Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Şubat '11

 
Kategori
Tarih
 

Evliya Çelebi'den seçmeler 4

Evliya Çelebi'den seçmeler 4
 

“Asıl arzum Mukaddes topraklar, Bağdat, Mekke, Medine, Mısır ve Şam taraflarına gitmek idi.” 

“Gedik paşa tarafında eski dostumuz olan Okçu zade Ahmet Çelebi’nin evine vardım. Gördüm ki büyük hazırlık ile Bursa seyahatine çıkmak üzeredir. Bana hitaben: “Biraderim Evliya! Gel seninle arkadaş olup beş on gün içinde eski payitaht Bursa şehrini gezip görelim…..Hakir de hemen oradan –babamın ve annemin haberi olmadığı halde – yirmi kişilik arkadaş kafilesi ile Eminönü’ne gelip, bir Mudanya kayığına bindik.” 

Böylece ilk seyahatine Bursa’dan başlar Evliya Çelebi. Bursa’ da: Camileri, imaretleri, tekkeleri, çeşmeleri, ılıcaları ayrıntılı bir şekilde anlatır. Bu arada Keşiş Dağına çıkar ve: 

“Burada küçük, büyük göller vardır. Bu göllerde birer, ikişer okkalık alabalıklar yetişir. Buralardaki su birikintilerinde, haliçlerde, kışın su donar. İstanbul tarafından iki-üç yüz neferiyle karcı başı gelerek bu göllerden buz keser. Her parçası sanki billur ve neceftir. Elmas parçası gibi parıltısı insanın gözünü kamaştırır. Temmuz ayında karcı başının izniyle, Bursa halkı binlerce katır yükü buz parçalarını şehre indirerek susuzluklarını giderirler. Bundan başka, günde binlerce devlete ait katırlarla buz ve kar taşınarak Mudanya iskelesinden kar gemilerine yüklenir ve İstanbul’a padişahın mutfağına, helvahanesine, has haremine, sadrazama, yedi vezire, şeyhülislama ve kazaskerlere, hâsılı padişah kanunu olan yerlere ulaştırılır. İşte Keşiş dağı böyle bir kar hazinesi ve rahmet buzudur.” 

Uludağ için padişahların ve ileri gelen yöneticilerin derin dondurucusu diyebilir miyiz? Bu arada Bursa’yı ayrıntılı bir şekilde gezdikten sonra İstanbul’a dönen Evliya Çelebi Trabzon valisi Ömer Paşa’nın kethüdası olarak yola dizilir. Trabzon’a gelip de hamsiden bahsetmemek olmaz, bakın neler yazıyor Evliya Çelebi. 

“Levrek balığı, kefal balığı gayet lezzetlidir. Bir karıştan uzun kırmızı başlı tekir balığı, uskumru balığı ve daha bin çeşit balıkları vardır. Amma bunların hepsinden fazla Lazların üzerine düştükleri, alış verişi hakkında kavga ettikleri hamsi balığı… Bu balık hamsinde (Kışın elli günlük bölümü) çıktığı için, hamsi balığı derler. Balığın çıkışını tellallar halka haber verirler…..Şu beyitleri de söylerler.” 

“Trabzon’dur yerümüz 

Ahça tutmaz elümüz 

Hamsi paluk olmasa 

Nice olurtu halimuz” 

“Hamsinin faydası, şekilleri ve hassaları: Bu balık bir karış kadar, ince ve morca cilalı, gümüş gibidir. Faydası o derecedir ki, yedi gün devamlı yiyen kimsenin şehveti son derece artar. Çok kuvvet verici ve hazmı kolaydır. Yemeğinde balık kokusu olmadığından, yiyene hararet vermez. Ağrı hastalığına tutulan adam yese şifa bulur. Bir evde yılan ve çıyan olsa, hamsi balığının başı tütsü edilirse kaçar. Bunu yemek Trabzonlulara hastır ki kırk çeşit yemeğini pişirirler. Kebabı, çorbası, yahnisi, böreği ve baklavası olur.Fakat pilaki derler, bir çeşit tavası vardır ki şöyle yapılır: Önce bu hamsi balığını güzelce temizleyip onar onar kamışa dizerler. Maydanoz, kereviz, soğan ve pırasayı ince kıyıp tarçın ve siyah filfil ile karıştırdıktan sonra, pilaki tavasının içine bir kat hamsi, bir kat bundan döşeyip Trabzon’un ab-ı hayata benzer zeytinyağını üzerine dökerler. Bir saat kadar kuvvetli ateşte pişirdikten sonra yerler ki, doğrusu sevilecek mübarek yemek olur.” 

