye giriyor. Nasıl girdiği belli değil. 2 kere Keje’nin, (Sermin Hürmeriç) bahçesinde aniden ortaya çıkıyor. Keje bahçeyi suluyor, muhtemelen bir süredir de orda, arkasındaki, demin suladığı çiçeğe bir dönüyor, bakıyor Şener Şen orda dikiliyor, burası bahçenin ortası! Bir kez de, Kamran Usluer’i öldürmek için, adamın odasında ortaya çıkıyor. İyi de, bu kadar korumanın olduğu bu kadar korunaklı yere bu köylü eşkıya nasıl giriyor? Kolayca girmesi mümkün değil. Böyle kolayca girmesini istiyor idiysen, o zaman başta, şato gibi bir malikaneyi ve koruyucuları göstermeyecektin, kapıda durdular diye, polislerce alelacele merkeze aldırmayacaktın. Aldırıyorsan, o adamın, bu malikaneye nasıl kolayca zınk diye girdiğini izleyiciye anlatmak zorundasın.  

&& 

Başka bir tanesi; Şener Şen, 35 sene sonra, Keje’yi alıp götüren adamı bulacak İstanbul’da. Hayatın cilvesi, bu adamı TV’de görüyor. TV haberlerinde Gülgun Feyman, haber sunuyor ve güya Mithat Bereket, gizli saklı pek röportaj vermeyen, zengin bir adam olan Kamran Usluer ile röportaj yapmış, ondan bir kısmı tekrar yayınlıyorlarmış.

Ben hayatımda öyle bir röportaj görmedim. Gösterilen görüntülerde, bu adam yani, Şener Şen’in aradığı adam ile Mithat Bereket kavga ediyor. Adam bağırıp çağırıyor. Röportaj yapılan ile yapan iki kişi milyonda bir kavga edebilir, ancak, hiçbir TV bunu röportaj diye yayınlamaz. Bu bir röportajın bir kısmı da olamaz. Yönetmen, neden gerçekten bir iki dakikalık gerçek bir röportaj kesitini vermemeyi tercih etti, anlaşılır gibi değil.

&&

Filmin başına dönelim başka bir tanesi; Şener Şen, Uğur Yücel ile trenle gelirken, garda, yüzlerce insan arasında, bir şekilde Uğur Yücel sivil polisleri görüyor. Bunun üzerine Uğur Yücel elindeki uyuşturucu dolu çantayı, Şener Şen’in çantası ile değiştiriyor ve ona bir adresi sesli olarak söyleyerek, çantayı oraya getirmesi için yalvarıyor. Çantayı değişip oradan hemen uzaklaşıyor. Sonrasında, polisler bunu yakalıyorlar. Çantasına bakıyorlar, temiz, üzeri de temiz ve serbest bırakıyorlar.

Şimdi soralım, Uğur Yücel, İstanbul otogarında, o kadar kalabalığın arasında ve trenin içindeyken, sivil polisleri nasıl ayırt ediyor? Hadi ellerindeki telsizlerden Süpermen bakış hızıyla gördü diyelim. Peki, bu polislerin, kendisi için geldiklerini nasıl anlıyor ve bundan emin oluyor? Nasıl, neden emin oluyor da, mafya ile muhtemelen başını büyük belaya sokacak bir riske giriyor ve elindeki malı, rastgele birine verebiliyor, belli değil. Daha doğrusu, temeli yok. Olay zinciri kopuk. ‘Ol’ deyince oluyor tabii, film çekiminde her şey. Şimdi, bu sahnenin eleştirisinde, bir de mafya ayağına bakalım.

&&

Uğur Yücel, polisten yırttıktan sonra, mafyaya gidiyor ve olayları anlatıyor. Mafya buna inanmıyor ve güya, ‘iki tane kurye varmış da, diğerini bilerek ihbar etmişler de, o yakalansın ki ana malı getiren Uğur Yücel paçayı sıyırsın, niye sıyıramamış, polisle işbirliği içinde miymiş? Bu Uğur Yücel’in ilk işiymiş zaten’ filan. İlk işiyse ana malı niye veriyorsun, biraz mallık mı var? Pardon, yönetmen öyle buyurdu!

