Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ocak '09

 
Kategori
Öykü
 

Fantastik bir öykü

Bembeyaz karların altında kapanan kırmızı kiremitli evin camlarından yansıyan gün ışığı, göz kapaklarına ulaştığında açıverdi gözlerini. Parmakları ile oğuşturdu bir süre. Öylesine bir gerneşti ki yatağın içi yetmedi vücuduna. Yorganın altından dışarı taşan bacakları üşüdü ve hemen içeri çekti. Sıcacık yorganın altında bir kedi gibi kıvrıldı yeniden. Bu kadar soğuk ve karlı bir havada hele hele böylesine şiddetli rüzgaz varken, bu güneşe anlam verememişti. Ama soğuk odasında yüzüne ulaşan gün ışığının sıcaklığı çok hoştu. Hani bir kedi olsa, sıcacık kaloriferin yanına uzanmışçasına, karnınıda bir güzel doyurmuş gibi mırıldanacaktı. Eksik olan tek şey tüylerini okşayan sahibesiydi.

Bir süre daha yatağın içinde kımıldamadan bekledi. Uyanmaya yakın gördüğü rüyayı anımsadı bir an. Dudaklarında bir tebesüm oluştu. Rüyasındakiler greçekleşseydi ne de güzel olurdu diye geçirdi aklından.

Karnı acıkmıştı, daha fazla oyalanmanın anlamı yoktu. Evde kahvaltı hazırlamak zor geldi. Kim uğraşacaktı şimdi? Çay demleyeceksin, sofrayı kuracaksın hepsinden kötüsü ise bulaşık yıkamaktı. Elektrik sobası ile ısıtılmaya çalışılan bir evde hiç çekilmezdi tüm bunlar. Bu kadar eziyeti çekeceğine, sıcacık bir bardak çayı içebilecek bir yer bulabilirdi. Çok da fazla parası olmadığını hatırladı. Ceplerini kontrol etti üç-beş kuruş parası vardı. Zaten aybaşına da az kalmıştı. Memeleketten parası gelecekti. Hızlı hızlı yatağını toplayıp üstünü giymeye çalıştı.

Giyisilerini giymeye çalışırken masanın üzerinde kapalı duran kitap yere düştü. Almak için yere eğildiğinde açık duran sayfanın ilk cümlelerini okudu. Sanki o kitabı daha önce hiç okumamışcasına veya yeni birşeyler algılamışcasına sesli olarak tekrar okudu yazılanları :

“ O gün geldiğinde, her şey kendiliğinden olacak. Mantığın duracak, duyguların kalacak. Gitmediğin görmediğin yerler, bilmediğin renkler ve köklerini bulacaksın. Önce beyninde yaşayacak sonra bedeninle içinde olacaksın. Bu bir yolculuk, geldiğin yerlere ve köklerine. İşte o gün, kapıdan çıkıp gideceğin bu gündür.”

Ani bir hareketle kapattı kitabı. İçi tuhaf olmuştu. Gözlerinin önünde mavi bir zemin belirdi. Uzaklardan gelen bir sesi duyar gibi oldu. Ses öylesine tanıdık geldi ki, az önce görmüş olduğu rüyada kendisini çapıran sese benziyordu.

Çok kısa süren bu dalgınlıktan kendini kurtardığında, deniz kenarında sıkça gittiği bir çay ocağı geldi aklına. Daldığı sırada beliren mavilik çağrışım yapmıştı herhalde.

Soğuktan ürperdi ve kendini toparlayarak aceleyle giyisilerini giydi. Kapıdan çıkarken, yere düşen ve açılan kitapta okuduğu cümleler geldi aklına. Tebessüm etti kendi kendine:

“ Belki de o gün bu gündür”. Diyerek dalga geçe bir edayla kapıyı kapattı.

Çok soğuktu dışarısı. Rüzgâr yürümesine engel olacak kadar şiddetliydi. Tipiden gözlerini zor açık tutabiliyordu. Rüzgârın savurduğu ince kar taneleri mızrak gibi gözbebeklerini hedef alıyordu adeta. Yanaklarının üzerine vuranlar sanki bir çiviydi. Evinin bulunduğu sokağın hemen sonunda simitçi fırını vardı. Saatine baktı,

“Simitlerde yeni çıkmıştır” dedi mırıldanarak.

