Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ekim '10

 
Kategori
Felsefe
 

Farkında olmadan bırakılmak…

Farkında olmadan bırakılmak…
 

Bazı şeyler de bırakılınca yükselirler, bazı insanlar da öyle... Görsel: www. kral.org


İnsanoğlu evrenin ve zamanın sonsuzluğu göz önüne alındığında, adeta tüm olasılık teorilerini alt üst eden kozmik bir mucize ile yaşama gözlerini açarak bu dünyaya onur verir(1). Farkında olmadan, bizlere sorulmadan hatta şekil ve şemalimizi bilemeden bu dünyaya bırakılıveririz. İnsankızı ya da insanoğlu olarak... Zengin, orta halli ya da fakir bir aileden, kentte, varoşta ya da kırsal bir mekânda,‘insan’ ortak paydası altında bırakılıveririz bu dünyaya…

Gün gelir;

Tantanalı bir ayin gibi ama pek de çaktırmadan, ebeveyn refakatiyle kreşe ve ardından da ilkokula bırakılıveririz… Pek de farkında olmadan. Numaralı, kurallı ve mesaili itaat ve yarışma ortamının bu ilk merdivenlerine…

Bundan 12 ila 13 yıl sonra ÖSS’nin Milli Piyango topları gibi dönen şans kutularından çıkan pusulalarla yüksek öğrenimin -ve çoğunluk için de daha önceleri pek düşünülmemiş mesleklerin- kollarına bırakılıveririz…Pek de farkında olmadan! Ya da bazı özel istisnalar dışında, el, vücut becerilerine dayalı, yine belli tesadüflerin kayağından sürükleniriz mesleklerimize çoğu kez…

O kozmik mucizeden, doğumdan, erkekler en erken 20 yıl (en geç de 30–35 yıl) sonra asker ocağına, numaralı, kurallı, mesaili itaat merdivenlerinin bu yüksek basamağına bırakılır… Çoğu kez ne yüce bir sorumluluk ve ne riskli bir sonuçla karşılaştıklarının pek farkında olmadan…

Kızlarımız da, bu modern zamanlarda bile “dişi kuş” olarak aşırı misyon yüklenecekleri yuvalarına bırakılır… Bu amaçla yapılan o geleneksel, coşkulu ve güzel törenlerde bu yeni hayata dair muhtemel güzelliklerin, umutların farkında olarak… Ama daha sonra oluşması doğal, olası üzüntü, hayal kırıklıkları ve arzu edilmeyen sonların ise farkında olmadan… Bu “yuva”larda başka hayatlar düşer rahimdeki mucizevî "yuva"larına… Farkında olunarak ya da olunmayarak… Bu “bırakılma öyküsü” bir bayrak yarışı gibi bir sonraki nesle devredilircesine…

Gençlik ve orta yaşlılık yıllarında coşkuyla, varımızı yoğumuzu katarak kendimizi verdiğimiz, karşılığında geçimimizi sağlayacak kazanca ve saygınlığa kavuştuğumuz mesleklerimiz, işimiz de hızla geçen zamanın ve dolu dizgin gelen gençliğin baskısıyla yavaş, yavaş bizi bırakıverir... Aslında, bilgi ve becerimize dayalı yardım talepleri, aramalar, sormalar ve ziyaretler azalınca farkederiz bu terkedilişdeki ayak izlerini... Yoksa farkında olmadan ortada ve yapayalnız bırakıverir bizleri, zamana yenik düşen işimiz, mesleğimiz de...

İş ve meslek yaşamındaki terkedilişlerin bir türevi de -ona paralel olarak- sosyal hayatlarımızda kendini gösterir. Arkadaşlıklar da yavaş, yavaş payını alır bu yıllara sari terkedilişten. Bu durum aslında yarışmacı, faydacı, çıkarcı ilişkiler sarmalının makaralarının "boşalmasıdır. Bu tür "boşalmadan" sadece derin dostluklar ve akraba ilişkileri kendini kurtarabilir.

Bazen de içimizde sinsice gelişen hastalıklara bırakıveririz kendimizi farkında olmadan... Kurtulacağız diye geceleri gündüzlerimize katan, etrafımızı da perişan eden çırpınışlar izler bu bırakılmalarımızı...

Pespembe hayallerle, canım cicimli duygusal paylaşımlarla aşklara, sevdalara dalarız yaşam boyunca… Bizleri zamana, hayatın o çoğu kez egemen sıkıcılığına ve ölüm duygusuna karşı diri, coşkulu ve isyankâr kılan “aşk”lara… İstisnalar dışında, gün gelir sorunlar, sıkıntılar, karşılıklı anlaşmazlıklar, kanıksamalar baş gösterir… Ya da arka planda başka şeyler boy gösterir, sisli bir karaltı gibi... Zaman geçer, bir de bakmışız farkında olmadan bırakı(lı)vermişiz… “Aşk” biter, izleri kalır yadigâr…

“Keşke”ler birikir gönüllerde, zihinlerde ve dökülür dillerden.