Şimdi olaya olağan zeka açısından baktığımızda, madem ki Uğur Yücel bu işte yeni, adam, malı kurtarmak için birinci sınıf bir iş yapmış sayılmalı. Adam, daha trendeyken, polisleri tarıyor, kendileri için geldiğine odak yapıyor ve polisler onu yakalamadan malı kurtarıyor. Buna acemilik denmez, birinci sınıf uyuşturucu nakliyesi denir bence. Olay zinciri arasında bağlantılar yok, sırf mafyayı kötü göstermek için, aslında normalde giden bir olayı, kötüymüş gibi yansıtma var. İnandırıcılık hak getire.

&&

Bir başkası; trene geri dönelim ve daha geriye gidelim: Uğur Yücel ile Şener Şen trende yemek yiyorlar. İçerde başkaları olduğu halde neden sadece ikisi yiyor belli değil. Hadi diyelim bu çok ayrıntının ayrıntısı. Sonunda Şener Şen sigara ikram ediyor ve Uğur Yücel soruyor, “Nereye amca?” Birincisi, böyle bir ortamda, yemek yemek, bir yakınlık, sohbet vs. gerektirir. Böyle bir sohbette sorulacak ilk iki soru, zaten ‘nerelisin, nereye yolculuktur?’ Bunu yönetmenin çekmemesi için bir zorluk yok, ama öyle çekiyor. Neden peki? Belki de şu; yerli yapımların baş hastalığı; özensizlik; “Aman ne olacak böyle olsun, o kadar da abartmaya gerek yok, bu kadar yeter.”  

Peki diyalogun devamı nasıl oldu? Uğur Yücel sordu, “Amca yolculuk nereye?” Şener Şen “İstanbul’a” dedi ve hemen arkasından tren Haydarpaşa otogarına girdi!! Şimdi, tren zaten İstanbul’a yakınsa, ‘Nereye amca?’ diye sormak için çok geç kalınmış demektir.  Yok, yakın değil, arada başka birkaç il varken sorulmuşsa, sen, zınk diye, bu sorunun devam karesini, İstanbul otogarı olarak çekmezsin, çekmemelisin.

&&

Bir başkası; Uğur Yücel’in mafya babası. Bu mafya babası güya sert adam. Oyunculuk açısından ise alakası yok, en fazla oyuncunun yüz hatları sert o kadar. Bunu geçelim şimdi. Filmin ilerleyen sahnelerinde, bu mafya babası, Uğur Yücel’i öldürüyor ve Şener Şen adamın tamirhanesini  basıyor, 5-6 kişiyi tak tak deviriyor ve adamın ofisinde silahları birbirine doğrultmuş olarak, yönetmenimiz, “Motör!” diyor ve kamera kayda giriyor. O anda, Şener Şen 5-6 kişiyi öldürmüş durumda ve mayfa babasına kısa bir tirat çekiyor, ‘senle anlaşmıştık da şuydu da buydu da, etik var da, vs.’ o arada mayfa babası, zangır zangır titreyerek, Şener Şen’in konuşmasını bitirmesini bekliyor. Birincisi, mayfa babasını sert, acımasız portre olarak çizdin, şimdi niye elini titretiyorsun? Bunun altını çizmemişsen, bunu yapamazsın. İkincisi, “Adamları öldürülmüş ve kendisi öldürülecek bir mafya babası, senin konuşmanı bitirmeni mi bekler, yoksa tetiği mi çeker?” Yani yine yönetmenimiz, şov uğruna, olayların olağan akışının üzerini çizmiş.

&&

Bir başkası deminki olay zincirinin başı. Şener Şen tamirhaneyi basıyor ve 10 saniyede 5-6 kişiyi vuruyor. 10 saniyede, hiç eş zamanlılık olmuyor, her mafya adamı, sıranın kendisini gelmesini bekliyor, diğeri ölünce, ördek gibi ortaya çıkıyor ve Şener Şen adamları tek kurşunla ‘dan dan’lıyor. Yine gerçeğe, olayların olağan akışına aykırı, karikatürize sahneler.

