Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Haziran '19

 
Kategori
Şiir
 

Esme Deli Poyraz

 1960’lı – 70’ lı Yıllar… O yıllar, Zor Yıllardı.

Mevsim kış olsa da
Sert esme deli poyraz

Daha da azıtma 
Gülmeyen yüzünü

Çocuklarım daha çok küçük
Okul yolunda
Sırtları kavi değil
Donar ilikleri
Kararır yüzleri
Çıngışır elleri
Gözlerinden sızan yaşlar
Sızlatır zayıf yüreğimi

Tandır yanmaz boştur tava
Benim gibidir komşularım 

Zordur yoksulluk fakirlik
Kim anlar kimin halinden 

Duy beni deli poyraz
Bu kış da benim gibi 
Yolunu şaşırmış insanların 
 yakama yüreğini kırma belini

Zordur bir şey yapamamak
Parasız pulsuz baba olmak
Çocuklar aç ev soğuk

Sert esip dondurma deli poyraz
Çocuklarımın solgun siyah gözleri
Geceleri uyku tutmayan 
Yorgun gözlerimin içinde donar.

Mehmet TURAN

Köyüm olan Asmakardam Köyü İlkokuluna 1965 yılının Eylül ayının 15’inde kayıtımı yaptırmış ve aynı gün okula başlamıştım. Artık ben,  İlkokul birinci sınıfta giden öğrenci olmuştum.

Köyün İlkokulu kalın duvarları olan kara örtü tavanlı bir okuldu.  Sınıfın tavanı ağaçlarla, çalı çırpı kaplıydı. Çalı çırpının üzeri saman daha üstü de toprakla örtülüydü.  Sınıf tek pencereli bir sınıftı. Sınıfta ayaklarında yaylanan eski masalar ve etrafında sıralı eski tabureler bulunuyordu.   Sınıfımız bileşik bir sınıftı.  Bizler; ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci sınıf öğrenciler olarak bir hep bir arda bir sınıfın içinde kalıyorduk. (1)

Hayrİ TAKMAZ’ adında tek bir öğretmenimiz vardı.  Kendisi öğrencilerini iyi yetiştirmek için uğraşan, çok özverili çalışan, işini sevan vefakâr disiplini bir öğretmenimizdi. (2)

Sonbahar ayları çabuk geçmiş, hava soğmuştu. Güz ayının ilk yağmurları yağmaya başlamıştı. İşte, ilk yağmurla birlikte sınıfımızın bazı yerlerinden tavandan aşağıya yere doğru belli aralıklarla su damlamaları damlamya başladı.  O yıllarda damlayan yerlerin altına eve getirdiğimiz kapları koyuyorduk.  Öğretmenimiz bizlerin üşümemesi için sınıfın ortasına bir soba kurmuştu. Sobanın içinde herbir öğrencinin sabah okula gelirken getirdiği çalı çırpı, tezek kerme yakılıyordu.

1966 yılının Ocak ayına girmiştik. Ocak ayının çoğu günleri, sert poyrazların estiği, karı sağa sola savurduğu tipili kış günleriydi. O yıllarda zemherinin kara kışı çok sert geçerdi.

Köy ilkokuluna başladığım,  çocukluğumda kendimi bildiğim o yıllar olan 1960 – 1970’ li yıllarda Orta Anadolu’ nun çoğu köylerinde kıtlık derecesinde yoksulluk, fakirlik, yokluk vardı. Yiyecek yoktu, yakacak yoktu. Üste yoktu, başta yoktu. Okula giderken yırtık olmayan, içine kar dolmayan soğuk kuyu ( kara lastik) ayakkabı giymek, o ilkokul öğrencisi için lüks bir eşyaya sahip olma kalitesinde bir ayrıcalıktı.