Trabzon ile hamsi ilişkisinin tarihselliğini Evliya Çelebi’yle bir kere daha kanıtladıktan sonra; Şimdi de Trabzon’da yaşayan halklara bakalım. 

“Halkı ahlaklı ve yabancı dostu insanlardır. Amma Çiçi, Çagata ve Lazki denilen reaya gayet inat olurlar. Bu taifelerin kendilerine mahsus lehçe, ıstılah ve yazıları vardır ki Trabzon halkı bile anlamazlar. Tercümana muhtaçtır. Çiço ve Çagataların şiirlerinden birisi: 

Tun zarigan tabinçaro 

Tomor fonda palikaro 

İphayanka gohatona 

Kepha payes tohamamo” 

“Amma Lazkilerin dili, yazma imkânı olmayan çok tuhaf bir lisandır. Bu kavmin çoğu gemicidir. Çoruh nehri ile Mekrilistan’a gidip, esir getirerek ticaret yaparlar. Hoş, büyük bir limanı vardır. Demir tutar körfez bir limandır.” 

Merkilistan seyahatı. 

“Ketenci Ömer Paşa’nın kethüdası Ömer ağa ile –elçilik ile Merkilistan vilayetine hediyeler götürdüğünden- hakir ile beraber gittim.” 

“Trabzon’dan iki yüz adam ile, beş parça Laz menkisile kayıklarına tamamen silahlı olarak binerek limandan çıktık." 

“Sağlam kale Günye: 

"Trabzon eyaletinde va Batum sancağı dahilindedir…..Sefer sırasında, kanun üzere cebelileriyle sekizyüz asker olur. Ayrıca paşasının da üç yüz kişilik askeri vardır.Fakat Mekrilistan sınır olduğu için, bu askerler sefere iştirak etmezler…..Nahiyeleri, hep silahla konuşan asi Çiço Lazlarıdır…..Kalesi deniz kıyısında, dört köşe, taş bir binadır. Bir çok kereler Kazaklar istila edip yağmalayarak harap etmişlerdir. Bu kale Çoruh nehrinin kenarındadır.” 

“Hakir Günye Ağası Zenberekçibaşı bölüğü ile Azak seferine memur oldum. Azak seferine giderken, evvela on parça Laz menkisilesine üç yüz kadar tüfekli yeniçeri ve bu hakirin beş adet Gürcü kölesi beraber bindik.” 

“AZAK GAZASI" 

“İlk olarak Özü eyaletine sahip olan Koca Gürcü Kenan Paşa ile Rumeli Paşası. Yirmi sekiz kadar liva beyleri, kırk bin Bucak Tatarı, kırk bin Boğdan askeri, yirmi bin Erdel askeri ve seksen bin rüzgâr kadar hızlı Kırım Tatarı, gidip Azak kalesini kuşattılar.” 

“Bütün Müslüman gaziler kalenin metrisine girip göz açtırmayarak, yedi koldan kuşattılar. Anadolu tarafından yedi vezir, on sekiz mir miran, yetmiş mirliva yardıma geldi.” 

“ Allahın büyüklüğü, bir gün top ve tüfek şenliği oldu ki, sanki gökyüzünde bulutlar parça parça olup yere düştü. Burada Tatar Hanı’na karakol ferman olundu…..O gece kalede mahzur olan Ak Kazak dahi bir tüfek şenliği ederek, Azak kalesi semender kuşu gibi Nemrut ateşi içinde kaldı ve davullarına kuvvet vererek, “Ya jorj, ya jorj” sesleriyle kaleyi doldurdular. Kalenin burç ve duvarlarını haçlarla süslediler. Meğer o karanlık gecede, Don nehrinden on bin kafir kaleye yardıma gelmiş. Sabahtan hiç ara vermeden top tüfek atmaya devam ettiklerinden, yedi yüz adam şehit oldu.” 

“Sabahla birlikte yedi koldan yedi yüz adam şehadet şerbetini içtiklerinden, bütün aletleri devlet hazinesine teslim edildi. Seher vaktinde dua ile toplara ateş verilip, kalenin duvarları harap ve viran , evleri berbat ve türab oldu. Amma burç ve duvarları, Cenevizlilerin yapısı olduğundan sağlam olarak kaldı. Top darbesinden yıkılan yerleri, cehennem olası kafirlere durak oldu. Bu gece de acele çitler, şıramvaylar, domuz damları çatıp siperlendiler. Yeniden cenge başladılar.” 

“Bu suretle kırk gün İslam askeri eğlendi. Bu sırada asker arasında bir takım dedikodular yayıldı. Her gece beşer altışar yüz çıplak Kazak, vücutlarını Don nehrine batırıp ağızlarında birer kamış ile nefes alarak, kaleye geçmeye başladılar. Bu şekilde Azak kalesi taze can bulmaya başladı.” 

“Günden güne cengaverlik edip metrisleri basarlar, gece baskınları yaparlar, sonra yer altında kaybolurlardı. Bazı aletlerini, mühimmat ve silahlarını da büyük sığır tulumlarına koyup, Don nehrine akıtarak kaleye sokarlardı. Sonunda Müslüman gaziler bu şeytanlıkları da duyup, Don nehrine gemi direklerini dikerek kazıklar kakıp sedler yaptılar.Kafirlerin Don nehrinden bu şekilde nice mallarını alıp zengin oldular. Kafirler yine ümitsizliğe düştü. Fakat yer altında korkusuzca gezip şarampa ve domuz delikleri açarak, ileri giden Muhammad ümmetini şehit ediyorlardı. Git gide halkın yüzü döndü. “Böyle rezilce savaş devam edecek mi” diye, Müslüman gaziler korkuya kapıldılar.” Moskof kralı iki yüz bin asker ile geliyor” diye bir çok rivayet çıktı. Halkın aklı başından gitti. Gerçi bu haber düşman sözüydü amma, askeri korkutuyordu. Bu hal üzere vezirler, ayan, küçükler, büyükler, güngörmüşler, iş erleri bir araya gelip büyük meşveret ettiler. Dediler ki: “Bu cengimiz günden güne geri kalmayıp kaleden nişan dahi kalmasa, yine fetih nasip olmayacak. Yeniçeriler kırk günden fazla kalmak kanunumuz değildir. Diye birden ayaklanıp metristen çıkacaklar. Bir taraftan kılıç gibi keskin kış gelip Azak denizi iki kulaç derinliğinde donar. Beş ay kış olup yollar kapanır. İslam askerini nasıl selamete ulaştırırız? Nerede kalırız? Bir yerden imdat ve zahire gelme ihtimali yok!.. Allah göstermesin, İslam askeri içinde kıtlık ve pahalılık olursa sonu neye varır? Bu Padişah cephanesini kime bırakacağız? Ve hangi yöne gideceğiz? Bir taraf deniz, Kuzey tarafı kafir memleketi, batı ve güneyi Heyhat sahrası!..” “Bunun üzerine her kafadan bir ses çıkıp, işin sonunda Koca Kenan Paşa ile tersane kethudası Piyale ağa buyurdular ki: Bu gün tellallar bağıra, sabahleyin yürüyüş var. Tımar, zeamet ve sipahilik isteyen gelsin. Diye tenbih oluna. Yedi koldan yedi bin serdengeçti ve salipçi erler yazılsın. Müslüman gazilerin de mücahidlerini cenge hazır edin. Görelim, ayine-i devran ne suret gösterir.” “Bunun üzerine toplantıya son verip, “El Fatiha” dediler. Gaziler arasında bayram oldu. Devlet cephaneliğinden yedi bin kılıç, iki bin kalkan, iki bin tüfek, kırk bin ok, beş bin yay, altı bin mızrak, beş bin şişe el kumbarası, renk renk silaha ait mühimmatlar, defter tutularak Müslüman askerine dağıtıldı. Sonra bir uğurlu saatte yedi koldan top ve tüfekler atılıp, asker içinden Allah, Allah koptu. Tüfek ve siyah duman tozundan hava kararmaya başladı. Fakat güzel bir rüzgar çıkıp dost, düşman seçilmeye başladı. Müslüman askerler dal kılıç olup kaleye girdiler. Kafirleri kıra kıra iç kaleye kaçırdılar. Velhasıl sekiz saat öyle bir savaş oldu ki, Mohaç savaşına benzer Kafirlerin bu hali gören kılıç artıkları, yer altındaki domuz damlarına girip saklandılar. Fakat melunlar yerden lağımlar atıp, İslam askerini ebabil kuşları gibi havaya uçurma şeytanlığını gösterdiler. Mazgal deliklerine varanları kurşunla helak edip, her saat İslam askerini şehit etmeye başladılar. Geri taraftan ise imdat gelmiyordu.” 