&&

Bir başkası; Yeşim Salkım olayı. Bitirim uyuşturucu satıcısı Uğur Yücel’in mahalleden bir sevgilisi var. Kız, Yeşim Salkım. Uğur Yücel buna abayı yakmış, daha da ilerletmek istiyor. Bunlar olurken, Yeşim Salkım, abisinin hapiste olduğunu vs. söylüyor. Sonrasında Özkan Uğur’un abisi değil, sevgilisi olduğu ortaya çıkıyor. Tamam, çıksın da, olaylara baktığımızda, burası bir mahalle, Uğur Yücel bu mahallenin delikanlısı, onun yanında 3 tane daha o mahallenin delikanlısı var. Ayrıca, mahallede, başka mektuplaşan, birbirlerine pas atan vs. bir ortam resmediliyor. Siz böyle bir ortamda, sevgilisi olduğunuz ya da olmaya çalıştığınız mahallenizin bir kızının abisinin mi sevgilisinin mi hapiste olduğundan habersiz olabilir misiniz? Üstelik mafya vs. işleriyle uğraşıyorsunuz. Eğer habersiz olması isteniyorsa, o zaman, böyle herkesin iç içe olduğu bir mahalle tasvirini yapmayacaksınız. Ya da bir şekilde, Uğur Yücel’in ve diğerlerinin bunu bilmemesi için gerekli sahneleri yaratıp çekeceksiniz.

Peki, Özkan Uğur’un hapisten çıkışına ne demeli? Güya 200 milyon rüşvetle revire çıkarmış, oradan da gerisi kolaymış. Öyle olmasa da, hadi öyle diyelim, kolayca kaçıverdi içerden. Esas konu o değil. Nasıl oldu da bu olaylar gerçekleşti ona bakmamız lazım. Yeşim Salkım ve Özkan Uğur, Uğur Yücel’in bu parayı bulmasını sağlayacak bir kumpas kurduklarını ben filmde görmedim. Bu kumpas değildi ise Özkan Uğur, Yeşim Salkım ile Uğur Yücel, hapishaneye ziyarete gittiklerinde öylesine söylediyse (ki olay öyle gelişti, Özkan Uğur’a soruyorlar, "Nasılsın?" diye, o da "Burada kelek bir durum oldu, beni şişleyecekler." diyor) Yeşim Salkım nasıl oluyor da, sevgilisinin yanına başka bir sevgili adayı, mahkum ziyaretine gidebiliyor? Bunun anlamlı olması için, çünkü biz filmi izlerken o aşamada, Özkan Uğur’un abisi değil sevgilisi olduğunu henüz bilmiyoruz, önceden Yeşim Salkım ile Özkan Uğur’un bir kumpas yaptıklarının verilmesi gerekirdi. Kumpas yapmadılarsa, Uğur Yücel ile Yeşim Salkım'ın sevgili olarak, esas sevgilinin yanına gitmelerinin zemini kalmaz.

&&

Hayat kadını ile oğlu; yanlış anlamadıysam, filmde, parayla sex yapan yaşlıca bir kadın vardı ve onun bir oğlu vardı, Şener Şen ile sohbet yapıyordu. Filmde oğlu olduğu söyleniyordu. Yani ona oğul mu demek gerekirdi, yoksa torun mu? Ben yanılmadıysam, torunu olacak yaştaki bir kadın için neden oğul verildi, anlamış değilim. Ya da tersi.

&&

Biraz fazla ayrıntı ama bir tane daha özensizlik örneği: Uğur Yücel, uyuşturucu işiyle uğraştığı için, polis gördü mü paçası tutuşuyor. Nitekim Şener Şen ile yan yanayken sokakta polisi görüyor ve koşarak otele giriyor, Şener Şen de peşinden koşuyor. Devam sahnesinde, terastayız. Teras kapısından aynı koşunun devamı olarak Uğur Yücel fırlıyor. Arkasından hemen kimi beklemezdiniz, herhalde Şener Şen’i? Ama o da ne, hemen arkasından koşarak Şener Şen giriyor. Kendisinden 30 yaş küçük biriyle aynı hızda 4 katı merdivenlerde çıkmayı başarmış Şener Şen. Ama işin gerçeği tabi başka, teras kapısının önüne önce Uğur Yücel arkasından da Şener Şen gizlendi. Yönetmen, “Motör!” deyince, Uğur Yücel fırladı ve arkasından da Şener Şen. İyi de kardeşim, 4 kata çıkmanın bir bedeli olsa gerekir. Önce insan bir yorulur, 60 küsur yaşındaki adam ile yarı yaşındaki adam arasında 3-5 dakika bir fark olur. Ama bunu önemseyecek zihniyet yok ne yazık ki bu sahneyi çekenlerde. Bu bir kaba hata tabi de, peki kurgu açısından, Uğur Yücel’in polisten koşarak kaçıp terasa sığınmasını anladık da, Şener Şen niye, onun peşinden koşarak aynı hızda terasa çıkıyor? Aşağıda beklese olmaz mıydı?