O tipili, rüzgârlı, çok soğuk, karlı kış günlerinde analarımızın, babalarımızın bulup buluşturup okul sobasında yakmak için bize verdikleri tezek, kerme, çalı, çırpı koltuklarımızın altında evlerimize bir hayli uzakta olan tepenin başındaki okulumuza giderdik.  Okula giderken çoğu zaman ayağımız kayardı. Karların üstünde yuvarlanırdık. Her düştüğümüzde koltuklarımızın altındaki çalı, çırpı, tezek, kermenin her biri bir tarafa savrulurdu.  Ayağa kalkar savrulanları kar üstünde tek, tek toplar yine koltuklarımızın altına sıkıştırırdık. Karlar üstünde toplanacak hiçbir şey kalmayınca da okulumuzun yolunu tutardık. Büyüklerimiz olan ağabeylerimizle birlikte her gün, her sabah okula gidişlerimizde aynı şeyleri bir daha, bir daha yaşardık. (3)

O yıllarda evden okula okuldan eve varıncaya kadar daha çok küçücük olan elimiz çıngışırdı. Yüzlerimiz soğuktan kapkara kesilirdi.  Çenelerimiz birbirine değmez tir tir titrerdik.

O yıllarda özellikle kışın Köydeki herbir hanenin yatıp, kaltığı oturduğu tek bir odası olurdu. İşte, Kışın da orada yenilir, içilirdi. Orada yatılır, kalkınırdı. Kış akşamlarında evin odasını aydınlatan tek araç lambaydı. Lamba ise fazla gaz yakmasın diye daha ilk akşamda karartılır, yataklara girilirdi. Çünkü o yıllarda gaz, tuz, sabun pahalı nesnelerdi. Babalarımızın daha çok; gaz, tuz, sabun alacak paraları olmazdı. Her şeyi kıtı kıtına yetiştirmeye çalışırlardı.

Analarımız, babalarımız baharın ilk aylarına doğru,  havanın iyi olduğu günlerde dışarıya kazan kurarlardı. Kazanda su ısıtarak; çamaşırlarını, saçlarını, başlarını kil toprağı ile yıkarlardı. Sabun bulunan evlerde bir kalıp sabun çok büyük bir lükstü. Sabunu ancak biz çocukların banyosunda kullanırlardı. Bir kere sabunlandık mı o yeterdi. Analarımıza göre gaz,  sabun bitmemeli, uzun süreli dayanmalıydı.

O yılların akşamında odanın bir köşesine annenin, babanın yer yatağı serilirdi. Anne ve baba; o daha küçüktür, kendini ısıtamaz, bizim sıcağımızda yatsın, üşüyüp hastalanmasın diye evin en küçük çocuğunu da ortalarına, koyunlarına alarak yatarlardı. Küçük çocuğun kardeşleri olan diğer çocukların yer yatağı da anne baba yatağının alt tarafına ya da yan tarafına serilirdi. O yıllarda her ailenin dört beş çocuğu olurdu. Her çocuğun altına ayrı bir yer yatağı serilemezdi. Her bir yatakta iki kardeş başlı, kıçlı olarak yatarlardı. 

O soğuk kış günlerinin böylesi soğuk odasında işte bizleri ısıtan ve soğuktan koruyan tek şey, o başlı, kıçlı olarak yattığımız yün döşeklerimiz, yorganlarımız olurdu.  Akşam yatağa girdikten hemen sonra yatağımızı ve kendimizi ısıtmak için başlarımızı yorganın içine çekerdik.  Her tarafınızı kapatır, dışarıdaki hava ile temasımızı keserdik. Bir müddet bu şekilde kalırdık. Bu vaziyette vücudumuzun daha kısa zamanda ısınmasını sağlardık. Çok geçmez vücudumuz ısınca da gözlerimize tatlı bir uyku inerdi. Yorganın altında hava alıp verecek bir yer açar, hemen uykuya daladık. O uyku öyle tatlı olurdu ki sabah olduğu halde gözlerimizi daha uykudan açamazdık.

 O kış günlerinde yattığımız odanın içi sabahları, akşamları soğuk olurdu.  Sabah akşam odanın içindeki soğukluktan hiçbir değişiklik olmazdı. Hatta sabaha karşı daha da çok soğuk olurdu. Ellerimizi ayaklarımızı dışarı çıkartsak hemen üşürdük. Yataktan hiç çıkmak istemezdik. Ta ki anamızın o soğuktan tandırda pişirerek tereyağlı içi patatesli bulgur pilavı ya da pancar çirterek yaptığı o tatlı pancar yemeğinden ya da kuymak yemeğinden birini getirip önümüze konuncaya kadar.