Peki neden?

Bu çizgi, gerekirci (determinist) bir bakış açısıyla; insanın iradesi, bilinç, azim ve kararlılığındaki eksikliklerin yol açtığı doğal bir sürükleniş gibi görünse de madalyonun arka yüzü daha farklı bir görüntü sunar. Yaşamda, insanın kendi içinde sürekli bir med-cezir içeren bu devinim, bırakılmakla tut(un)mak arasındaki tarihsel, fiziksel ve ruhsal ilişki hep sürer gider...(2)

Adına hayat denilen şey, aslında etki menzillerimizin çok ötesinde, üretim- tüketim-bölüşüm temelinde kotarılıp da önümüze konan teknolojik, parasal, ideolojik, rekabetçi bir yapı içeren koşullar sürecidir. Bu koşullar, birey (ve topluluklar) olarak özgürlük ve hareket serbestîsini çok daraltmakta, onu denetleme, yönlendirme alanlarımızı da minimuma indirmekte... Oysa, fiziksel evrenin üstüne inşa ettiği kültürel bir evrende insan, kendisine sunulmuş olan yaşamın koşullarını çoğu zaman kendisi belirle(ye)mez. O koşulları yok sayamaz ve maalesef yok sayılmasına da izin vermez!

Örneğin, Ortega Y.Gasset, doğal varlık alanının belirleyiciliği karşısında, kültürel varlık alanının, onun üstünde bir varlık alanı gibi değerlendirilmesinin, insan doğasına aykırı olduğunu düşünüyor.(3) “Mutlak akıl yaşamın yerini tutmaz: Soyut zihin ürünü kültür, doğal olanın karşısında kendi kendine yetebilecek bir başka yaşam değildir. Yalnız birincil yaşamsallığın denizi üstünde dolaşan ufacık bir yüzen adadır. Onun yerini tutmak şöyle dursun hatta ona dayanmak, onu beslemek zorundadır, tıpkı bedenin her üyesi nasıl organizmanın bütünü için yaşarsa öyle” (Gasset,1992:98)

Sonunda,

Sayılı günler geçer, herkes için sayısı farklı olan sayılı günler… Gün gelir sonsuzluğa bırakılıveririz, farkında olmadan… Mevsiminde dalından kopup düşen kuru ve sarı bir yaprak gibi, o meçhule…

Bence doğum öncesi gibi asude ve sorunsuz olan o meçhule… Belki de hiçliğin güzelliğine…

Bir hayat biter, başladığı gibi… Pek de farkında ol(a)madan

İ.Ersin KABAOĞLU,

30 Eyl. 2010 / Gerence- Karareis

Dipnotlar ve Kaynakça:

(1) Anne ve babamızın aynı zamanda ve mekânda karşılaşma olasılığından doğumun biyolojik olasılıklarına kadar uzanan olasılıklar silsilesi.

(2) 'Varoluşcu Felsefe'nin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger'in varoluşçu düşüncesine göre, insan bu dünyaya öylece bırakılmıştır. Bu bırakılmışlık fikri birkaç yönden varoluşçu felsefenin temel argümanlarını sürdürür ve derinleştirir. Varoluşa bırakılmışlığı ile insan kendi varlık'ını oluşturma özgürlüğüne zorunlu olarak bırakılmıştir aslında. Ama başlangıçta, bırakılışın kendisi bir özgürlük yokluğudur -sondaki ölümün kaçınılamazlığı gibi... İnsan, varoluşun ortasına öylece, orada-bir-varlık-olarak ( Dasein ) atılmıştır. Bu bir tercih ya da seçimin sonucu değildir. İnsan, bu bırakılmışlık içinde tercihler ve seçimleriyle kendi yaşamını ileriye dogru kurar. Burada zorunlu bir özgürlük deneyimi sözkonusudur. İnsan kendi varlığını gerçekleştirmek üzere sürekli seçimler ve tercihler yapmak durumundadır, yani özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır. Ölüme kadar! İnsan, bırakılmışlığında ölüme yazgılıdır ve varoluşunu buna göre gerçekleştirmelidir.

(3) Gasset, Ortega. Y. 1992., “Tarihsel Bunalım Ve İnsan”., İst., Metis Yay., ( Çev., N.Gül Işık )

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..