&&

Başka birkaç sahne; Uğur Yücel, Yeşim Salkım ile Özkan Uğur’u, seyirciye yönelik artistik bir şekilde öldürür. Akşamında, polisler oteli filan basarlar. O arada, Uğur Yücel ile Şener Şen, hemen ilerdeki bir apartmanın kapı boşluğundan otelin önünün gözetliyorlardır. Derken, polisin biri, bunları görür ve “Çıkın ortaya!” diyerek ateş eder. Ve bu ikisi kaçar, bunlar birkaç dakika kaçarlar ve bir yere sığınırlar. Uğur Yücel sol kolundan sıyrık almıştır, Şener Şen buna turnike yapar. Sonra film başka yerden devam eder. Şimdi soralım, bu sahnenin ne gereği var? Sen iki kişiyi öldürmüşsen, konakladığın otele aynı gün akşam döner misin? Suçlunun suç işlediği mekana dönmesi değil burda olan. Dönmezsin. Hadi aptallık ettin döndü. Peki, bu sahnenin, filmin gidişatında ne gibi bir katkısı var. Hiç de katkısı yok. Burada muhtemelen, yönetmen, Şener Şen ile Uğur Yücel’in dostluğunun pekişmesini sağlayan olaylardan biri olarak bu sahneyi çekti, ama orada bulunmanın temelsizliği, sahnenin anlamını da ortadan kaldırıyor.

Peki, bu olayda, sizce hangi polis, karaltıda gördüğü, kim olduğunu bilmediği iki kişiye kurşunu basar? Gerçek hayatta, suç mahallini gözetlediğini düşünse bile hiçbir gerçek polis, gözetleyenlere kurşun sıkmaz, sıkamaz. “Bırak abi ya, biraz heyecan olsun, film fazla monotonlaştı.”

&&

Film boyuncu zaman zaman polisler ve mafya figüranları çıktı. Hemen hemen hepsinin oyunculuğu sıfırdı. Bu kadar oyunculuktan yoksun insan, filmi yapanların gözünü niye rahatsız etmedi acaba, bu izleyicinin gözüne batmayacak mıydı?

&&

Sonlara doğru. Şener Şen, Uğur Yücel’i öldürdükleri için mafyayı bastı. Pek çok kişiyi öldürdü. Bunun üzerine, polis, oteli bastı. Ne rastlantı ki Şener Şen de, yaptığı katliamdan sonra otele dönmüştü. Bu otel ne kadar vazgeçilmezmiş, herkes oraya geliyor. Belki de, filmi çekenler, "Başka yerlere set kurmaya gerek yok, her şeyi biz burada çekeriz." filan mı dediler acaba?

&&

Polisin, terasta, Şener Şen’i bastığı sahneler, komediydi, gerçeğin en çizgisi berbat karikatürize haliydi. Helikopterin gelmesi ile birlikte, sahne pornoya dönüştü. Çok sayıda polisin anlamsızca hiçbir kurgusu olmayacak şekilde ateş etmesi, Şener Şen’in de, ‘zücaciyede saklanmaya çalışan fil halleri’ absürttü. Helikopter niye geldi? 20 tane polis Eşkıya ile baş edememiş miydi? Şehir içinde sıkışık bina düzeninin olduğu bir yerde, apartmanların arasına öyle bir helikopter nasıl sığabilirdi? Burada istenildiği kadar soru türetilebilir.

&&

Film, son anlarda iyice zıçmaya kararlıydı yani. Güya, bir polisle yine tetik tetiğe geliniyordu. O sahne nasıl oluştu, polis nerden nereye koşuyordu, Şener Şen nerden nereye koşuyordu ve bu koşuşmalar, oradaki fiziksel mekana ve koşullara uygun muydu değil miydi? “Onu boş verin, bizim izleyicinin kafası böyle şeylere basmaz zaten, ben son bir artistlik daha yapıyım, yine bir etik dersi vs. veriyim.” dedi galiba yönetmen.

