Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Eylül '17

 
Kategori
Tarih
 

Fatih Sultan Mehmed’in Oğulları

Fatih Sultan Mehmed’in Oğulları
 

2. Bayezid, Fatih, Cem Sultan ( şehzade)


Fatih’in 3 tane şehzadesi ( oğlu)  vardı: Bayezid, Mustafa ve Cem biz sadece Beyazid’i az-biraz Cem’i biliriz. İşte tarihin sayfalarından Fatih’in oğulları,

Şehzade Bayezid/ Sultan 2. Bayezid

II. Bayezid, sekizinci Osmanlı padişahıdır. Yavuz Sultan Selim'in de babasıdır. 3 Aralık 1448'de Dimetoka'da doğdu. Babası cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed Han, annesi Sitti Mükrime Hatun adında bir Türk kızıdır. Uzun boylu, geniş göğüslü ve kuvvetli bir vücuda sahipti. Yüzü yuvarlak ve gözleri elaydı. Cesur ve atılgandı. Aynı zamanda çok halim selim ve dinine bağlı bir padişahtı.

Babası Fatih Sultan Mehmed ilme karşı ilgi duyduğu için, oğlu Şehzade Bayezid'e iyi bir eğitim verdi. O devrin en meşhur alimlerinden ders okutturdu, bütün İslam ilimlerini en iyi şekilde öğrenmesini sağladı. Sultan 2. Bayezid yedi yaşında iken, Hadım Ali Paşa nezaretinde Amasya valiliğine tayin edildi. Amasya Selçuklular devrinden beri önemli bir ilim ve kültür merkeziydi. Padişah olacak şehzadelerin yetişmesi için, bu vilayette bütün şartlar vardı.

Genç şehzade buradaki görevi sırasında, çevresindeki birtakım kişilerin etkisiyle fazlaca eğlenceye, yiyip içmeye ve afyona merak sardı. Babası bu duruma çok kızdıysa da Bayezid bu çeşitli uyuşturucuları ''zayıflamak'' için kullandığını söyleyerek birçok özür ile kendini babasına affettirdi.

Sultan 2.  Bayezid, dinine çok bağlı olduğu için kendisine Bayezid-i Veli denildi. Sultan 2.  Bayezid, şairleri saraya toplar, onlarla sohbet ederdi. Çok merhametli bir padişah olan Sultan 2. Bayezid, sık sık fakirlere sadaka dağıtırdı. Arapça ve Farsça'yı gayet iyi biliyordu. Çağatay lehçesi ve Uygur alfabesini de öğrendi. Aynı zamanda 1471'deki Otlukbeli Savaşı sırasında babasının ordularına verdiği başarılı destekle kendini kanıtladı. Mecbur olmadıkça savaştan uzak kalmaya dikkat etmiş, “nizâm-ı memleket” için İstanbul’dan ayrılmamayı tercih etmişti. Adlî mahlası kullanarak Türkçe ve Farsça şiirler yazdı. II. Bayezid'in yazdığı şiirlerden meydana gelen küçük hacimli bir divan Rumi 1308 tarihinde İstanbul'da basıldı. Kendisi hat sanatında da oldukça yetenekliydi. Bursa'daki meşhur Koza Han olmak üzere birçok eser yaptırdı.

İstanbul'un Fatih'i II. Mehmed'in 1481'de hayata veda ettiğinin duyulmasıyla başkentte tam bir karışıklık başladı. Osmanlı'da hükümdarların ölümü, yenisi tahta geçene kadar gizlenmeye çalışılırdı. Fakat II. Mehmed'in ölüm haberi gizlenemedi, başkentte Şehzade Cem ve Bayezid taraftarları arasında tam bir cepheleşme ve çatışma başladı. İki şehzadeye de haber gönderilmişti, kim önce ulaşıp tahtı alırsa o padişah olacaktı.

Konya'daki Şehzade Cem'e gönderilen habercinin yolunun kesilmesi Bayezid için büyük bir avantaj sağladı. Bu da Bayezid’in taraftarlarının daha çok olduğunu göstermektedir.  Aynı zamanda Bayezid'in taraftarlar onun oğlu Korkut'u, babası gelene kadar padişah ilan etmişlerdi. 22 Mayıs 1481'de başkente ulaşan Şehzade Bayezid, tahtı oğlundan devralarak resmen hükümdar oldu. İstanbul’a ulaşan Bayezid, babasının Topkapı Sarayı’ndaki cenaze merasiminden sonra tahta çıktı. İlk olarak kapıkullarına cülus bahşisi dağıttığı gibi yeniçeri ulufelerini de arttırdı ve vezirlere-beylere diledikleri yerde köyler verdi.

Kendisini tahta daha layık gören Cem’in mücadelesi iç savaşa neden oldu. Cem başkente ulaşamadıysa da Bursa'da adına hutbe okutup para kestirerek hükümdarlığını ilan etti. Böylece II. Bayezid ilk savaşını kardeşine karşı vermek zorundaydı. Bu da padişahlığını ilan etmek olduğu gibi kardeşi Bayezid’a devleti paylaşmayı da teklif etti. Sultan Bayezid ise devletin bölünemeyeceğini belirterek üzerine yürüdü.  Şehzade Cem kendisi Anadolu'ya, abisinin de Rumeli'ye padişah olmasını teklif ettiyse de Bayezid hiç taviz vermedi.

Bu savaşta yenilen Cem, Mısır’a kaçtı. Ardından Avrupa’ya nakledilen Cem, Bayezid için büyük bir tehlike oluşturuyor ve bu durum da bazı çözüm yollarını doğuruyordu. Kardeşini bırakmamaları için bazı tavizlerde bulunan Bayezid bir yandan da onu öldürme yollarını arıyordu. Cem iki defa yenildikten sonra 1482'de Rodos şövalyelerine sığınarak, Avrupa'nın elinde yarı esir bir vaziyete düştü. İki kardeş arasındaki taht kavgası sırasında ise, babaları devrinde fethedilen İtalya kıyılarındaki Otranto kaybedildi. Kardeşinden endişe eden II. Bayezid bundan sonra savaş yerine Avrupa ile daha diplomatik bir ilişki içerisine girdi.  Zaten çok geçmeden Cem zehirlenerek hayatını kaybetti.

