Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Temmuz '09

 
Kategori
Öykü
 

Fark edemediğim bir dayım varmış

Bazen çevremizin önemsemediği insanlar, ne yazık ki bizim aradığımız ve bizlere çok güzel yol gösterecek insanlar olabilir. Onları kimsenin ciddiye almaması onların değil toplumun bir ferdi olarak bizim hatamızdır.

Kasabamızda bulunan liseye başladığımı yıl, yani lise birinci sınıfta başarısız olunca, babam beni kasabamıza yakın il merkezinde bulunan bir liseye yollamıştı. Ama ergenlik döneminin verdiği yaramazlıklarla orada da başarılı olamayınca mecburen açık lisede okumaya başlamıştım. Bunun yanında babam kasabamızın bir derneğinin lokalini işletmekteydi. O lokalde gündüzleri babama yardım etmekteydim. Geceleri ise bazen ders çalışmakta, bazen de arkadaşlarımla takılmaktaydım. Hayat bana monoton gelmekteydi. Çok zaman “ Keşke çalışsaydım da açık liseye kalmasaydım. Arkadaşlarım bak ne güzel derslere devam etmekte, sosyal yaşantıları ile ne güzel zaman geçirmekteler “ diye düşünmeden edememekteydim. Ama artık iş işten geçmiş, ben açık öğretim öğrencisi olmuştum. Açık öğretim bana göre değildi. Örgün eğitimde öğretmenlerle yüz yüze olmak, soru sormak, güzel cevaplar almak bana zevk vermekteydi. Ama açık lisede bu sosyallikler, hocaya soru sormalar, spor çalışmaları folklor çalışmaları gibi sevdiğim etkinlikler yoktu. Bunlar olmayınca kendimi hayattan sanki dışlanmış hissetmekteydim.

Bir yandan pişmanlıklarımla boğuşurken, bir yandan da lokale bakmaktaydım. Derneğin lokaline kasabanın kalbur üstü takımı gelmekte, hep oyun oynamakta, çok zamanda küçük kasabada yaşanan olayların dedikodusunu yapmaktaydılar. Ben ise bu tür şeyleri sevmezdim. Sigara bile kullanmazdım. Babama yardım etmek, boşuna adam çalıştırmamasını sağlamak ve onu mutlu etmek tek amacımdı. Bu yüzden çevremdeki insanlara okullarını ciddiye almalarını şiddetle tavsiye etmekteydim.

Lokale gelen insanları da izlemeye devam ediyordum. İnsanların hayatından ders alacak bir şey yoktu. Her gün oyun, her gün dedikodu, her gün gazetelerde spor ve magazine bakmak. Başka bir şey yoktu.

Babamın dayısının oğlu vardı. Şehirde çalışan, galiba memur olan bir insan. Bu adam kasabamızda kalır anne ve babasını ziyaret etmek için her hafta sonu kasabaya gelir, gelince mutlaka derneğe uğrardı. Oyun oynamayan, sigara kullanmayan bu adam, çay içer, parasını öder, gazeteleri okuduktan sonra “ Nasılsın yeğenim? “ diye gülümseyerek bana bakar sonra giderdi.

Dikkat ettim babam dahil kimse bu adamı önemsemez, konuşmak zorunda olanlar laf olsun diyerek konuşurlar. Bunu bilen adamda kimse ile fazla konuşmadan gazeteleri okuduktan sonra giderdi.

Bir yıl boyunca her hafta sonu gelip gitti lokale adam. Babam akrabamız olmasına rağmen o adamla yakınlık kurmaz, düğün ve bayramlarda da fazla samimi olmazdı. Adam hakkında kimse bir şey anlatmazdı. Anlatanlar da galiba oyun oynamamasını, sigara içmemesini dedikodusunu yaparlardı. Bir yıl boyunca bu izlediğim adamın gizemi benim merakımı uyandırmıştı. Bu adam kimdi neydi acaba?