Adımlarını hızlandırarak simitçi fırınına ulaştı. Kapıyı açtığında yüzüne vuran sıcakla birlikte beyninin en uç noktasına kadar ulaşan gevrek simidin kokusu açlığını bir kat daha arttırmıştı. Simitlerini alarak yan taraftaki mahalle bakkalına girdi ve peynir aldı bir miktar.

“Bir çay eksik” diyerek, deniz kenarındaki çay ocağının yolunu tuttu. Simitler soğumasın diye paltosunun altına koydu onları.

Acele adımlarla yürüken, biraz sonra kendine çekeceği ziyafeti düşünüyordu. Sıcacık çay, gevrek simit ve peynir. İşte bu üçlü lezzetin adıydı. Pek de yakışırlardı birbirlerine. Simit üzerindeki susam tanelerinin dişleri arasında ezilirken sızan yağı ile peynirin tuzlu tadı çay aracılığı ile ağzının içinde yayıldığında oluşan tadı hissetti adımlar daha sık ve aceleci bir hal aldı.

Artık soğuk iliklerine kadar işlemişti. Gerçi simitlerin sıcaklığı karnını ısıtıyordu ama diğer taraflar kutupları yaşıyordu. Ortaokulda fen dersi öğretmeninin gösterdiği küre geldi aklına. Hani demişti ya:

“Çocuklar, bu kürnin tam ortasına ekvator denir. Bu bölgede iklim çok sıcak olur. Ortadan geçen bu çizgiye ne kadar uzak yaşıyorsanız iklim o kadar soğuk geçer.” Aklından bu geçerken karnının ekvator, ayaklarının ve başının ise kutup daireleri olduğu konusunda hiç şüphesi kalmamıştı. Bu durumda okullarda fen dersinde küre yerine kullanılabilirdi. Çok keyiflenmişti. Ama amansız tipi fazla izin vermedi bu keyifin sürmesine. Çok az bir yolu kalmıştı. Ama ayakları ve elleri donmak üzereydi. Bir ara duraksadı yolda ve ayaklarını birbirine vurdu ısıtmak için.

Çay ocağı göründüğünde, artık elleri ve ayakları hissetmez durumdaydı. Kapının önüne geldiğinde, bir eliyle kapı kolunu açmaya çalışırken diğer eliylede soğuktan tutamadığı için akmış olan burnunu elinin tersiye sildi. Ayıp olmasındı içeridekilere. Buzdan donmuş elinin üzerinde öylesine hoş bir sıcaklık verdiki akan sümükleri. Hemen bir masaya oturdu. Kendisini sandalyeninin üzerine bıraktığında sanki bir meydan savaşı kazanmış komutan hazzını yaşıyordu. Paltosunun düğmelerini açarken, paltosunun altında sakladığı poşetini masanın üzerine bırakmaya çalıştı diğer eli ile. Çay ocağındaki garson onun istemesine gerek kalmadan getirivermişti bir bardak çayı.


Kavramakta zorluk çekti önce, biraz zorlayınca avucunun içinden vücudunun her bir noktasına yayılıverdi, içinde tavşankanı çay olan bardağın sıcaklığı. Dudaklarına doğru götürmeye başladığında, donmuş olan burnuna doğru, bardağın içinden yükselen buhar bütün yüzünü sarı verdi. Derin bir oh çekti. Bardağı bırakırken masanın üzerine; biraz önce can havliyle kendini içine attığı çay ocağının içindekilerinin ancak farkına varabilmişti. Çay ocağının içinde bulunanlar biraz şaşkın, biraz merakla kaçamak bakışlar atıyorlardı. Başını kaldırıp camdan dışarı doğru baktığında, dışarıda rüzgarın savurduğu kar tanelerini gördü.