Çeşitli barış antlaşmalarıyla durumu muhafazaya çalıştı. Öte yandan doğudaki etkin güç olan Memlükler ile savaşa giriliyordu. Şehzade Cem'e destek vermeleri, zaten bir hayli gergin olan Memlük-Osmanlı ilişkilerini kopma noktasına getirdi. Birkaç yıl süren savaşların ardından 1491'de her iki taraf da bir şey elde edemeden sınırlarını koruyacak barış antlaşmasını imzaladı. Cem olayı ve bu olay dolayısıyla Avrupa’da İstanbul’u geri alma yolunda doğan umutlar Bayezid’i çok dikkatli ve barışçı bir siyaset takip etmeye sürükledi. Bununla birlikte o gerektiğinde savaştan da çekinmemiş, böylece Osmanlı topraklarına yeni yerler katılmıştı.

Babasına kıyasla II. Bayezid'in devrinde büyük fetihler olmadıysa da mevcut durum korunarak geliştirilmiştir. Fatih Sultan Mehmed devrinde de gayet etkin görülen Osmanlı donanması, esas olarak II. Bayezid devrinde zirve seviyeye ulaşacaktır. Öyle ki bu gelişmeler Osmanlı'nın, denizlerin tartışmasız gücü olan Venedik ile tereddütsüz bir savaşa girmesine yetecektir. Kemal Reis bu devrin ön plana çıkan denizcileri arasında anılmaktadır.

Bundan başka bu devrin en büyük gelişmeleri de kültür alanında kendini göstermektedir. Özellikle Yavuz Sultan Selim devrinde parlayacak olan ünlü din bilgini ve Şeyhülislam Kemalpaşazade, II. Bayezid devrinde yetişti. Bundan başka Mehmet Neşri, İdris-i Bitlisi gibi, günümüzde dahi yazdıkları halen kıymetinden bir şey kaybetmeyen tarihçiler, eserlerini II. Bayezid'e sundular.

1484 yılında Boğdan seferine çıkan II. Bayezid, Kili ve Akkirman kalelerini alarak vergiye bağladı. Bu dönemin dış siyasetindeki en büyük dalgalanma Venedik ile olan münasebetlerde görülmektedir. Venedik’in Türkler’e karşı Fransa ile ittifak yapması üzerine İstanbul’daki Venedikli tacirler tutuklanıp mallarına el konuldu, bu da savaşın başlamasına neden oldu. 4 yıl süren bu savaşta Osmanlı önce Modon ve Koron limanlarını ele geçirdi. Çaresiz kalan Venedikliler, Bayezid ile antlaşmaya vardı.

1499-1502 yılları arasında Venedik ile denizlerde çarpışan Osmanlı, doğuda Şah İsmail'in taarruzuyla yeniden kara savaşlarına döndü. Osmanlı'nın merkezi otoritesinden şikayetçi olan ve kanunlara dahil olmaktan hoşnut olmayan konargöçer Türkmen aşiretleri, kendilerini Şah İsmail'e daha yakın görerek onu tercih etmeye başladılar. O yıllarda Trabzon valisi olan Şehzade Selim (Yavuz), Şah İsmail'in tehlikesini görerek birkaç atakta bulunduysa da babası tarafından ikaz edilerek durduruldu.

Bu gelişmelerin yanında yönetimde yanlış kişileri seçiyor olması, halkı refahlıktan uzaklaştırarak huzursuzluklar doğurmasına yol açtı. Bir de üstüne 1492/1502 yılları arasında veba salgınının baş göstermesi de pek çok ölüme yol açtı. 6 yıl süren kıtlık çok büyük sıkıntılar doğurduğu gibi 45 gün süren deprem ‘’küçük kıyamet’’ diye adlandırılmış ve 5000’den fazla can kaybına, 1070 ev ve 109 mescidin yıkılmasına neden olmuştu.

Fatih Sultan Mehmet döneminde Macarlar ile olan savaş Bayezid döneminde de devam etti. Sonunda 1503 yılında ticaret serbestliğini tanıyan bir antlaşmaya varıldı. Lakin bu dönemin en dikkat çeken olayı Rusya ve Endülüs ile ilk kez münasebet kurulmasıdır. Bu dönemin en önemli olayı ise Memlükler ile 6 yıl süren savaşa girilmesidir. 1485 yılında başlayan savaşın sonunda iki tarafta kesin bir zafer kazanamadı.

Anadolu'da Şah İsmail'in taraftarları gün geçtikçe artıyordu. 1511'de onun takipçilerinden olan Şahkulu'nun başlattığı isyan ise çok büyük bir çatışma ortamına yol açtı. Bu kanlı isyan çok güçlükle ve büyük uğraşlar sonunda bastırılabildi. Saltanatının son günlerinde böyle tehlikeli bir ayaklanmayla uğraşan padişah, tahtını oğlu Ahmed'e bırakmaya karar verdi. Bu haberi işiten diğer oğulları Selim ve Korkut ise mücadelede hiç tereddüt etmediler. Böylelikle II. Bayezid üç oğlunun taht savaşını da seyretmek zorunda kalıyordu. Adaylar arasından ordunun saygı, sevgi ve güvenini kazanan Selim ön plana çıkıyordu. Safevi kuvveti Ankara’ya kadar ilerlemişti. Bu durum karşısında Şii olduklarından şüphe edilen 16.000 kişi Anadolu’dan Rumeli’ye göç ettirildi. Fakat 1511 yılında baş gösteren Şahkulu İsyanı Anadolu’yu tamamen kana boyadı ve bu ayaklanmalar sırasında Şah İsmail kendi adına hutbe bile okutturdu. Artan bu huzursuzluklar Bayezid’in tahtı kaybetmesinde büyük rol oynamıştır.

Orduyu güçlendirmek için bazı girişimlerde bulunan Sultan Bayezid, Yeniçeri Ocağı’nda ağa bölükleri adı verilen bir sınıf kurdu. Donanmada kalyon sınıfından Göke adlı ilk gemi yapıldı ve uzun menzili top kullanılmaya başlandı. Saraya alınan iç oğlanları yetiştirmek üzere Galata Saray Mektebi açıldı.

Şehzadeler arasında çıkan saltanat mücadelesi ve Şahkulu İsyanı ise Bayezid’i önce tahtından sonra hayatınan etti. Yaşı oldukça ilerlemiş olan Sultan Bayezid, nikris hastalığına yakalandı. Bayezid’in tahta geçirmek istediği büyük oğlu Ahmet olsa da, Selim’in İran şahı ile girdiği savaştan ün kazanmış olması onun halk tarafından daha çok benimsenmesine yol açtı.