Kış aylarında yediğimiz yemekler hep aynı türden yemeklerdi. O yılların fakirliğinde ya da yoksulluğundan olacak ki analarımızın yemek malzemeleri çok sınırlıydı. Onlar kıtlık görmüş, zorlukların insanlarıydı. Pişirecek malzeme bulamadıkları zaman bile yufka ekmeği sıcak suda ıslatırlar, kuymak yaparlar, üzerine de içinde soğan soldurduğu tavadan tereyağı dökerek buğusu üstünde tüten sıcak bir kuymak yemeğini ortaya, önümüze koyarlardı. 

İşte o zaman yataktan kalkar yer sofrasında yemeğin kenarına sıralanırdık. Burcu, burcu tereyağı kokusunun odayı doldurduğu o kapta hangi yemek bulunuyorsa pilavın, pancarın, kuymağın üzerine böldüğümüz yufka ekmeği serdik.  Serdiğimiz yufka ekmekten sokum yapar, o yemeği büyük bir iştahla yerdik. Hele bir de bu yemeğin yanına gözlerimizi yaşartan, irisinden, büyüğünden bir baş acı soğan bulduk mu değme gitsin yemeğin tadına ve bizim keyfimize…

Yemek kabının dibini bile sünnetlediğimizden o kapta bir cimdik bulaşık kalmaz, kap sofrada yıkanmış gibi olurdu.

Karnımız doyunca üşümemiz gider, kendimize gelir akşama kadar bir daha yatağa girmezdik.

Anamız sofra ortalıktan kaldırdıktan sonra yerde serili olan ağır yün döşekleri yorganları dürer, bükerdi. Omuzuna kaldırarak götürür, odanın duvarına gömülü yatak yüklüğüne üst üste kayardı. Onların üstünede yün yorganları koyardı. Bizde yastıkları yüklüğe götürerek anamıza yardımcı olurduk. İç bitince de yüklüğün perdesi çekilir yataklar perdenin gerisinde kalır, görünmez olurdu. 

Daldım, yine… O zor olan yıllara gittim. Ne zordu o yıllar. Hem de ne çok zordu…

Şiir, o yıllara atfen o duygulara yazılmıştır.

Mehmet TURAN
 19 Ocak 2014 – Söğütözü / ANKARA

 

  1. Bu durum çok sürmedi.  İki yıl sonra Köyümüze betonarme iki derslik İlkokulumuz yapıldı. Artık birler, ikiler, üçler ayrı bir sınıfta kalıyor, dörtler, beşler ayrı bir sınıfta kalıyordu. Ancak her iki sınıfı da tek öğretmen Hayri TAKMAZ okutuyordu.
  2. Öğretmenimiz Hayri TAKMAZ’ ın ailesi Kırşehir İli Mucur İlçesinin Gümüşgümbet Köyünde kalıyordu. Çok Değerli Öğretmenimiz Gümüşgümbetliydi.
  3. Sobada yakmak için biz öğrencilerin çalı çırpı tezek kerme getirmemiz iki yıl sürdü. Daha sonra Hayri TAKMAZ Hocamız bizlerin ailelerinde para topladı. Toplanan paralarla Son güz aylarında Köyün bağlarında bulunan zerdali (kaysı)  ağaçlarını okul adına satın almaya başladı. O yıllarda satın aldığı zerdali ( kaysı)  ağaçlarını Köylülere kestirtir, taşıttırırdı.  Ağacın kök ve dallarını kısa aralıklarla bizden büyük olan öğrenci ağabeylerimize büyük kalın testere ile kestirir, kırdırdı.  Kayısı ağacı çok iyi yanıyor, iyi ısı veriyordu. Bizler rahatlamıştık.  Ancak Hayri TAKMAZ hocamız her sene 60- 70 senelik büyük zerdali ağaçlarından 3- 4 tanesini satın alıyor, kestiriyordu. Yetişmiş kaysı veren ağaçlar… Beş on sene sonra bağlardaki kaysı ağaçları iyice seyrelmeye başladı.  Daha sonraki yıllarda Köyde bağda kalmadı, bağdaki kaysı ağaçlarında…

 

 
Toplam blog
: 47
: 2386
Kayıt tarihi
: 28.10.08
 
 

Mucur / Kırşehir doğumluyum. Uzun süre Maliye Bakanlığı'nda çalıştım. Kabul etmek gerekir ki, Mal..