‘Bıdı bıdı’ bir şeyler konuştu Şener Şen. Güya polisin kurşunu bitmişti de, polis onu vuramamıştı da, Şener Şen, ‘bıdı bıdı’ yapmaya imkan bulmuştu. İzleyici olarak soralım, “O polis, kaç kurşun atmıştı da, kurşunu bitmişti, kurşununun bittiğini bilmeyecek bir polis olabilir miydi?” Ayrıca kurşunu bitecek bir çatışmayı izleyiciye göstermeden, ‘kurşunu bitti’ muamelesi yapamazsın, bu aslında işin kolaycılığına kaçmaktan başka bir şey değil. “‘Ol’ deyince oluyor, hay mübarek!”  Velhasıl, film izlerken aslında tiyatro izliyoruz.

&&

Şimdi gelelim filmin ana çatısına;

Bu film bize neyi anlatmak istemişti? Yanlış anlamadıysam, önce, büyük bir sevdanın insanları nerelere ve nelere sürüklediğini anlatıyor gibiydi. Film bittikten sonra, “Bu film şimdi bize neyi anlattı?” diye sorarken, “Acaba, bu dostluk ile sevda arasındaki ikilemi mi anlatmaya çalıştı yoksa?” diye meraklanmaya başladım.

Bence film bunu kesinlikle başaramıyordu. Ama bu genel perspektiften bakınca bunu yapmaya çalışmış olabileceğini düşünmeye başladım.

Şimdi lafzen baktığımızda ya da senaryo olarak baktığımızda, iş kolay; adam hapisten çıkar, intikam için döner, sevdasını arar, bunu yaparken biriyle dost olur, dostluğu sevdasıyla, o mu, o mu, ikilemine girdiğinde dostluğu seçer. Tamam, laf olarak güzel ve anlamlı da, sen gel bir de bunu çek bakalım çekebiliyorsan.

Bu ikilemi anlatmak için neler yapacaksın; ne tür olaylar, sorunlar, bağlantılar, açmazlar, olağan ya da kişiye özel yaratıcı tutum ve davranışlar ortaya koyup, her şeyi, fazlası ve eksiği olmadan yerli yerine oturtacaksın, seyirciyi tüm bu olan bitenlere, olaylara, kişilere, bağlantılara, duygulara vs. inandıracaksın. Hadi gel kolaysa yap bakalım.

“Olmazsa, artık oldu gibi, yaparız, ol deriz olur, nasıl olsa eleştiri yok, bunu sorgulayacak, ne tarihsel ne yapısal kültür birikimi var. Medyada şurda burda dirsek temasında olduğumuz dostlarımız da var, al gülüm ver gülüm, biz bu işi götürürüz arkadaşlar, merak etmeyin.”

Filmin bu ikileme dayandığını varsayarsak, bunu ne ölçüde başarıyor ona bir bakalım.

Filmde, Keje’yi ve Kamran Kutluer’i arama sürecinde Şener Şen Uğur Yücel ile dost olmuş oluyor. Bir izleyici olarak benim olan bitenden aldığım ise şu; Uğur Yücel, kötü bir çocukluk geçirmiş, suça yeni bulaşmış ve suça meyilli ama özünde iyi bir karakter (sevgilisinin abisine yardım ediyor, eşkıyaya yardım ediyor). Eşkıya onu oğlu gibi o da onu babası gibi görmeye başlıyor. Bütün bunlar dostluğu değil, ama bir tür arkadaşlığı gösterir. Hiç kimse, birkaç haftada, uyuşturucu satan, suça meyilli vs. bir kişi ile dost olmaz, buna çok meyilli bile olsa, bu dostluk için yeterli olmaz. Ama hadi diyelim, ol dedik, oldu. Bu filmi yine kurtarmıyor. Filmin, güya iddiası şu: "Dostluk ve Sevda ikilemi" oluştuğunda, yani “O mu, o mu?” olduğunda, neyi tercih edersiniz? Bu ikileme oturması lazım her şeyin. Filmde böyle bir ikilem inşaa edilemiyor. Filmde oldurulana baktığımızda olaylar şöyle gelişiyor: Uğur Yücel, paraya ihtiyacı olduğu için dostu olan Şener Şen’den yardım istiyor ve o da gidip Sermin Hürmeriç’ten yardım istiyor, o da gidip Kamran Usluer’den yardım istiyor. Kamran Usluer, yardım ediyor ve Şener Şen ile aralarında şu diyalog geçiyor: Kamran Usluer, parayı verdikten sonra Şener Şen “Bana bir can borcun vardı, ödeştik.” diyor. Kamran Usluer “Ya Keje, ne olacak?” diye soruyor. Şener Şen de “O senle kalacak” diyor. Yani, tam bu anda, sevdası yerine dostluğu seçiyor.