Diğer kardeşleri de harekete geçtiler, sancaklarından ayrılan bu şehzadeler Anadolu isyanın tetiğini ateşledi. Böylece Anadolu’da Safevi egemenliğini sağlamaya çalışan Şahkulu ayaklanınca şiddetli bir Sünni-Şii çatışması başladı. Bursa yakınlarına kadar ilerleyen Şahkulu’yu durdurmak isteyen Selim Silistre’ye naklini istediyse de babası tarafından kabul edilmedi. Buna karşılık Selim’i Semendire’ye nakletti ve Ahmet’i tahta geçirmeyeceğine dair söz verdi fakat bu antlaşma sürekli olmadı. Bir süre sonra babasının üzerine yürüyen Selim, savaşta yenildi ve Kefe’ye döndü. Üzerine Ahmet’in İstanbul’a çağrılması onu istemeyen yeniçerilerin ayaklanmasına yol açtı. Padişahın idaresizliğini öne sürerek kendilerine Selim’i serdar tayin etmesini istediler ve Sultan Bayezid bu durumu kabul etmek zorunda kaldı. İstanbul’a gelen Selim Yenibahçe’de karargahını kurduktan sonra babasının elini öptü. Babası onun Anadolu’ya geçmesini istiyordu fakat Şehzade Selim tahtın sahibi olursa gönül rahatlığı ile savaşabileceğini söyleyince Sultan Bayezid saltanatı oğluna bıraktı. Böylece yeniçerilerin desteği ile tahta çıkmış olan Bayezid, 30 yıl sonunda yine yeniçerilerin baskısıyla 1512 yılında tahttan çekilmiş oldu. Dimetoka’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrılan Bayezid, Çorlu yakınlarına geldiğinde fenalaştı. 1512 yılında hayatını kaybetti. Ölüm sebebi şaibelidir fakat bazı kaynaklarda zehirlenmiş olabileceği üzerinde durulmuştur.

Üç  kardeş arasında geçen kısa süreli mücadelenin ardından 24 Nisan 1512'de, Osmanlı tarihinde bir örneği daha görülmeyecek bir şekilde, II. Bayezid padişahlığı oğlu Selim'e bıraktı. Babasına saygıda en ufak bir kusur etmeyen Selim, eski padişahı bizzat şehrin çıkışına kadar uğurladı. 

Dimetoka'ya hareket eden II. Bayezid yola çıktıktan bir ay sonra hayata veda etti. Oğlu Selim tarafından zehirlendiği şeklindeki teoriler ileri sürülüyorsa da bunu doğrulayacak somut bir kanıt mevcut değildir. Cenazesi İstanbul'a getirilen padişah Beyazıt Meydanındaki camiye defnedildi.

Osmanlı tarihçiliği onun zamanında ilk büyük eserini çıkarmış olup, Osmanlı tarihini yazdırmıştır. Ayrıca kendi adına da pek çok eser kaleme alınmıştır. Avrupa’daki sanat hareketlerine de tamamen kayıtsız kalmayan Sultan Bayezid, Leonardo Da Vinci ile mektuplaşmış; Da Vinci Haliç ve Boğaz üzerinde birer köprü yapmaya hazır olduğunu bildirmiş, Michelangelo da köprü yapımının düşünüldüğünü duyunca bir ara İstanbul’a gelmeyi istemiştir. Fakat bu teşebbüsler gerçekleşememiştir.

Şehzade Mustafa

Fâtih'in 2. oğlu şehzade Mustafa, Edirne'de 1451 yılı sonuna doğru Karamanoğlu ailesinden Gülşah Hatun'dan dünyaya geldi. şâir ruhlu ve kılıç ehli biri olduğu hakkında pek kuvvetli rivayetler vardır. Yabancı lisan olarak İtalyancaya da önem verdiği bilinir. Bu lisanı Gian Mario Angellodan öğrenmiştir. Hoca Selman'in Cemşid-ü Hurşit mesnevisini nazım hâlinde Farsçadan Türkçeye tercüme etmiştir. Babasının sol cenahında girdiği savaşlarda liyakat göstermiştir. Sultan Fâtih 6 ay süren bir hastalık sonucunda bu şehzadesini kaybetmenin üzüntüsünü hep hissetti. 23 yaşında idi vefatında târihi ise 25/12/1474 olup, Muradiyedeki türbesine sakladılar. O devirde kaleme alınmış olan tarih kitapları, Şehzade Mustafa'dan "akıllı bir devlet adamı, çok iyi bir asker ve gayet yakışıklı bir erkek" sözleriyle bahsederler ve birçok hususta babasına benzediğini yazarlardı. Ölümü ile ilgili yazılanları sizlerle paylaşmak isterim: Şehzade Mustafa'nın hayatı siyasi mücadele neticesinde yahut savaş meydanında değil, bir aşk skandali sonrasınla, yan gözle bile bakmaması gereken bir hanımla ilişki kurduğu için noktalandı.

Fatih’in ortanca şehzadesi Mustafa çok çapkın biridir, bir cariyenin koynundan başka bir cariyenin koynuna geçer hatta bu konuda babasıyla da sorun yaşar. Şehzade Mustafa, bir gün ormanda adını bile bilmediği dünyalar güzeli bir kızla karşılaşır ve hayatı aniden değişir. Şehzade kim olduğunu bilmediği bir kıza sırılsıklam aşık olur. Mustafa’nın bilmediğiyse aşık olduğu Züleyha, kudretli Osmanlı Paşa’sı Mahmut’un karısıdır. Şehzade, evli bir hanımla, devletin Fatih Sultan Mehmed'den sonra gelen en en güçlü adamı Vezir-i azanı Mahmud Paşa'ın nikâhlı karısı ile beraber oldu ve Mahmud Paşa tarafından zehirlendi. İşte, Osmanlı Tarihi'nin üzerinde pek durulmamış olan bu son derece önemli aşk cinayetinin ayrıntıları:
Şehzade Mustafa, babasının hükümdarlığı sırasına Karaman'da valilik yapıyordu. 1474'te, Karaman Beyliği'ne karşı girişilen son askerî operasyonlardan birine katıldı, bu sırada hastalandı, Niğde civarında bir hamamda yıkandı ama hamamdan çıkmasından hemen sonra can verdi.

Adamları, devrin âdetlerine uyarak cesedini mumyaladılar. Şehzade'nin karnı yarıldı, iç organları çıkartıldı, karnına bal ve yulaf doldurulup dikildi, çıkartılan organlar da tuz dolu bir kutuya konarak muhafaza altına alındı. İç organları da tuz dolu bir kutuya konmuş,Şehzade can verirken son sözleri olarak,yanındakilere kendisini Mahmut paşanın zehirlettiğini ,babası Fatih'e bunun iletilmesini ve intikamının alınmasını söylemiş. Ama, hemen dedikodular çıktı. Şehzade'nin can vermek üzere iken yakınlarına kendisini babasının bir yıl önce azlettiği Mahmud Paşa'nın zehirlettiğini söylediği ve intikamının alınmasını istediği anlatılıyordu. Hattâ, o zamanın yazarlarından Meali. "Hünkârnâme''sine bu ulaşmasından sonra, devletin büyükleri, Fatih'e başsağlığı dilemeye gittiler. Gidenler arasında, eski vezir-i âzam Mahmud Paşa da vardı. Paşa, hükümdara "Şehzade vefat etti ama devlete hizmet edecek olan ben buradayım" dedi ise de, Fatih'ten "Mustafa'mın düşmanı hayatta kalamaz" cevabını aldı ve zindana kondu.

Mahmud Paşa, zindanda tam 50 gün kaldı. Hükümdarın huzuruna son defa kabul edilmeyi istedi, isteği kabul edildi ve Padişah'a "Günahım büyükse beni mertçe öldür, değilse serbest bırak" dedi. Fatih, Paşa'yı 1474'ün 18 Temmuz'unda Yedikule'de idam ettirdi. Tarih boyunca bu dedikodu yazılamadı takii İsmail Hakkı  Uzunçarşılı, Topkapı Sarayı'nda bulduğu ve 1964'te yayınladığı bir belge ile ortaya çıkardı. Belge Mahmud Paşa'nın kızlarının bir miras davası dolayısıyla saraya verdikleri bir dilekçe idi. Paşa'nm kızları, Şehzade Mustafa ile ilişkiye girdiği söylenen hanımın Mahmud Paşa'nm ikinci eşi olduğunu, Paşa'nın seferde bulunduğu sırada Şehzade'nin annesinin evinde kaldığını, bunu haber alan Mahmud Paşa'nın da dönüşünde kadını hemen boşadığım söylüyorlardı. Ancak, Paşa, daha sonra gelen baskılar ve Fatih'in de ricası üzerine aynı hanımla yeniden nikahlanmış ama bir daha yüzünü görmek istememiş ve Şehzade Mahmud'dan intikam almadan edememişti.

Bir diğer anlatım ise:

Tarihçi Erhan Afyoncu ise 10 ocak 2010 tarihli gazete yazısında Mustafa’nın ölümünü şöyle anlatır: “Şehzâde Mustafa, Karaman Valisi olarak görev yaparken, Bor'da bir hamamda yıkanıp çıkmasının ardından 1474 Ocak'ında esrarengiz bir şekilde vefat etti. Şehzâde öleceğini anlayınca lalasını çağırarak ölümünden Mahmud Paşa'nın sorumlu olduğunu, kendine zehirli armut verdiğini, intikamını almasını vasiyet etmişti. Şehzâde, dönemin önemli isimlerinden Veziriazam Mahmud Paşa'nın eşlerinden biriyle ilişkiye girmiş, paşa da bu yüzden Şehzâde Mustafa'yı zehirletmişti. Şehzâdenin ölümünden sonra devlet ileri gelenleri siyah elbiseler giyerek padişaha baş sağlığı dileklerini sunarlarken, Mahmud Paşa'nın taziyeye katılmaması sonunu getirdi. Mahmud Paşa önce hapse atıldı. Elli gün hapiste kalan Mahmud Paşa sonunda Yedikule'de idam edildi.”

 Fatih Sultan Mehmed'in oğlu Şehzade Mustafa ile Veziriazam Mahmud Paşa'nın aralarındaki soğukluk, hatta nefrete varan husumet çeşitli tarihçiler tarafından dile getirilmiştir. Ama bu nefretin sebebi hep değişik şekillerde yorumlanmıştır.. Örneğin Behişti tarihi ; "Geçmişte aralarında keder vardı, gidermemişlerdi.." diye yazar.. Solakzade ; "Şehzade Mustafa ile Mahmud Paşa arasında soğukluk vardı. Beyinlerinde hep keder bulunuyordu.." der..
   Kısacası bu bahsettiğimiz ve diğer tarihçiler, Şehzade ile Paşa arasında "çirkin" bir olay geçtiğinden dolayı birbirlerinden nefret ettiklerini kapalı bir şekilde anlatsalar da, olayın ne olduğunu açıkça yazmazlar.
   16. yüzyılın ikinci devresinde yaşamış olan Ali, "Künhü'l-ahbar" ( Haberin Özü ) adlı eserinde ; Şehzade ile Paşa arasındaki nefretin, Şehzade Mustafa'nın "Mahmud Paşa'nın karısına olan tecavüzünden" ileri geldiğini yazar.
   En son olarak İsmail Hakkı Danişmend'in "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi"nde ( c.1, s.330 ) ; "..Diğer bir rivayete göre yakışıklı ve çapkın bir genç olan Şehzade Mustafa, Mahmud Paşa'nın karısını baştan çıkarmış, işte bundan dolayı paşa, şehzadeyi zehirleterek intikam aldığı için padişah, paşayı idam ettirmiştir.." demektedir..

   Diğer tarihi anlatım:

Karamanoğulları Beyliği'nin Gedik Ahmed Paşa tarafından tamamen ortadan kaldırıldığı ve kalelerinin elde edildiği sırada Fatih Sultan Mehmed'in Karaman valisi olan oğlu Mustafa da Develi Karahisar'ı almak ister. O sırada kendisi hasta ve dermansız olduğundan bizzat gidemez ve maiyetindeki beylerden Koçi Bey'i yeterli miktarda bir kuvvetle göndererek Develi Karahisar'ı kuşattırır. Hisarbeyi olan Atmaca Bey, kaleyi teslim için bizzat şehzadenin gelmesini şart koşar. Durumu haber alan Şehzade Mustafa hastalığına aldırmaz ve hemen Develi Karahisar önüne gelip kaleyi teslim alır. Dönüş yolunda önce Niğde'ye, sonra da Bor'a gelir ve orada hamama girip yıkandıktan sonra, 1474'de, aniden vefat ediverir..
  Meali'nin "Hünkarname"sindeki kayda göre ( Topkapı Sarayı Hazine Kitapları, 1417 numara ) ; Şehzade Mustafa hastalıktan kurtulamayacağını anlayınca, lalası Ahmed Bey'i davet ederek, öldükten sonra, hasmı olan Mahmud Paşa'nın yine mevki sahibi olacağını, kendisinin uğradığı felaketin ( belki de zehirletmesinin ) sebebini Mahmud Paşa'dan sormasını ve intikam almasını vasiyet etmişti.
  Meali'nin anlatımına göre Şehzade Mustafa çok yakışıklı, uzun boylu ve pek güzel imiş. Ayrıca Meali, manzum eserinde şehzadenin vasiyetini şöyle anlatır :
"Şehzade Mustafa hasta düştü, halk ve seçkin kişiler kederlendi, doktorlar tedavisine koştular, gerekli ilaçları verdiler ama derdine derman bulunamadı. Şehzadenin acısı dinmedi.. Yanında ne anası ne de babası vardı.. Anasının uzakta oluşu yüzünden daima içi sızlıyordu. Baba hasreti de ona çok ağır geliyordu. Üzüntüsünden elbiselerini parçalamak istiyordu. Kah lalam, kah mevlam diye fertat ediyordu. 'Artık gücüm kalmadı, ayrılık derdimi söyleyecek kadar bile gücüm kalmadı. Canımın teli bir kıldan daha incedir, sevdiklerimin yüzünü açıkça görmek en büyük emelim olup ruhumun kuşu bu emele erişmek için uçmaktadır. Bundan başka hasretim yoktur. Ölümüm pek yakındır, madem ki anamı rüyada göremiyorum, vay bana, vay bu ayrılığa.. 
   Benim lalam, beni iyi dinle.. Bu sözlerim kulağında kalsın.. Ben öleceğim, Mahmud yaşayacak ve hünkarın hizmetinde kalacak. O da benim gibi dünya nimetinden ve ana baba yüzünü görmek mutluluğundan yoksun kalsın. Babam padişah olduğu sürece ondan bütün dünya nimetlerini gasp etsin. Babamdan en son dileğim şudur : Benim uğradığım bu felaketi Mahmud'dan sorsun. O, bana olan düşmanlığı yüzünden bu kötülüğü yaptı ; bu gerçeği bilin !..'  " ( "Hünkarname", varak 172 b )

Şehzade Mustafa ölünce devlet erkanı ve beyler siyah matem elbiselerini giyerek padişaha başsağlığında bulundular. Uzun Hasan seferinden dönüşte veziriazamlıktan azledilerek Havsa Kasabasında ikamete memur edilen Mahmud Paşa da, başsağlığı dilemek için İstanbul'a gitmeye karar verir. Hocası Kürd Hafız ona çağrılmadıkça gitmemesini öğütlemiştir ama O'nu dinlemez ve İstanbul'a gider. Saray kapısında eski kölesi Teftin Ağa da kendisine aynı şeyleri söyler ama onu da dinlemez ve padişahın huzuruna çıkar. "Mustafa öldü ise ( memleket hizmetinde ) ben varım" der. Bunun üzerine Fatih, Mustafa'nın düşmanının hayatta kalması mümkün değildir diye karşılık verir ve onu elli gün Hisar'da hapsettirir.
   Paşa, serbest bırakılması için emir beklediği halde hiçbir ses çıkmayınca, durumunu padişaha bildirmeye karar verir. "Beni ya bağışla veya öldür" anlamına gelen bir ariza sunar. Bunun üzerine Fatih onu huzuruna getirtir. Mahmud Paşa, padişaha yaptığı hizmetleri sayar, "Senin isminin yanında, halk arasında, benim adım da anılıyor ; eğer günahım büyükse mertçe öldür, değilse beni serbest bırak" der. Padişah onu dört sebepten ötürü suçlu bulur..
   Birincisi Eflak Voyvodasını serbest bırakmasıdır. İkincisi Dulkadıroğlu Şehsuvar Bey'i geri göndererek bir düşman kazanmasıdır. Üçüncüsü Uzun Hasan Bey'in izlenmesini engellemesidir ve dördüncüsü de Şehzade Mustafa ile aralarındaki düşmanlıktır..
   Böylece Mahmud Paşa 3 Rebiülevvel 879'da ( 18 Temmuz 1474 ) Yedikule'de idam edilir.( "Hadikatü'l- Cevami", c.1, s. 191 )

Şehzade Cem (Sultan)

Osmanlı’nın “olsaydı, kalsaydı” diye kendinden söz ettiren şehzadelerinden, şehzadelere de “sultan” unvanının verildiği son simalardandır. Dahası var; Osmanlı’nın İtalya’daki sanatlara yakınlığı devrinde büyüdüğünden kardeşi Bayezid’in aksine portresini de yaptıranlardan. Pinturicchio’nun ünlü kompozisyonunda Papalık sarayı mensupları arasında onun da yer aldığı görülür ve realist bir portredir. Trajik bir hayatı olduğu muhakkak… Ama onunla Osmanlı’da Rönesans sanatına olan eğilim sona erdi ve Osmanlı kardeş kavgasından o günden beri çok korkar.