Babama sormaktan çekinmekteydim. Onca sene akrabası olmasına rağmen bu adamı hiç anlatmazdı. Bunun yerine oyun oynamayı seven, babam kendisi gibi davranan teyzemin kocasını daha çok sever, sık sık bizi onlarda götürür ve onlarda bize gelirdi. Babam eniştemi çok sever ve O’nun tutunu öve öve bitiremezdi. Anne ve babam sevince bizlerde eniştemizi severdik kardeşlerimle.

Benim kafam bir süre daha o adama takıldı. O adam gerçekten de benim için gizemli hal almaya başlamıştı. O’nun hakkında ne zaman babama bir şey sorma ihtiyacı hissetsem, babam ya da O’nu tanıyanlar bana kızar mı? diyerek sormaktan vazgeçmekteydim. Bu günlerce sürdü. O adamın her gelişi ve gidişi, duruşu, tavrı farklı olduğundan benim de ilgimi çekmekteydi. Ancak ailem, okulum ve çevre beni çekingen, hayatı sorgulamayan ve özgüveni olmayan bir genç olarak yetiştirdiğinden cesaret ederek soramamaktaydım.

Bir gün, dernek lokalinde tek başına oturmaktaydım. Galiba o gün kasabada bir tören mi, festival mi ne vardı. Herkes o törene gitmişti. Ben de tesadüfen lokalde kalmıştım.

Aniden babamın o akrabası geldi. Heyecanlandım. Çünkü kimse yoktu ve ben ona soru sorma cesaretini şimdi kendimde bulabilirdim.

Adam büyük ciddiyetle geldi ve gazetelerin olduğu masaya oturdu. Gazeteleri okumaya başladı. Bana bir çay getirmemi söyledi. Ben hemen çayı hazırlayarak götürerek o adamın masasına koydum. Bana samimiyetle elini uzattı. Ben hemen masaya oturdum. Masaya oturduğumu fark eden adam bana “ Hoş geldin, bugünde kasabada herkes festivalde, sen neden gitmedin? “ dedi gülümseyerek.

Bu konuşmasından cesaret alarak bende, lokalde nöbette kaldığımı söyledim. Gülümsedi. Çayını karıştırarak bir yudum aldı. Bana dönerek “ Sen gazete okumayı sevmiyorsun galiba “ dedi. Nereden anlamıştı şaşırdım. “Nereden anladın dayı” dedim. Tekrar gülümsedi. “Bu kasabada gazete okuyan yok ki, ben gazete ve kitap okumayı çok severim “ dedi. Hemen yanında getirdiği çantasından bir kitap çıkardı. Bana manalı manalı bakarak “ Bu kitabı sana hediye etsem okur musun? ” diye sordu. Ben şaşırmış, okumayı sevmediğimi söylemeye utanmıştım. Bu kez tekrar gülümseyerek “ Ama bana okuyacağına söz verirsen armağan edeceğim” diyerek şartını da söyledi.

Bunun üzerine, hayatımda ilk defa bir insanın bana kitap hediye etmesinin şoku ile ve şaşkınlığı ile adama baktım. Bu adam bir anda gözümde bir dev insana dönüşmüştü. Okumayı seven, başkalarına kitap armağan eden insanı ilk defa görmekteyim. O an şaşkınlıkla “ Tamam söz dayı” dedim.

Tam bu sırada başka insanlar lokale geldiği için ben masadan kalkarak onlara çay servisi yapmak üzere ocağa doğru gittim. Kitabı kimse görmesin diye hemen masanın çekmecelerinden görünmeyen bir yere sakladım. Ama içimden de yemin ettim. Kitabın kapağına baktım üzerinde “ Martin Eden” yazmaktaydı. Yazarı da galiba yabancıydı. Kitabı sakladığım yere dikkat ettim. Benim kitap okuduğumu görenler, benimle alay edebilirlerdi. Doğrusu başkasının benimle alay etmesi bana dokunurdu.