Tabi biz, izleyici olarak, “Ne alaka?” diye şaşırıyoruz. İki şaşırma bu. Birincisi, Kamran Usluer, nikahlı karısı için nasıl olur da, ‘Ne olacak’ diye sorar, hadi sordu diyelim, Şener Şen, 35 yıllık sevdalısı için nasıl oluyor da ‘O kalacak’ diyor, üstelik altınla satın alınmış ve 35 yıldır kendisini bekleyen ve bunun için 35 yıldır konuşmayan bir kadın.

İşin aslı ise şu; birincisi, Kamran Usluer, Şener Şen, ‘O kalacak’ şeklinde cevap versin diye, ‘Keje ne olacak?’ diye soruyor, sorduruluyor. Eğer gerçek tersyüz edilmeseydi, bizim şaşkınlığımıza gerek kalmayacaktı. Peki, film neden gerçekten kopuyor bir kez daha? Çünkü bununla, filmin ana ikilemine oturmasını sağlamaya çalışıyor. Çünkü güya film, "dostluk mu, sevda mı?" ikilemini sorguluyor. Bunu sorguluyorsa, böyle bir ikilemin oluşması lazım, oluşmuyorsa, oldurulması lazım. İşte bu diyalogun tersyüzlüğü, bizim şaşkınlığımız, bu oldurmanın eseridir.

Filmde izleyen olaylarda, film bunu bir kez daha pekiştirmeye çalışıyor. Kamran Usluer’in verdiği çek karşılıksız çıkınca Şener Şen geliyor ve “Niye bunu yaptın?” diye soruyor. Kamran Usluer de diyor ki, “Sen, kıytırık bir adam uğruna 35 yıllık sevdandan vazgeçtin.” vs.

Oysaki filmin olağan akışı içinde ve anlatılan olaylarda, böyle bir durum yoktu. Filmin olaylarını baz aldığımızda, kıytırık Uğur Yücel adına aldığı yardımdan dolayı, zaten intikamdan gelen can borcunu ödeşmiş oluyorlardı. Şener Şen’in, Sermin Hürmeriç’ten vazgeçmesi için filmde ortaya konan bir neden yoktu.

Ama film mantıklı olarak bu yolda gitseydi, filmin bel çıkığı oturmamış olacaktı. Ve yönetmen, yeni bir sürü şeyle uğraşıp duracaktı, ama yapı bozuk olduğunda, istediğin kadar olay yarat, hiçbiri zaten oturtmaz, oturması için, otur dersin, oturur.

Bu arada dikkatinizi çekerim, her şeyi eleştirdiğim düşünülüyorsa, “Bir insan 35 yıl hiç konuşmadan nasıl durabilir?” diye, sormuyorum, bir şekilde bir hareket noktası kabul etmiş yönetmen, buna diyecek yok, sorun ve eleştirilecek şey, kurduğun sistemin içsel tutarlılığıdır. Kimse “Süpermen diye bir şey nasıl olur?” diye sormaz, önemli olan kurduğun sisteme itaattir. Sistemin rasyonalizmidir.

Filmin belinin oturmadığı biçimsel bir eleştiri. İçeriksel olarak da kendi görüşümüzü söyleyebiliriz. Bu kanıt içermez ama alternatif içerir. Buna da içeriksel eleştiri diyelim. Filmde, gerçekten de, Uğur Yücel ile Şener Şen arasındaki ilişki çok güçlü bir ilişki olarak otursaydı bile ve izleyen olaylarda, bu güçlü ilişki, gerçekten de Keje’ye olan sevdasıyla ikileme girseydi bile, yani “O mu, o mu?” durumu olsaydı, (örneğin Kamran Usluer, “Bu parayı veririm, ama İstanbul’dan sonsuza kadar çekip gideceksin.” deseydi) bile 35 yıllık bir sevda, hem kadın hem erkek açısından bakıldığında, Eşkıya’nın üzerindeki kıyafetlerini yeni başka kıyafetleriyle değiştirmesini gerektirecek bir süre bile geçmemişken, ikincil hale gelmemelidir.