Cem Sultan 1459 yılında Edirne sarayında doğdu. Babası Fatih Sultan Mehmet annesi Çiçek Hatun’dur. İlk terbiyesini saraya hocalarından aldı. Beş yaşına gelince, bir hocaya verilerek Kastamonu sancakbeyliğine gönderildi. Eğitim ve öğrenimine burada da devam etti. Fatih Sultan Mehmet, büyük oğlu Mustafa’nın vefatı üzerine (1474) Cem’i Karaman eyaletine gönderdi. 1481’de Mısır Seferine çıktığı tahmin edilen Fatih Sultan Mehmet Gebze’de hastalanarak vefat edince, babasının yerine tahta çıkan İkinci Bayezid’e kardeşi Cem Sultan muhalefet etti.
Yetişmesinin, 15’inci yüzyılın bütün şehzadeleri gibi bir doğu-batı sentezi olduğu açıktır ve tıpkı babası gibi cihanşumul bir bilgi merakı ve doğuya ve batıya karşı gururu olduğu anlaşılıyor. Savaşçıydı, kardeşi şehzade Bayezid ise Fatih devrinin bitmez tükenmez savaş politikalarına da medreseli veya mutasavvıf olsun geleneksel çevrelerin bir kenara itilmesine de karşıydı. Fatih, Bayezid’i Amasya’ya tayin etti. Amasya Anadolu’daki Osmanlı’nın mimarisi, hat sanatı, musikisi ve medrese kültürü ve felsefesiyle merkezi gibiydi.
Karamanlı Mehmet Paşa başta olmak üzere vüzera ve ulema Amasya’daki Bayezid için karar vermişlerdi. Bununla birlikte Cem de kendisini tutan yeniçerilerin başında İstanbul’a yöneldi. İstanbul’un kapıları Cem’e ve taraftarlarına kapalıydı. Bayezid’i taht bekliyordu. O yetişene kadar 11 yaşındaki oğlu şehzade Korkut taht naibi dahi ilan edildi. Görülmemiş bir kurnazlıktır. Âlim ve bilgili şehzade Korkut daha hayatının başında politik entrikalara alet edildi.
Nizam-ı alem, Bayezid-Cem kavgasını yaşadı, binlerce insan Bursa İnegöl’de kapıştı. Cem kazanmış ve Bursa hakimi olmuştu. Ne var ki Bayezid Cem’in kendisini Rumeli’ye itmesini hiç kabul etmedi, savaş sürdü. Bursa Yenişehir’deki savaşı Cem kaybetti ve Mısır’a doğru yöneldi.
Gelecek yılki savaş Konya’daydı. Gene kaybetti, Ankara’ya çekildi. Mısır’a dönüş yollarını Bayezid denetimi altına almıştı. Zavallı Cem’e kalan, önce Malta şövalyelelerinin elinde olan Bodrum kalesine, arkadan karşıda Rodos Adası’nda şövalyelerin reisi büyük üstat Pierre d’Aubusson’a sığınmak oldu. Cem daha ilk anda kandırıldı. Sultan Bayezid şövalyelere yüklü bir rehin akçesi ödemeyi önermişti. Şehzadeyi elde tutmakla Sultan Bayezid Hana istedikleri yolda anlaşma yapmaya ve adalarını Osmanlıların fethinden kurtarmaya, aynı zamanda para koparmaya muvaffak olabileceğini umuyordu. Ancak Cem Sultan’ın Türk topraklarına yakın olan bu adada bırakılması tehlikeli olacaktı. Böylece Cem Sultan, maiyetiyle birlikte bir müddet Nis’de, bir müddet de Şambri ve Puy kalelerinde ikamet etti. Öte yandan d’Aubusson ile Sultan İkinci Bayezid arasında bir antlaşma imzalandı.7 Aralık 1482 tarihli bu antlaşmaya göre Cem Sultan’ın bakım masrafı olarak, Rodos’a her yıl 45000 duka altını ödeyecektir. Padişah Bayezid, Papa VIII. İnnocent’a, onun ardından ahlaksız ve işini bilir papa Aleksandr Borgia’yı düzgün ödemelerine devam etti.

Şövalyeler 6,5 yıl ellerinde tutmaya muvaffak oldukları Cem Sultan’dan azami derecede istifadeye bakıyorlardı. Bu arada Avrupa’da Cem Sultan’ı elde edebilmek için yoğun siyasi faaliyetler vardı. Fransa, Macaristan, Venedik ve hatta Memlûk Sultanlığı bu gaye ile şövalyelere cazip tekliflerde bulunuyorlardı. Nihayet Cem Sultan’ın Alman İmparatorluğunun eline düşmesi ihtimalinin belirmesi üzerine endişeye düşen Fransa, onun Papa’nın himayesine verilmesini kabul etti. Bu faaliyetlerden şüphelenen Cem Sultan, Bayezid’e gönderdiği bir mektupta kendisini küffar elinde bırakmamasını istedi. Nihayet Toulan’dan yola çıkan Cem Sultan ve maiyeti, Mart 1489’da Roma’ya vardı. Burada büyük bir törenle karşılanarak Vatikan Sarayına yerleştirildi. Papa 8. İnnocent (Innocentius), 14 Mart’ta merasim elbiselerini giymiş bir vaziyette Vatikan Sarayı’nın kabul salonunda Cem Sultanı karşıladı. Merasimde Roma’daki elçilerle Roma’nın kardinalleri de hazır bulundular. Daha önce protokol görevlileri, imparatorların bile papanın ayaklarını öptüklerini, kendisininse biraz olsun eğilmesini istediler. Düşman elinde esir olmasına rağmen asalet ve vakarından asla taviz vermeyen Cem Sultan; “Dediğiniz kimseler, Papa’dan mağfiret umdukları için ayaklarını öperlermiş. Halbuki ben, mağfireti yalnız Allah’ımdan bekler ve umarım. Bu hususta papaya hiç bir ihtiyacım yoktur. Ölüme razı olurum; ama dinime ihanet etmem ve dinime zarar verecek hiç bir harekette bulunmam. Ben, aranıza ahit ile gelmiş yalnız bir kimseyim. Bunca müddettir beni zulüm ile hapsettiniz. Nihayet; “Seni papa çağırıyor!” diyerek buraya getirdiniz. Artık bundan sonrasını nasıl isterseniz öyle yapınız! ” dedi.

Teşrifat memurunun bütün ısrarlarına rağmen kavuğunu çıkarmaya ve diz üstü çökmeye razı olmayarak, doğru Papa’nın yanına gidip ona ve yanındaki kardinallere başıyla selâm verdi. Papa da, onu kucaklayıp öptü. Papa O'nu sarılarak karşılasa da O Müslümanlığının gereğini yapmıştır. Ne de olsa bir Müslüman Papa’nın önünde diz çökmez, ondan medet ummazdı. Papa ile görüşmelerinde Avrupa’ya ne maksatla geldiğini anlatarak, artık Mısır’a gidip ailesiyle beraber olmaktan başka bir emeli kalmadığını açıklayan Cem Sultan, Papa’nın aracılığını istedi. Ancak Cem Sultan’ın üzüntüsüne iştirak etmiş görünüp onunla birlikte gözyaşı döken Papa, hakikatte onu âlet ederek Osmanlılar üzerine bir Haçlı seferi açmak emelinde olduğundan, Macaristan’a gitmek tavsiyesinde bulundu. Cem Sultan’ın böyle bir hareketin, İslâm âleminde lânetle karşılanacağını belirtmesi üzerine de, Papa Lâtince ağır bir cümle kullandı. ] Papa’nın, Latince anlamadığı zannettiği Cem Sultan’a: “Öyleyse burada it gibi sürün!” demesine karşılık olarak Cem Sultan, Papa’ya şöyle dedi: “Sizin elinize düşen, itten beter olmayacaktır da ya nice olacaktır” diye cevap verdi. Aynı dili bildiği anlaşılan Cem Sultan’ın mukabelesinde papayı mahcup ettiği görüldü. O devirde bir Osmanlı şehzadesinin aldığı eğitimi Papa’nın bile tahmin edememesi elbette ki Osmanlı Devleti’nin ilim ve eğitim olarak ne kadar ilerde olduğunun bariz bir göstergesidir. Papa Innocent, Cem Sultan’ı, Hıristiyan yapabilirse, Haçlı seferinin gerçekleşeceğini ve Osmanlıları Avrupa’dan atmanın mümkün olabileceğini sanıyordu. Bu sebeple bir gün, kendisiyle görüşürken Hıristiyan olmasını resmen teklif etti. Ama yanılmıştı. Cem Sultan, kendisine değil, Osmanlı padişahlığı, hatta bütün dünyanın padişahlığı payesi verilse, dininden dönmeyeceğini sertçe bildirdi. Onlar Osmanlı’ya sığındığında tüm benliğini de teslim edebilirken ama bir şehzadenin dinine zarar gelmemesi için bırakın padişahlığı cihanı verseler elinin tersiyle itmesi onun ne kadar yüksek karakterde olduğunu gösteriyor.

Bu bereketli rehin Fransa kralının da iştahını çekti ve Roma’yı tehdit edip Cem’i aldı. Fransa, Cem sayesinde Akdeniz politikasına oynayacaktı. 1494 yılında İtalya sınırını aşarak Roma’ya giren Fransa Kralı Sekizinci Charles, papa ile anlaşarak Cem Sultan’ı yanına aldı. Cem Sultan 28 Ocak günü Fransız ordusu ile Roma’dan ayrılarak Fransızların Napoli seferine iştirak etti ve birçok kalelerin zaptına şahit oldu.

Roma bu bereketli adamı kaybediyordu, II. Bayezid ise tehlikeli ellere geçecek Cem’in ortadan kaldırılmasına karar verdi. Roma’ya okkalı bir para ödendi. Her türlü zehrin ve ustaca zehirlemelerin üstadı olan Papalık ustaları talihsiz şehzadeyi zehirledi. Napoli Krallığının mukavemetinin kırıldığı sıralarda Cem Sultan’da hastalık belirtileri ortaya çıktı. Bir müddet sonra, hastalık daha da ilerleyerek, yüzü ve boynu şişti. Artık ata binecek hâli kalmadığından sedye ile naklediliyordu. Osmanlı müellifleri genellikle papa tarafından gönderilen bir berberin zehirli ustura ile Cem Sultan’ı tıraş ettiğini ve ölümüne sebep olduğunu bildirmektedir. Zehir etkisini geç gösterecekti. Nitekim şubat sonu 1495’te VIII. Şarl’ın Napoli’ye tertiplediği seferde öldü. Zaten VIII. Şarl yaşayan bir ceset devralmıştı.

Sultan II. Bayezid yas ilan etti. Haberin İstanbul’a ulaşmasından sonra, Sultan Bâyezid’in emriyle dükkânlar, çarşılar kapatıldı, fakirlere para dağıtıldı. Ülkedeki bütün camilerde gaip cenaze namazı kılındı. Mumyalanmış naaşı bekletiliyordu, dört yıl içinde Osmanlı mülküne getirildi ve Bursa’ya defnedildi. Tabutu ise ancak 1499 yılı Ocak ayında ülkeye getirildi. Bursa’ya götürülerek Fatih Sultan Mehmet’in büyük oğlu Mustafa’nın yanına gömüldü.

Cem’in Rodos’a sığınmış oğlu olan Murat, 1522’de adanın alınmasından sonra oğlu ile birlikte öldürülmüş, iki kızı ve karısı, İstanbul’a götürülmüştür. Cem’in Kahire’de bulunan ve oğlunu kurtarmak için yıllarca çaba gösteren annesi Çiçek Hatun da 1498 yılındaki veba salgını sırasında vefat etmiştir.

Torunları için aynı şey söylenmez. Onlar bağnaz muhitte vaftiz edildiler ve de vaftiz edilen torunların bir kısmı Kanuni Süleyman’ın Rodos kuşatmasında şövalyelerin yanındaydı. Kuşatma “vira” ile bittiği ve herkes kaleyi serbestçe terk ettiği halde şövalyeler Cem’in soyuna yaptıkları son bir ihanetle onları padişahın eline bıraktılar. Tanassur eden Müslümanlar katledilir, öyle oldu.

Asırlar sonra dahi Avrupa’da kalan bir-iki torunun soyundan gelenleri, bugünün Osmanlı hanedanı Cem Sultan’ın torunları ve kuzen olarak tanıyor ama aralarına almayı kabul etmiyorlar. Cem Sultan’dan kalan Bursa’daki türbe ve Topkapı Sarayı’ndaki tılsımlı gömlek… Her şehzadeye koruyucu olarak hazırlanan bu pahalı gömleği giymesi hiç nasip olmamış.

Cem Sultan, uzun boylu, mavi gözlü, uzun kirpikli, çoğunlukla sola doğru büktüğü dudakları kalınca, babası gibi doğan burunlu, kulakları ve çenesi küçük, [9] tıknaz, hafif sakallı, vakur ve çevik bir gençti. Ölçülü ve ağır davranışlıydı. Sözünün eri, atılgan bir insandı. Fransa kralı 8. Charles ile görüşmelerinde yanında bulunan Sanuto, Cem Sultan’ın müthiş bir harp adamı olduğunu anlayarak; "Bu Şehzade’nin Osmanlı tahtına geçmeyişi, Hıristiyan âlemi için Tanrı’nın lütfüdür." Demekten kendini alamamıştır. Cem Sultan’ın kişiliği ve yiğitliğinin bu cümlelerle teveccüh edilmesi kâfi midir bilinmez ama eğer tahta çıkmış olsa ve kardeşi esir olmuş olsaydı, kardeşi gibi yapmayacağı ve tüm Avrupa’yı biran evvel fethetmek için uğraş vereceği en başından bellidir. Onun gibi cesur ve atılgan birinin Avrupa’nın kardeşini bir tehdit olarak kullanması onun Türk-Cihan Hâkimiyeti emellerine engel olamazdı.