Vücudu artık ısınmaya başlamış ve ayaklarındaki donma çözülüyordu. Ayaklarını hafifçe yere vurdu hissedebilmek için ayaklarını, birkaç kez daha tekrarladı. Bir bardak çayı bitirivermişti bir çırpıda. Şimdi biraz daha gevşemişti. Meraklı bakışlar arasında sandalyesini alıp cam kenarına yaklaştı. Daha net görünüyordu dışarısı. Paket içindeki iki dal sigarasından birini aldı, bir çay daha söyledi. Çay gelene kadar yakmadı sigarasını, ellerinin içinde yuvarlayarak beklerken çayı, dudaklarının arasından belli belirsiz iki sözcük çıktı. Çevresindekiler zaten anlayamamıştı söylenenleri. Ama işin garip yanı kendi dahi bu iki sözcüğün nasıl çıktığını anlayamamıştı. Yeni çayını getirdiğinde ocakçı, hafif bir tebessüm ile teşekkür etti. Sigarasını yaktı önce, çayına şekerini attı, şekerini eritmek için çay kaşığını bardağın içinde dolaştırırken çıkan sesin farkında bile değildi. Ama herkes bu sese dönmüştü. Çayından bir yudum aldıktan sonra, derin bir nefes çekti sigarasından. Gözünün önünden geçen duman filmlerdeki eski sahnelere dönüşleri andırırcasına bir zaman öncesine döndürdü onu.


Bir bahar sabahında buldu kendini. Masada tahinli iki simit, biraz beyaz peynir ve çay vardı. Mis gibi kokuyordu simit, gevrekti. Keyfini çıkara çıkara yemeye başladı. Orta yaşlarda, giysileri kirlenmiş, saçları ve sakalları uzun, kirli ve düzensiz bir erkek yaklaştı masasına. Oturmak için izin istedi. Görünüşünden beklenmeyecek kadar düzgün ve kibar bir konuşma tarzı ile. Şaşırdı. Biraz acıma duygusu biraz merak ile yer gösterdi. Simitin birini uzatırken ona doğru bir çay daha ısmarladı.

Simiti yerken o, çevrede birçok kişi dururken neden adamın yanına geldiğini düşünüyordu. Tedirgin oldu birden. Adam başını kaldırdı:

- Rahatsız ettim özür dilerim, ancak görevimi birine devretmenin zamanı geldi dedi, usulca.

Afalladı birden, görev neydi, bu adam kimdi? Kötü, basit bir şaka mı?

- Ne görevi dedi, kızgın ve titrek ses tonu ile.

Her ikisi de göz göze geldiklerinde, derinliklerinde gözlerinin bir şeyler yakalamıştı adını koyamadığı bir şey.

- Söylediklerim sizi huzursuz etti biliyorum, ben de aynı duyguları yaşamıştım görevi devr alırken.

Dedi ve sustu adam.

İçi içine sığmaz olmuştu. Damarlarını dolduran kan kaynama noktasına erişmiş su gibi derisinin altından patlarcasına akıp gidecekti adeta. Ciğerleri göğüs kafesine sığmıyordu, yüreği çatlayacaktı. Sandalyeden ayağa kalkıp suratının ortasına yerleştirecekti yumruğu, haykırışlar içinde. Ancak olmuyordu, adam sanki bir mıknatıs gibi bağlamıştı olduğu yere onu.

- Ne dediğinizi anlamıyorum. Bir başkası ile karıştırmış olabilirmisiniz, dedi.

- Hayır, bu imkânsız.

- İnanın söylediklerinizi anlamıyorum, ne görevidir bu ve siz beni nereden tanıyorsunuz?

- Görev bana devredildiğinde, 21 yaşındaydım. 25 yıldır zamanın gelmesini bekliyorum, dedi.