“Gaziler gördüler ki ikindi vakti oldu, can ve baştan olduklarından başka hala karınları da aç, savaşın şiddetinden ve susuzluktan helak olma derecelerine vardılar. Güneş batmak üzere iken, alay çavuşları gelip: Dönün gaziler, pazunuza kuvvet! Vakit akşamdır gelin yemeğinizi yiyiniz. Sabah ola hayrola. Diye seslenerek gazileri davet ettiler. Onlar da meydandaki ganimet mallarını, silahlarını alarak şehitleri de esirlere yükleyerek yerlerine çekildiler. Sonra bir yaylım tüfek ve bir yaylım top şenliği oldu. Şehitlerin namazını kılarak toprağa verdiler, yaralılara emekli vazifelileri tayin ettiler, cerrahlar gönderdiler. Kelle getirenlere yüz kuruş, dil getirenlere bir esir ihsan olunup, başlarına çelenkler konuldu. Terakki, timar, zeamet verildi. Şehit olan bin ikiyüz Müslümanın da mühimmatları hazineye konuldu.” 

“O gece kafirler gene Ferhat gibi çalışıp, kalenin yıkılan duvarlarını gayet sağlam bir şekilde onardılar. Pusu ve mazgalları tamir edip, sanki yeni bir İskender duvarı çektiler.” “Bu hali gören Müslüman gazilerin hepsi üzüldüler…..Yine cenge devam ettiler. Fakat evvelki gibi can ve gönülden degildi…..Kasım gününe kırk gün kalmıştı. Aya halimiz neye varır? Diye bütün vezirler, vükela, iş erleri bir araya geldi…..Yaptıkları istişareden sonra, Bahadır Giray Han’ı yetmiş bin asker ve atlısı ile Moskof kralının hükumet merkezine kadar yağma etmeye göndermek üzere karar verdiler.” 

“Bahadır Giray emrinde bulunan Tatar kabilesi askerleri, hareketin on dördüncü günü Azak kalesi altındaki İslam ordusuna kırk bin esir, iki yüz bin at ganimeti, hesapsız kıymetli mal, bakır, kalay, kapkacak gibi şeylerle gelip ulaşınca, İslam askerinin ölü gönülleri taze hayat buldu…..Tatarların böyle kendi milletlerini esir ederek getirdiklerini görünce, kafirlerin feryatları göklere yükseliyordu.” 

“Tatar askerinin böyle ganimetle gelmesinden öyle bolluk oldu, bir at bir kuruş, bir genç kız beş kuruşa alınıp satıldı. “ “Herkes kışın şiddetinden kokarak yine danışma toplantısı yaptılar. Üç yüz mühürlü bir dilekçe hazırlayarak İstanbul’a gönderdiler ki özeti şudur.” 

“Bu sene, bu kalenin fethi mümkün değildir. Kış mevsimi geldi. Moskof kralının taht merkezine kadar yağma olundu. Yetmiş bin kadar kafir esir alındı. Yüz bin kadarı da kılıçtan geçirildi. Moskof kralının tamamıyla haddi bildirildi.” 

Geleneksel tarihçiler savaşları yalnızca kahramanlık hikayesi olarak anlatırlar, oysa Evliya Çelebi savaş içerisindeki tasvirlerle savaşın en acımasız yanını gözler önüne sermektedir. 

Devam edecek… 

 
Toplam blog
: 29
: 1638
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1958 Erzurum doğumluyum. İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunuyum. İstanbul'da yaşıyorum. ..