CEM SULTAN’IN SOYU

George Alexander Said-Zammit adındaki tarihçi Fatih Sultan Mehmet’in hayatı romanlara ve filmlere konu olan bahtsız şehzadesi Cem Sultan’ın soyundan geldiğini iddia ediyor, iddiasını asırlar öncesinden kalma noter ve arşiv belgeleriyle ispata çalışıyor ve Osmanoğlu ailesinin kendisini tanımasını istiyor. George Alexander Said-Zammit, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan‘ın yani 13 senelik ızdırap dolu gurbeti romanlara ve filmlere kadar konu olan bahtsız şehzadenin soyundan geldiğini söylüyor. İddiasını doğrulayabilmek için arşivlerde özellikle de 16. yüzyılın noter arşivlerinde o dönemden kalma belgeler arıyor, buldukları arasında bağlantılar kurmaya çalışıyor ve sonra bütün bu çalışmalarını kitap haline getirip kendisinin ve ailesinin Cem Sultan‘ın soyundan geldiğini ve 17. göbekten torunu olduğunu ispata uğraşıyor. Cem’in üç oğluyla iki kızı vardı. Oğullarından Şehzade Abdullah ve kızlarından Ayşe Sultan, küçük yaşta öldüler. Büyük oğlu Oğuz Han babası sürgündeyken İstanbul’daydı ve 1483 Şubat’ında daha dokuz yaşındayken ‘nizam-ı âlem için’, yani devletin başına bir iş açmaması maksadıyla amcası Bâyezid tarafından boğduruldu. Mısır’da yaşayan kızı Gevher Melike ise 1505’te İstanbul’da öldü.

Cem‘in hayatta tek bir oğlu kalmıştı: Şehzade Murat babasının sürgünü sırasında Rodos’a gidip yerleşti ve Maria Concetta Doria adında bir İtalyan kadınla evlendi. Daha sonra çok garip bir iş etti, Müslümanlığı bırakıp Hristiyan oldu, vaftiz edildi, ‘‘Pierre’’ adını aldı ve Papa 6. Alexander tarafından ‘‘Prens’’ yapıldı. Dininden ve adından vazgeçmesi Avrupa’yı çok memnun etmiş olacak ki, Napoli Kralı’ndan bir başka asalet unvanı, Roma Senatosu’ndan da ‘‘vatandaşlık’’ aldı. Rodos’ta çoluk-çocuğa karıştı ve Kanuni Süleyman’ın adayı fethetmesine kadar burada ‘‘Prens’’olarak yaşadı. Ama Rodos’un 1522 kışında Türklerin eline geçmesinden hemen sonra, 27 Aralık günü boğduruldu. İdamında 48 yaşındaydı.

İşte, Türk ve Vatikan tarihleri buraya kadar hep aynı bilgileri veriyorlar ama aralarında bundan sonra önemli bir ihtilaf çıkıyor:  Türk tarihleri Cem Sultan’ın oğlu Murat’ın ‘‘Cem’’ adındaki çocuğuyla beraber idam edildiğini yazarken Malta, Rodos ve Vatikan arşivleri küçük Cem‘in öldürülmediğini, Nicola ismini aldığını, Malta’ya yerleştiğini ve 1536’daki ölümüne kadar burada yaşadığını söylüyorlar…

George Said-Zammit, ailesinin işte bu Prens Pierre‘in ve oğlu Nicola‘nın soyundan geldiğini, Cem’in çocuklarının aile ismi olarak ‘‘Saytus’’u seçtiklerini, ‘‘Saytus’’un zamanla ‘‘Sait’’, ‘‘Sayd’’ ve nihayet ‘‘Said’’ olduğunu anlatıyor. İşin çok daha ilginç olan tarafı ise şu: Malta arşivlerinde Cem Sultan’ın oralarda ‘‘Nicola Saytus’’ diye bilinen torunu küçük Cem’le ilgili belgeler bulunuyor ve bu belgelerden NicolaSaytus‘un 1530’larda hayatta olduğu anlaşılıyor.

Hanedanın cevabı:” Siz Osmanlı değil, Papalık prensisiniz.”

Cem Sultan’ın soyundan geldiğini söyleyen George Said-Zammit, bundan iki ay önce Osmanoğlu ailesinin yani Osmanlı Hanedanı’nın New York’ta yaşayan reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi’ye bir mektup yazdı ve aile tarafından ‘‘tanınma’’ istedi. Said-Zammit, mektubuna arşivlerden topladığı Cem Sultan’ın nesliyle ilgili belgeleri de iláve etmişti.

Hanedan reisi Osman Ertuğrul Efendi, Said-Zammit’in mektubuna şık bir cevap verdi. İddianın doğru olabileceğini ancak tarihçilerin yapacağı geniş bir araştırmaya ihtiyaç bulunduğunu söyledi. Said-Zammit ailesinin Osmanoğlu ailesi tarafından ‘‘tanınması’’ konusunda ise titiz davrandı ve ‘‘Sizi bir ‘Osmanlı Şehzadesi’ olarak kabul edemem. Zira, büyük dedeleriniz Papa Altıncı Alexander’in verdiği ‘Prens’ unvanını kabul ettiklerine ve bu unvanı birkaç nesil boyunca kullandıklarına göre artık ‘Osmanlı’ değil, ‘Papalık Prensi’ sayılırsınız’’ dedi.
Cem Sultan’ın soyu devam edebilir ama Osmanlı sülalesinden birilerinin Hıristiyanlığı kabul edip benliğini yitirmesi kabul edilemez. Bundan dolayı hanedanın cevabını bende destekliyorum. Cem Sultan’ı Hıristiyan yapmak için Papa’nın o kadar çabası olmuş, yine de Cem Sultan Müslümanlıktan vazgeçmemişken torunun Hıristiyan olması ve soyunu öyle devam ettirmesi atalarına layık bir evlat olmadığını göstermesi büyük bir talihsizliktir hatta Cem Sultan’ın esir olmasından bile daha vahim bir olaydır.

www.televizyongazetesi.com

http://blog.milliyet.com.tr/eceer

eceer6@gmail.com

https://twitter.com/eceer6

https://facebook.com/pages/Ece-Er

 

.

 

 
Toplam blog
: 781
: 3899
Kayıt tarihi
: 23.09.12
 
 

16- 06- İstanbul'da doğdum. Tatbiki Güzel Sanatlar Tekstil Ana sanat dalı Moda tasarımı bölümünde..