Adam, gazeteleri okuyunca çantasını alarak heybetli hali ile çıkarak gitti. Tüm cesaretimi toplayarak akşam yemekte babama dönerek “ Baba, bizim lokale gelen Ahmet dayım, hangi okuldan mezun biliyor musun? “ dedim. Babam bana kızarak “ Ne edeceksin, sen işlerine bak” dedi.. O zaman anladım ki , babam o adamı sevmiyor. Babamın o adamı neden sevmediğini de anlayamamıştım. Anneme de soramazdım. O babamdan çekinerek bana söylemezdi. Sustum.

Bir gün il merkezine gidince, zaman öğleydi galiba, adamın nerede çalıştığını öğrenmiştim. Annem ve babam hiç O’nun nerede çalıştığını söylememişlerdi ama ben bir arkadaştan öğrenmiştim O’nun nerede çalıştığını. O gün aniden karar vererek çalıştığı yere gittim. Dayıma karşı bir sıcaklık hissetmeye başlamıştım. Zaten ben kasabada insanlara fazla sempati duymuyordum. Farklı insanlar, farklı olaylar bana daha sempatik ve ilgi çekici gelmekteydi.

Dayımız biraz şaşkınlık ve merakla beni buyur etti. Çay kahve ikram etti. Ona verdiği kitabı okuduğumu, azim ve kararlılığın ne demek olduğunu biraz olsun öğrendiğimi söyledim. Teşekkür etti.

Dayım, bir yerde memurdu. Ama okumayı seven bir memurdu. Masası kitap ve dergilerle doluydu. Ona cesaret ederek hangi okulu bittiğini sordum. Bana Ankara’da güzel bir okulun adını verdi ve şaşırdım. İnsanlara fiziki yapılarına göre değer vermenin ne kadar önyargı olduğunu anladım. Demek ki, insanlar kendilerinden faklı şeyler yapan ve düşünen, kendilerinden farklı tavırlar sergileyenleri hem sevmiyor, hem ilgilenmiyor, kıskançlıklarını da belli etmeseler de belli ediyorlardı. Babamın tavrı, kasaba halkının tavrına dikkat ettiğim zaman bunu anlamıştım. Ben ise sürü psikolojisinden nefret etmekteydim. Farklı tavırlar sergileyen dayıma o yüzden sempatim artmaya başlamıştı.

Orada da hemen bana bir kitap armağan etti. “ Bunu okursan başka kitapta veririm” dedi. O kitaba baktım. “ Olumlu düşünme sanatı” adını taşımaktaydı. O kitabı da alıp yanından çıktım.

Söz verdiğim gibi kitabı okudum. Bana yeni ufuklar açmıştı bu kitap. Düşünmenin olumlu ya da olumsuz olmadığını o güne kadar düşünememiştim. Bu kitapla onu da fark etmenin mutluluğunu yaşadım.

Zaman geldi kitap okumayı sevmeye başladım. Okulumu ciddiye almadığım ve okumadığım için pişmanlıklarım arttı. Şansa bak ki, bir süre sonra şehir merkezinde bir iş bulmuş, bana uygun bir oda kiralamıştım. Kasabamıza artık hafta sonu gitmekteydim. Akşamları dayımın evine yemeğe sohbet etmeye gitmeye başladım. Aman Allah’ım evi, tam bir kütüphaneydi. Çocukları normalden daha gelişmiş ve bilinçli insanlardı. Okudukça kitaplarından bana vermeye başladı.

O zaman anladım ki İnsanlara başkalarının, çoğunluğun görüşü ile değil, kendi gözümüzle bakmalıyız. Babamız annemiz dahi olsa bazen kıskançlıklardan, hasetlerden insanları iyi tanımayabiliyorlardı. Biz ise insanları iyi tanımak ve onlardan faydalanmak zorundaydık. Bu bilince ulaştığım zaman kendimi adeta yeniden doğmuş hissettim. Dayıma olan sevgim arttı.

TURAN YALÇIN-TOKAT

 
Toplam blog
: 1096
: 1558
Kayıt tarihi
: 28.12.07
 
 

1967 Tokat'ın  Pazar ilçesi doğumluyum. İşitme engelliyim. İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültes..