Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Mart '11

 
Kategori
Eğitim
 

Evrensel Havuza gitmeden asla!.

Evrensel Havuza gitmeden asla!.
 

Özgürlük tutkusu ki, küçük hesaplardan uzaklaşmadır bir rivayete göre..


Sizlere Anadolu’nun çatısından sesleniyorum! Hani şairin; “karlı dağlara sırtını, gönlünü bir garip sevdaya vermiş” dediği hudutsuz rüzgârların ülkesinden... O nedenle sözü eğip bükmek olmazdı; dobra konuşmak, “dağlarınca heybetli, yıldızlarınca umutlu” görünmek ve sözün namusuna sahip çıkmak gerekirdi; ki bu ilk yazıdan itibaren öyle de yapılacaktır.. 

Satır aralarında şairin; “yayla bulutu gibi yükselir yavaş-yavaş / sonra birden sel olur, köpürür coşar ….” diye tanımladığı sert mizaçlı ve lakin yufka yürekli yayla insanıyla karşılaşırsanız şaşırmayınız! 

Yüksek yerde yaşamanın yüksek öngörüler kazandırdığını hâşa söyleyemem ve fakat Anadolu’ya bin dokuz yüz metreden bakmanın özgürlük tutkusu ile bir ilişkisinin olduğu da pekâlâ doğrudur... Özgürlük tutkusu ki, küçük hesaplardan uzaklaşmadır bir rivayete göre, en olmadık hayallerin peşine takılmak, ya da elde etmek istediği şeyi var gücüyle dayatmaktır. 

Oysa kalabalıklar, insana ait pozitif heyecanları öldürüyor, zayıf ve güçsüz bırakıyor, düşünceyi kovuyor, sürüleştiriyor, avamlaştırıyor ve ezberlere boğuyor. Yani aslında ne kadar az bilinir ve ne kadar basit yaşarsanız o kadar özgürsünüzdür. Demem şu ki, insanlık sahip olduğu büyük değerlerini münzevi adamlara borçludur. Merkezden ne kadar uzaklaşılırsa evrensele o kadar yaklaşılır çünkü. Düşünce ve güzel sanatlar yalnızlığa, ezberler kalabalıklara koşar. En güçlü, en üretken olduğunuz an tek başınıza kaldığınız andır. Ve taşrada insan bir başınadır, sıradandır, gözlerden ıraktır yani; ki orada ancak kitaplarınızla, umutlarınızla, heyecanlarınızla, düşüncelerinizle çoğalırsınız.. Ve biriktirdiğiniz neyiniz varsa koyarsınız ortaya. Yüreğinizden söküp çıkardığınız bir yayla türküsü eşliğinde, belki de kanadı kırılmış allı bir turnaya yükler ve öylece salarsınız memleket ufkuna her şeyinizi. 

Belki şaşıracaksınız ama bizim buralarda hâlâ, gönlünü tüm insanlığın ortak birikimine açmayı başarabilmiş yiğit adamlar nesli bir şekilde devam etmektedir. Yolunu kaybetmiş ve çocuklarına iyi bir gelecek kurma endişesini terk etmiş bir medeniyetin yarattığı tıkanıklığa rağmen, yine de muazzam büyüklükte ve olabildiğince nitelikli bir sanat, edebiyat ve düşünce takipçisi var. Tıpkı Akademi gibi, ne yazık ki taşra da, kendi içindeki ermişleri henüz fark edememiştir. Referanslarını bütün bir yeryüzüne yayabilmiş ve tüm enerjilerini evrensel özü yakalamaya hasretmiş bu entelektüel yalnızların, inanıyoruz ki ülke dinamiklerini etkilemesi an meselesidir. 

Sözün özü şudur ki; merkezdeki “körler-sağırlar, birbirlerini ağırlayadursunlar, ” biz buralarda epey zamandır, tıpkı Kurtuluş Savaşında olduğu gibi Türk Aydınlanma hareketinin de Anadolu’dan başlaması gerektiğine inanmaya başladık. Bin yıllık bir Anadolu macerasının bütün aksiyonlarına öncülük etmiş; hani nerede, ne zaman bir harp çıkacak olsa, “aman ocağınıza düştük!” denilerek asker kotarılmış, vatana olan borcun sınırı olmaz belki ama vatandan da sürekli alacaklı kalmış bu çetin coğrafyadan yükselen feryadımız, hadi kestirmeden söyleyelim; bu metinler aynı zamanda, merkezi Akademi’den umudumuzu kesmek üzere olduğumuzun ilanıdır.. 

Hani bir zamanlar, Erzurum halkı bütün bir Anadolu’nun kurtuluşu için top yekûn ayağa kalkmıştı da; “İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar, / Türk halkından kesmişlerdi umudu. / Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a: / -Amerikan mandası altına girelim- diye..” 

Sadece Nazım mı, hayır! Daha onlarcası o günleri anlatırken, ülkede ümitsizlik içerisinde bulunanların ve hiçbir şey yapmadan kendi köşelerinde öylece oturup kafa karışıklığı yaratanların sadece merkezdeki aydınlar olduğunu, aynı şeyin halk için asla söz konusu edilemeyeceğini söyler. 