Kendisinin de 21 yaşına bu gün girdiğini düşündü o anda. Daha bir garipsedi olayı. Adam devam etti:

- Görevi bana devr eden kişi yanıma geldiğinde, senin gibi şaşkınlık, öfke ve telaş içinde kalmıştım. Görevimi anlatmaya başlamadan önce ellerimi dokunması gerektiğini söyledi bana. Ellerini uzattı ellerime doğru, çekmek istedim çekemedim. Yapma demek istedim, diyemedim. Bir taş parçası gelmiş oturmuştu gırtlağıma, sesim çıkmıyordu. Başına gelecekleri bilmeyen ve bilmemezlikten dolayı rüzgârda sallanan yaprağa benzer ellerimi görünce hele hele korkmuşluğun yüzüme verdiği ifadeyi fark edince; başımı kaldırarak gözlerine bakmamı istedi.

- Lütfen, başınızı kaldırırmısınız, inanın korkacak bir şey yok

Dediğinde, ses tonu öylesine yumuşaktı ki. Annemin beni uyutmak için söylediği ninniyi dinlerken duymuştum bu yumuşaklığı. Ruhumun anneme teslimiyeti, ona olan sonsuz güvene sığınarak nasıl gözlerimi kapatıp derin uykuya dalmışsam, aynı güven ve huzurla gözlerimi kapatım gayr-i ihtiyari uzatmıştım ellerimi. Şimdi ben sizden rica ediyorum.

Karşısındaki adam konuşmasına başlarken, neden dinlemek zorunda olduğunu veya dinlemeye devam etmek zorunda olmadığını düşünüyordu. Sözcükler arka arkaya sıralandıkça direnci de tükeniyordu. “Şimdi ben sizden rica ediyorum” dediğinde, elleri çoktan masanın üzerinde karşısında duran adamın önüne doğru ilerlemişti. Farkına vardığında, gözlerini kapattı. Artık şekil verilmeye hazır bir hamur kıvamındaydı. O ana kadar öğrendiği hiçbirşey yoktu aklında, bomboştu belleği. Uzayın sonsuzluğunda ilerleyen bir uydu nasıl küçücük bir nokta ise kendi beyninin içinde küçülüvermişti birden o da.

Sonsuzluk karanlığında, bir ışık hüzmesi belirdi, elleri ellerine değdiğinde. Gözleri kamaşmadı ışığın şiddetinden, yanar gibi hissetmedi ışığın sıcaklığından.

Ne kadar bir zaman geçmişti, anlayamadı. Zamanın dilimleri saniyelerle veya yıllarla geçti. Ama geçen zaman ne kadardı. Işık yılını yaşamıştı, bu kadar süre içinde. Geçen zamanın farkında olmamak, mümkün mü?

Boşlukta dolaşan benliği, hareketsiz kaldı bir süre sonra. Boşluk bir deniz olmuştu, masmavi, güneşin ışıkları ile pırıl pırıl. İleriye doğru baktığında ufuk çizgisine yakın bir karaltı gördü. Herhalde kara parçası olsa gerek, diye geçirdi içinden. Mesafe çok uzundu. Ayaklarına doğru baktığında, suyun üzerinde olduğunu ancak suya değmedini fark etti. Bir adımda ufuk çizgisinde görünen karaltıya ulaşabileceğini düşündü. Bir adım attı, ileriye doğru. Adımını attığı yerde, su açılarak girdap oluşturdu. Girdaba kapılarak, suyun derinliklerine doğru çekildi tüm vücudu. Tabanına ulaşmıştı denizin, ayakları artık kum zemine basıyordu. Heyecanla, ne olduğunu anlamadan başını yukarıya çevirdi. Güneş yukarıda belirsiz bir noktaydı. Güneşi fark edebildiğine göre, çok derinlerde değildi. Kendi çevresinde döndü bir kez, ağır ağır. Arka solunda duran kayalığı gördü, içeriden bir ışık hüzmesi dışarı doğru taşıyordu. Oraya doğru ilerlemeye başladı. Belli belirsiz bir müzik sesi ulaşmaya başlamıştı. Pervasızca yürümeye devam etti. Kayalığa yaklaştıkça müzik daha net duyulmaya, ışık daha parlaklaşmaya başladı. Ancak bir insanın girebileceği ölçülerdeki açıklığa geldiğinde, durdu ve tekrar çevresinde bir kez daha döndü. Açıklığın kenarında usulca başını uzattı içeriye doğru. Gözleri kamaştı birden ve aniden geri çekildi. Görebildiği sadece keskin bir parlaklıktı. Geriye doğru birkaç adım attı, başını açıklığın üzerine doğru kaldırdı. Gözleri birşeyleri bulmak isteği ile dolaşıyordu etrafı. Kayalığın normal dokusundan farklı belli belirsiz bir nokta gördü. Biraz yaklaştı, yön işaretine benzer bir işaretin varlığını fark etti. Aynı istikamete doğru ilerledi yavaşça, karşısına çıkan varlık karşısında olduğu yerde hareketsiz kaldı. Her ikisi de oldukları yerde kalakalmıştı.

O güne kadar gördüğü en muhteşem varlıktı. Birisi anlatmasını, tarif etmesini istese yapamazdı. “Rengi neydi ?” diye soran olsa söyleyemezdi. O rengi henüz görmemişti. Adına ne diyebilirdi ki ? varmıydı adı, o rengin? Arkasını dönüp ilerlemeye başlayınca, onu takip etti. Biraz önceki açıklığa geldiler birlikte. Gözlerini kamaştıran ışık yoktu artık. Işığın şiddeti azalmış ve maviye çalan beyaz bir renk almıştı. Işığın önünü kesen varlığın arkadan görüntüsü daha da büyüleyiciydi. Önce o durdu, iki adımla yanına ulaştı. Birlikte ileriye doğru balıyorlardı şimdi.

Belden aşağısı bir balığa benziyen bu varlık deniz kızı olmalıydı. Bulundukları yer de ATLANTİS miydi acaba?

Eftelya adı geldi önce aklına. Onunla ilgili anlatılan hikayeler. Büyük bir hayranlıkla dinlemişti bu öyküleri. Sonra seyrettiği filmler belirdi gözlerinin önünde; bir denizkızı vardı o filmde. Bir balıkçı tarafında tutsak edilmişti. Çok kötü davranmıştı balıkçı. Bir sirk hayvanı gibi teşhir etmişti herkese. Bir başka film daha vardı. Bu filmde ise tam tersi, denizkızı bir denizciye âşık oluyordu. Ancak, sonu kötü biten bir aşk. Ancak hepsinde ortak olan, denizkızının eşsiz güzelliğiydi. Sevmemek mümkün mü, bu güzelliği?

Suyun içindeki hafif akıntı ile savurduğu denizkızının saçları, dokuduğunda yüzüne kedine geldi. Eliyle, ileride duran kalabalığı işaret etti denizkızı. Oraya doğru ilerlemeye baladığar. Onlar yaklaştıkça , onlara yol açabilmek için ikiye bölünüyordu kalabalık. Açılan yoldan ilerlerken sağda ve soldan bulunan diğer denizkızlarının yüzlerinde yer alan sevinç ifadesi karşısında gevşemişti. Kötü bir şey olmayacağını düşündü. Bir yükseltinin üzerinde, bir denizkızı ile bir insan duruyordu. Vücut şekli nedeniyle denizkızını fark etmek kolaydı, ancak yanındaki insanın ise detayları görünmüyordu. Her ikisi de bulundukları yükseltinin solundan ilerleyerek onların yanlarına indiklerinde, denizkızının yanında duran insanın ellerini tuttuğu kişi olduğunun farkına vardı. Orada bulunan tüm denizkızlarının liderleri olduğu belli oluyordu. Onun tam karşısında durarak ona doğru eğilerek selamlarken

- Sizi bekliyorduk, dedi.

Yanındaki erkek ise,

- Hoş geldin dedi, 25 yıldır seni bekliyordum.

Liderleri sözlerine devam etti,

- Bizler burada binlerce yıldır yaşamlarımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Sizin de göreceğiniz gibi çevrenizde bulunan tüm canlılar dişi. Erkeklerimiz çok uzun bir süre önce anlamını veremediğimiz bir nedenle gruplar halinde su yüzüne çıkarak geri dönmediler. Bu nedenle, nüfusumuz gün geçtikçe azaldı. Normal de az olan erkek sayımız, onların gitmesiyle birlikte daha da azaldı. Üreyemez duruma geldik. İçimizden birisi giden erkekleri takip etmemizi istedi. Ve gördük ki, yukarıya doğru giden erkeklerimizin hepsi bir sese doğru ilerliyorlar. Sesin sonunda ise bir gemi ve geminin üzerinde su yüzüne çıkan erkeklerimizin üzerine atılmak üzere beklenen balıkçı ağları var. Su yüzüne çıkan her erkeğimizi ağlarla yakalıyorlardı. Onları içi su dolu büyük bir kabın içine alıp orada tutsak ediyolardı. Gemiyi takip ettik karaya kadar. Karaya ulaştıklarında, su dolu kabın içinden erkeklerimizi çıkarıyorlardı. Ancak çıkan her erkek ölüydü. Denizciler çok sinirlenmiş bağırışıyorlardı. Erkeklerin tümünü kabın içinden çıkardılar. İskelenin üzeri ölü erkeklerimiz ile dolmuştu. Denizciler bağırışmalar içinde uzaklaşırken genç bir kadın yaklaştı yanlarına. Gözlerindeki yaşları tutamayan bu kadın bir şarkı mırıldanıyordu. Şarkı öylesine içten öylesine acı vericiydi ki, bizimle gelen birçok denizkızı dayanamayarak geri döndü. Biz 4 arkadaş bekledik olacakları.

Genç kadın, yaklaştı erkeklerimizin bulunduğu yere, eğilerek kontrol ediyordu her birini. Gözlerinden süzülen yaşların bir kısmı, erkeklerden birinin üzerine damladı. Üzerine düşen göz yaşı damlası henüz tamamen ölmemiş olanlardan birinin refleksine neden olmuştu. Kadın ölmediğini anlayınca, hemen yanına diz çöktü. Canlı olup olmadığını kontrol ettikten emin olduktan sonra, iskelede başkalarının olup olmadığını kontrol etti bir çırpıda. Kimsenin olmadığında emin olunca, iskele kenarındaki ipli kova ile denizden su aldı ve üzerine döktü. İşte bu su son kalan erkeğimizin can suyu oldu. Hava kararıncaya kadar üzerinin kurumaması için aralıklarla su döktü. Karanlık iyice çöktükten sonra tahta bir el arabası getirdi iskeleye. Bir de üzerini örtmeye yarayacak bir kumaş parçası. Önce çok büyük zahmetlerle tahta arabanının içine yerleştirdi, sonra yanında getirdiği örtüyü deniz suyu ile ıslatarak üzerine örttü. Tahta arabayı deniz boyunca uzanan yoldan götürmeye başladı. Bizler görebilmek için kıyıya yaklaştık iyice. Çok korkuyorduk. Genç kadın bir süre yol aldıktan sonra kumların üzerinde kayalık bir yere geldi ve kayaların içine arabayla birlikte girdi. Gözden kaybolmuşlardı. Göremiyorduk onları artık. Umutsuzluğa kapıldık. Bir süre daha bekledikten sonra yapabilecek bir şey olmadığı için geriye döndük. Tüm olanları anlattık, bizden daha bilge olan liderimize. Onu kurtarmamız gerektiğini yoksa neslimizin tükeneceğini söyledi bize. Denizden çıkamadığımız için nasıl kurtarmamız gerektiğini de bilemiyorduk. Sabah gün ışımaya yakınken kayalıkların oraya gitmemizi ve kesinlikle kimseye görünmemiz gerektiğini belirtti. Oraya giderek olacakları izlememizi istedi bizden.

Sabah gün ışımadan önce 4 arkadaş tekrar kayalıkların oraya gittik. Günün ışıması ile birlikte genç kadın tekrar deniz kenarına geldi ve kova ile su alıp tekrar gözden kayboldu. Gün boyunca buna devam etti. Akşam karanlığı çöktüğünde geriye döndük ve olanları anlattık liderimize. O da bize her gün oraya giderek bunu takip etmemizi istedi. 4 er li gruplar halinde nöbetleşerek gözetleme işine devam ettik.

