Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Eylül, takvim ve lösemili çocuk

Eylül, takvim ve lösemili çocuk
 

Sabahları uyandığım zaman yatağımın başucunda asılı takvime alt tarafından bakıp hâlâ birçok sayfası olduğunu görünce seviniyordum; daha yılın bitmesine çok var diye. Yarıyı geçmiş ama yılın bitmek üzere olduğunu gösterecek kadar da incelmemiş. İyi bi şeydi bu!.. Ancak ayağa kalkıp gün ve ayın yazılı olduğu ön yüzünü görünce iyimserliğim yerini üzüntüye bıraktı. Meğer bir buçuk aydan beri takvimin yapraklarını koparmamışım! Sanki bilincinde olmadan kendimce zamanı durdurmaya çalışmışım. Yaprakları tek tek koparıp bulunduğumuz güne gelince Eylülün ve yılın bitmekte olduğunu fark ettim. Sonbahar hissi, hep sırtımda taşıdığım halde kendini birden bire belli eden ağır bir yük gibi bindi omuzlarıma. Sanki zaman, kopardığım takvim yapraklarının arasından avucumdan akıp geçmişti.

Sonbahar, herşeyiyle bir bitiş, tükeniş hissi uyandırır insanda. O güzelim güneşli havalar gitmiş; bulutların, yağmurun ve erken çöken karanlığın devri başlamıştır. Uykudan hiç değişmeyen bir gecikmişlik ve pişmanlık duygusuyla uyanırım böyle günlerde. Yapamadıklarım unutulmuş ya da son ana bırakılmış bir ödevin kâbusu gibi içimi tırmalar. Oysa çoğunun teslim tarihi geçmiştir çoktan. Öğrenemediğim diller, doğmamış çocuğum, kendi elimle inşa edemediğim evim, düzenleyemediğim bahçem, gezemediğim ülkeler ve bir türlü bitiremediğim kitabım kırgınlıklarını belli etmemeye çalışarak başlarını yere eğerler. Herşeyi unutmak için gözlerimi sonuna kadar açarım; kapatırsam sırayla dikileceklerdir karşıma bilirim. İlgimi başka şeylere yöneltmek isterim; hemen kalkıp bir şeyler yapayım derim; ama yürüsem de koşsam da o gizli yaralar orada öylece durur. Sadece üstü kapatılmıştır.

O güne biraz daha yaklaştığımı hissetmenin hüznüyle geride bıraktığım zamanla önümde kalan tahmini süreyi kıyaslarım. Yarıyı biraz geçmişim, çok geç değil diye avunurum. Ama öyle bir yaş ki, saat öğleden sonra üç gibi; bazı şeyler için geç, bazıları için erken…

İşe giderken benimkinden birkaç durak sonra otobüse binip karşımdaki koltuğa oturan yaşlı adam ve kucağındaki çocuğa önce dikkat etmedim. Kafamdaki binbir düşüncenin olanca dalgınlığıyla otobüsün içinde her gün gördüğüm yüzlere bakmaktansa camdan dışarda yağan yağmuru seyrediyordum. Zaten otobüsün içindeki tabloda ilk bakışta bir olağandışılık yoktu. Hep aynı simalar; aşina olduğun ama arkadaş olamadığın... Yeni bir yolcu olarak yaşlı bir adam ve başında orlondan örülmüş beresiyle üç-dört yaşlarında bir çocuk. Sonra çocuğun bileğindeki sargı bezine takılı serum giriş ağızlığını farkettim; sonra tenindeki olağandışı solgun sarılığı; sonra kaşlarının dökülmüş olduğunu… Herhalde dedesi olan adam başındaki bereyi çıkarınca da hiç saçının olmadığını.

Sanırım lösemiliydi. Bilmiyorum dış belirtileri bunun gibi olan başka bir hastalık var mı? Tuhaf, kırık bir hüzünle bakıyordu dünyaya. Başına gelen şeye anlam verememiş gibi bir yüz ifadesi vardı. O sırada bir hastanede olsam belki bu kadar yadırgamayabilirdim ama bulunduğumuz yerde etrafındaki insanlarla tuhaf bir tezat oluşturuyordu. O, o anda aramızda yaşı en küçük olandı. Ama yazgı insafsız bir kura çekmiş ve yükünü yıkmak için o küçücük omuzları seçmişti. Yaşıtları derin sabah uykularını uyurken o hastaneye yetişmek için uyandırılıp sarsıla sarsıla giden otobüse bindirilmişti. Oynayamadığı oyunları düşündüm bir an. Uyuyamadığı uykuları. Hastane odalarında geçecek günlerini. Sonucu belirsiz tedavisini. Hastalığı atlatma olasılığını…

Yoksul elbiselerine baka baka birden hiç beklemediğim biçimde gözlerimin dolduğunu hissettim. Zor zaptettiğim bir hıçkırık boğazıma kilitlenip kaldı. Islanan gözlerimi kimse fark etmesin diye başımı yere eğip ellerimle yüzümü kapattım. Ne yapsam içimden yükselen ağlama isteğimi engelleyemiyordum. Yufka yürekliyimdir ama aslında öyle kolay ağlayan biri değilim. Babamı kaybettiğimiz zaman bile doğru dürüst ağlayamamıştım. Onca yıl geçti, hâlâ içimi yakan acıyı gözyaşımla ıslatıp yumuşatmayı bir türlü beceremedim. Ama şimdi hiç tanımadığım bir çocuk yüzünden etrafıma belli etmeden için için ağlıyordum. Belki benim tahmin ettiğim ölçüde vahim bir hastalığı da yoktu. Ama o anda orada görünmez bir ressam sonbahar renklerinden bir tablo çizip koymuştu karşıma. Beni gizli gizli ağlatan o tabloydu ama gerçekte resimdeki hangi fırça darbesiydi kimbilir? Belki de en çok Eylüldendi.

Hiç karşılaşmamış olsam da mucizelere inanırım. Bazen içimde öyle bir güç olduğu hissine kapılırım. Otobüs, ineceğim durağa yaklaşırken kafamda dönüp duran düşünceler dikkatimi dağıtıp gözlerimi kuruttu. Otobüsten inerken, “mucize denen şey belki şu an benim parmaklarımın ucundadır, dokunursam ona iletebilirim” dedim ve yanından geçerken dedesinin kucağında arasıra ağrıdan sızlansa da yaşından beklenmeyecek olgun bir edayla uslu uslu oturan hastamızın küçük, saçsız başını usulca okşadım.

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..