Filmin sonu mutlu son olmasın, çok daha dramatik olsun diye, baştan kafaya koydular galiba, “Her ne olursa olsun, dramatik gerilim açısından, biz bu sevdayı çöpe atalım, abi.” gibi bir noktaya geldiler. Bu ise film yapanların aslında kadına bakış açısını da ortaya koyuyor. Kadının bu sevdadaki konumu, film içinde hiç konu bile edilmedi. “Keje kalacak.” dediğinde, Keje’ye kamera dönmedi bile ya da Keje’nin “Hayır ben her şeye rağmen kalamam.” vs. demesine de gerek duyulmadı. Eğer bunu deseydi tabi, filmin ‘ol deyince olan’ yapısı bozulacaktı, yine uğraşılması gereken, bir sürü realitik durumla hesaplaşmak uğraşmak, gerekecekti. O yüzden Keje, bu kararda bu sevdada hiç yokmuş gibi çöpe atıldı, bu bana kalırsa, filmi yapanların, gerçek hayatta kadına bakış açısını da ele veriyordu. Filmcilik, özgürlük mücadelesi gibi bir şeydir, film ile hayatı, bireyi, toplumu vs. insanı sorgularsınız. Filmci olarak siz, sıradan bir sokaktaki vatandaş gibi davranamazsınız.

Filmle ilgili olarak son bir noktayı daha belirtelim. Film, yanlış anlamadıysak dedik, ‘dostluk mu sevda mı ikilemi’ üzerine oturtuluyor gibi görünüyordu. Bunun yanında başka bir ikilem daha çok açık seçik vardı. Bu ikilem, Kamran Usluer’in Şener Şen ile ilk buluşmasında ortaya çıktı. Kamran Usluer özetle şunu dedi: “Ben aşkım uğruna, en iyi dostuma, yani sana, ihanet ettim ve altınları aldım, onu ailesinden satın aldım, seni de hapse gönderdim.” Uğur Yücel, karşılıksız çek sonrasında öldükten sonraki konuşmada ise yine Kamran Usluer, “Sen kıytırık bir adam uğruna, (dostun uğruna) sevdandan vazgeçtin.”

Şimdi bu iki replik sonrasında, şöyle bir soru oluştu, “Siz sevdanıza kavuşmak uğruna, gerekirse, kötülük yapmayı seçer misiniz, yoksa sevdanıza kavuşmak uğruna bile kötülük yapmaktan kaçınır mısınız?” Sevdasına kavuşmak uğruna kötülük yapmayı göze alan mı daha sevdalıdır, yoksa bundan kaçınanın sevdasından şüphe edilebilir mi? Bu yeni ikilem, ilkine benziyor, ama tam olarak aynı olmasa gerekir.     

Kamran Usluer’in ikilemi, sevda uğruna kötülük yapmak ya da yapmaktan kaçınmak iken, Şener Şen’in ikilemi sevda mı, dostluk mu ikilemidir. İlki, ilkini; ikincisi, ikincisini seçmiş görünüyor.

Filmden çıkan kıssadan hisse bu. Film çekerken, benim gördüğüm, özellikle yerli filmlerde, senaryo ile ya da filmin düşünceleri ile film olarak ortaya çıkan şeyin uyuşmaması.

Sonuçta film çekmek, filmin ana temalarını, dar anlamda senaryoda yazınların, olayları, ilişkileri, duyguları vs. vs. seyirciyi ikna edecek şekilde görselleştirebilmek. Zor olan bu, bizim yerli yapımlarda, senaryoda yazılanlar, filmlerde ortaya çıkmıyor. Ne oyunlar, ne oyuncular, ne yönetmen, ne fiziksel, mekânsal koşullar, hiçbiri yeterli birleşimi yaratamıyor. Sonuç olarak, ol deyince oluyor, ya da olduğunu zannediyoruz. Artık olduğu kadar, ne yapalım, ne kadar ekmek, o kadar köfte.

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..