Çok uzun zaman geçti. Sizlerin tanımıyla yıllar geçti. Bu süre içinde nüfusumuz yaşlanmaya ve azalmaya başlamıştı. Yeni doğanlarımız olmuyordu. Bu durum bizi kötümserliğe yöneltti. Ancak gözlemle işini yapan gruplardan biri , içlerinde birisini liderimize acil olarak göndermişti. O güne kadar yanlızca o kadın vardı kayalıklarda. Fakat o gün, kadının kucağında bir bebek vardı. Deniz kenarına inmişlerdi. Denizden aldığı su ile yıkamıştı bebeği. Bebeği yıkadıktan sonra kayalıklara geri dönmüş ve yanında tahta bir kap getirmişti. Getirdiği kap bir bebeğin sığabileceği büyüklükteydi. Bunlar anlatılırken gözlerinin daha da büyüdüğünü gördük liderimizin. Heyecanla,

- Sakın ama sakın gözlerinizi oradan ayırmayacaksınız ve gözlemeye devam edeceksiniz

dedi. Bu bizim neslimizin kurtuluşu olabilirmiş. İşte bu zamandan sonra, kumsaldaki genç kadın ve bebeği bizim neslimizin devam umudu oldu. İlk bebeği gördükten birkaç yıl sonra bir tane daha ve bir süre sonra bir tane daha. Kumsaldaki kadının artık 3 yavrusu vardı. Zaman içinde bu yavrulardan birinin kız diğer ikisinin erkek olduğunu gördük. Çocuklar büyüdüler. İlk çocuk erkekdi ve 10 yaşlarına gelmişti. O sene kumsal daki kadın, acı dolu mırıltılarla kumsala geldi. Tahta arabası vardı yine ve üzeri örtülüydü. Örtüyü kaldırdı hafifçe, arabadan bir şey indirdi. Görebilmek için yaklaştık. Arabandan indirdiği bizim erkeğimizdi. Yanına çöktü, ellerini gökyüzüne kaldırdı ve birşeyler söylemeye başladı, söyleyeceklerini tamamladıktan sonra denize döndü yüzünü.

- Yıllardır bekliyordunuz, alın size geri veriyorum, diyerek haykırdı bize doğru.

Ve son erkeğimizin suyun başladığı noktaya sürükleyerek getirdi. Dalgaların onu kıyıdan almasını bekledik. Yüreğimiz sızlıyordu. Bir haberci gönderdik liderimize. Onu yanına getirmemizi istedi. Dalgalar ile bize doğru yaklaşan son erkeğimizin cansız bedenini ile birlikte liderimizin yanına döndük. Herkes ama herkes çok korkmuş, adeta olduğu yerde çakılı kalmışlardı. Kalabalıktan bir uğultu yükseliyoru. Onların yanına ulaştığımızda ise sadece hüzün vardı, sessiz bir yasın eşlik ettiği. Liderimiz;

- Üzüntümüz büyüktür, dedi. Ancak umudumuz ondan daha büyüktür. Bizim soyumuzdan gelen 3 yavrumuz var. Ve onlar bizim geleceğimizdir. Onları takip edeceksiniz, peşlerini hiç bırakmayacaksınız. Yavrularımızın en büyüğü 11 yıl sonra değişime uğrayacaktır. O güne kadar hiç suya girmeyecek dahi olsalar 21 inci yaş dönümlerinde suya gireceklerdir. Suya girdiklerinde içlerindeki his onları bize getirecektir. Sizler onları takip ederek buraya ulaşmasını sağlayacaksınız. 11 yıl sonra bizlerin nesli yeni yavrular ile devam etmeye başlayacak dedi.

O günden sonra gruplar halinde gözlemlemeye devam ettik. Aradan geçen zaman içinde, büyük olan ilk erkek çocuk iyice serpildi ve yaşdaşlarına oranlara biraz daha iri olmuştu. İskeleye her geldiğinde, deniz kenarına oturur ama suya asla dokunmazdı. Uzun uzun engin denize bakar ve sessizce gün batımına kadar kalırdı. Çoğu zaman, ona görünmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Biliyorduk, bizden biriydi ama insan gibiydi.


Dedikten sonra biraz duraksadı, yüzünü bir hüzün kapladı. Güneş gibi parlayan yüzü bir anda şimşeklerin çaktığı yağmurlu bir havada gökyüzünü kaplayan kurşuni bulutların suya yansıması nedeniyle simsiyah görünen denizin rengine bürünüvermişti. Kötü bir şey vardı geçmişte onları sarsan, bunu hissetmemek mümkün değildi. Dudakları hafifçe aralanıverdi, titriyorlardı. Suyun içinde bulunan birinin gözyaşlarını hissetmek mümkünmüydü, görülebilirmiydi o gözyaşları. O andan önce sorsalardı bana söyleseleri inanamazdım. Titreyerek açılan dudaklar sanki göz pınarlarını açmışçasına, renginden koyu kıvamı belli olan kar beyazı gözyaşları döklüverdi gözlerinden. Dökülen bu göz yaşları ayaklarımızı bastığımız kum zemine değdiğinde birer inci tanesine dönüşüveriyordu. Üzerimdeki şaşkınlığı gizlemek istercesine yuvalarında büyüyen gözlerimin görülmemesi için bir an kapattım gözlerimi. Açtığımda gözlerimi, titreyerek açılan dudakların arasından titreyerek sözcükler dökülmeye devam etti:


— Aradan yıllar geçti. Doğumdan bu güne geçen yıl 20 olmuştu. Her zaman geldiği iskeleye geldi yine. Batan güneşin kırmızılığı yüzüne yansıyordu. Ama yalnız değildi. Yanında bir kadın vardı. Birlikte oturdular yere. Güzel bir yaz akşamının başlangıcı bizim umutlarımızın tükenmeye başladığı andı aslında. Sadece bir yıl kalmıştı kavuşmamıza. Hep o anı bekliyorduk. Bütün umutlarımız bütün sevgimiz onunlaydı. Belki biraz bencilceydi ama başlangıç noktamızdı bizim. Birlikte koyu bir sohbete başladılar. Güzel şeyler söylüyorlardı birbirlerine. Bir an sessizlik oldu aralarında. Sessizce beklediler. “Hazırmısın diye sordu ?”; “evet” dedi kadın. Yüzlerini birbirlerine döndüler. Kadın yanında bulunan çantanın içinden iki adet silah çıkardı. Birini uzattı, diğer kendinde kaldı. Kalplerinin üzerine götürdüler silahları, yaslandılar silahların üzerine. Gözlerini kapattılar ve yüksek sesli iki patlama duyuldu ardısıra. Her ikisi de oldukları yere yığılı verdiler. Sırtlarında büyük birer delik açıldı. Açılan bu delikten oluk gibi kan akıyordu. Kıpkırmızı kan, iskelenin tahtalarından denize ulaşırken yüreklerimizde yanan umut ateşini damla damla söndüren bir su damlası oluvermişti. Yitip giden umutlarımız, batan güneşin karanlığından daha karaydı artık. Tüm halkımız yas içerisindeyken ne söylecek söz ne de söylemek için bulunan sözcüklerin dudaklarımızdan çıkabilmesi için güç vardı vücudumuzda. 21. yaşında denize girmesini bize ulaşmasını beklerken, denize ulaşan cansız kanlar içerisinde kalan bedeni olmuştu. Yere yığıldığında her iki vücut ortada kalmamak istercesine kanlarını temizleyecek denize doğru çektiler birbirlerini. Gözleme görevini yerine getiren nöbetçiler, denize ulaşan bedenlerini hemen yanlarına alarak buraya getirdiler dedikten sonra elini havaya doğru kaldırarak parmağı ile kendi solunu işaret etti.

 
Toplam blog
: 71
: 606
Kayıt tarihi
: 18.12.08
 
 

1967 Yakacık doğumluyum. H.Ü. Edebiyat Fakültesi'nde 2 yıl öğrenimden sonra İ.Ü. Arkeoloji ve San..