Cumhuriyetle nihayetlenen o büyük başkaldırı, yeniden ve kardeşçe bir yaşam kurabilmenin ilk manifestosuydu belki de; çünkü birlikte yaşamak, nifak öncesi bu topraklarda yetmiş iki milletin becerebildiği en iyi şeydi. 

Halkın asla tasvip etmediği velâkin bir kısım okul görmüş çocukların hata ve ihtirasları sonucunda ortaya çıkan ihtilaf ve çatışmalar öyle görünüyor ki bu coğrafyada bir süre daha devam edecek. 

Bugün insanlık değerleriyle hâlâ buluşamamış eski bir kuşak var. Aydın ve fakat yüz yıl, iki yüz yıl öncesinin aydınlanmacı aydınlarından. Evrensel havuza gitmek yerine ideolojilerle besleniyor, Marksizm ve Kapitalizm gibi modası geçmiş kavramlarla konuşuyorlar.. Bilmem kaç yıl öncesinin enstrümanları, araçları, argümanları ile bize gelecek vizyonu çizmeye çalışıyorlar. Ve hatta içlerinde, yağmaya dayalı Bedevi geleneklerini dayatanları bile bulabilirsiniz. Burjuvalaşmış bir moda sektörünün yarattığı güçlü trendleri takip etmeseler, günümüzde yaşadıklarına kimse inanmaz. 

Çatıştıkça var olabilen bu eski kafa aydınlar cemaatinin, ileriye doğru atılan her adımı boğup nefessiz bıraktığı ve o nedenle yeni Dünyaya ait değerlerin yeterince anlaşılamadığı bir vakıa. 

Oysa bugün gelişmiş ülkelerde, devlete ait tüm egemenlik alanlarının sınırları o derece daraltıldı ki, neredeyse bütün bir merkez boşaltılarak insana yer açıldı. Bu ülkenin sağında ve solundaki egemen aydınlarsa hâlâ, fetiş haline getirdikleri 1930’ların despotizmini, on sekizinci yüzyılın keskin söylencelerini, din kurumunun gelenek ayağını; yasama, yürütme, yargı ve oligarşik bürokrasi ile yürüttükleri paslaşmalar sonucunda bize dayatmaktadırlar. Mustafa Kemal’i anlayamamış olmaları bir yana, her dönem halkın onlarca yıl gerisinde kalmayı bir şekilde başarmışlardır. Ülkemizdeki eğitim algısını biçimlendiren akademinin, terk etmeyi bir türlü başaramadığı bu eski ve küflenmiş dil, artık bizi boğmak üzeredir. 

Rönesans, Aydınlanma, Kuantum derken, geçmişi ile onlarca kez hesaplaşmış, demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi tüm kurumsal alt yapılarını sağlamlaştırmış toplumlarda üretilmiş bilgiyi, özgür düşüncenin olmadığı, putların bir türlü yıkılamadığı, insanlığın biriktirdiklerine sırtını dönmüş, kitapsız ve ezberci bir zemin üzerinde yeniden inşa etmenin imkânı kalmamıştır. Ve ne yazık ki bugün ülkemizdeki akademik üslup, bütünüyle bir ezberler sistematiğidir. 

Akademi bu kadar beceriksiz ve ikiyüzlü davranmasaydı eğer, ezberlere boğulmasaydı bu kadar, bilimi kırk yerinden kilitleyen zincirleri kolayca parçalayabilir ve insanlığa ait değerli olan ne varsa hemen tamamına kısa sürede sahip olabilirdik... Ötekine tahammül edemeyen sıradan faşistler yetiştirmeye çalışmak yerine, vakitlice kırmış olsaydı testiyi, cehalete, ilkelliğe tekme tokat girişebilseydi eğer, ülkedeki tüm anti demokratik özlemleri kahredebilir, demokrasiyi, hukuku ve adaleti tesis edebilirdik... Tercüme ofisleri gibi davranmasaydı, evrensel yarışa dahil olabilir ve insanlığın önüne yeni değerler koyabilirdik; bilimi, sanatı, düşünceyi, estetiği, ahlakı toplumun tüm katmanlarına yayabilir ve ilkel bir bürokratik diktatörlüğe razı olmak yerine adam gibi bir devlet kurabilirdik!. 

Evet sorunların ana kaynağı bir yanıyla kitapsızlık gibi gözükse bile, ezberlerimiz ve ihtilaflarımız o boyuta ulaşmıştır ki, kitabı tanımlamakta bile olsun toplumsal bir konsensüs sağlamanın imkânı kalmamıştır.. O nedenledir ki, evrensel havuza bir türlü ulaşamıyoruz. Bizi ezberlerimizden soyup yıkayacak tek yer orasıdır çünkü; Turan’ımız, Kafdağı’mız ve dahi ardındaki Zümrüdüanka’mız orasıdır... 

 
Toplam blog
: 19
: 679
Kayıt tarihi
: 01.03.11
 
 

1957 yılında Erzurum ilinin Şenkaya ilçesine bağlı Evbakan Köyünde dünyaya geldim. İlkokulu doğduğum..