Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Mayıs '13

 
Kategori
Felsefe
 

Felsefe nedir ve ne işe yarar?

Felsefe nedir ve ne işe yarar?
 

Yunanca sevmek, istemek, peşinde koşmak, aramak anlamına gelen “phileo” ve bilgi, bilgelik anlamına gelen “sophia” sözcüklerinden türetilen “felsefe” insanlığın sanat, dinler, mitoloji ve edebiyattan sonra geliştirdiği ve günümüz bilimsel düşünce biçiminin doğumuna, gelişmesine yol açan bir düşünce disiplinidir. Ancak ne var 2.500 yıllık felsefe tarihine baktığımızda da felsefenin çok da fazla bir gelişme kaydetmediğini, bireysel ve toplumsal yaşam üzerinde önemli, yararlı bir etkinlik, işlevsellik kazanamadığını görürüz. Zaten günümüz üniversitelerine baktığımızda ve genelde ilahiyat fakülteleri veya edebiyat fakülteleri çatısı altında felsefe eğitimi veriliyor olmasını da göz önüne alacak olursak bilimsel düşüncenin doğumuna yol açan felsefenin dinlere, sanata, mitolojiye, edebiyata yakın ama kendisinden türeyen bilimlerden giderek uzaklaştığını görmemek mümkün değildir. Bu nedenle de filozoflara ve onların akıllarına esen her konuda yazdıklarına bakarak felsefenin somut olarak bir tanımını yapmak, felsefe şudur, şu işe yarar diyebilmek maalesef mümkün değildir.

Alman başbakanı Angela Merkel’in son küresel ekonomik krizin patlak vermesinden sonra  “Bizim yeni bir felsefeye ihtiyacımız var”, Richard Feymann’ın “Bizim bize yol gösterecek bilim felsefecilerine ihtiyacımız var” veya çağımızın en büyük dâhilerinden biri sayılan Stephen Hawking’in “Felsefe bilimin gerisinde kaldı” serzenişlerini göz önüne alacak olursak felsefenin eksikliği hissedilen ama henüz ne olduğu tam olarak anlaşılamayan bir muamma olduğu sonucuna varabiliriz. Öyle ya, fizik, kimya, biyoloji, botanik, zooloji, tıp, antropoloji ve bunlar gibi daha nice bilim dallarının ne olduklarını, ne işe yaradıklarını biliriz. Ama iş bütün bilim dallarının anası sayılan felsefenin kendisine gelince “bilgi” yi sevmenin, onun peşinde koşmanın, onu aramanın ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini ve ne işe yaradığını hiçbirimiz bilmeyiz. Bu nedenle de felsefenin ne demek olduğunu anlayabilmek için felsefecilerin günümüze kadar sadece yaptıklarına, yazdıklarına değil bundan daha çok “ne yapmadıklarına” da bakmak gerekir.

Örneklemek gerekirse ülkemizin önemli ve saygın kuruluşlarından biri olan Hacettepe Üniversitesinin 1969 yılında kurulan bir Felsefe Bölümü vardır ve bu felsefe bölümünün kuruluş amacı bölümün  www.felsefe.hacettepe.edu.tr/bolumhakkinda.htm adresinde de belirtildiği gibi; 

“…yaptığı eğitim, öğretim ve araştırmalarla, gerek kişisel ve toplumsal hayata yön vermede, gerek çeşitli bilgi alanlarında araştırma yapmada felsefi bilgiye olan ihtiyacın bilincine varılmasını sağlamak; böylece de hayatın içine girerek, ülkelerin gelişmesine katkıda bulunan bir bilgi dalı olan felsefeyi zamanla ülkemizde de etkili bir duruma getirmektir.”

olarak ifade edilmektedir. Bu tanımlama elbette ki felsefeye makul, anlaşılır bir anlam ve de “somut” bir görev yüklemektedir. Ancak H.Ü. felsefe bölümünün internet sitesini dikkatli bir şekilde incelediğimizde de bu kurumun arada geçen 44 sene gibi oldukça uzun bir zaman diliminde 4.000 kitaplık bir kütüphaneye sahip olması dışında övünülecek başka bir icraatından söz edilmediğini görürüz.

H.Ü. Felsefe Bölümü halkın ödediği vergilerle 44 senede 4.000 kitap satın almış, bir kitaplık kurmuş, birçok felsefeci yetiştirmiş, onlara unvan, saygın statüler, hatırı sayılır maaşlar kazandırmış ama kuruluş amacına uygun bir şekilde “insanın ve ülkenin gelişmesine katkı”  sağlayabilecek her hangi bir “bilgi” veya “yöntem” geliştirebildiğinden söz edilememektedir. Peki, hal böyleyken bir felsefe bölümünün kuruluş amacında tanımlanan “görev” ini yerine getirdiğinden söz edilebilir mi?

Örnek olarak gösterdiğim H.Ü. Felsefe Bölümü aslında istisnai bir örnekte değildir, çünkü yüzyıllardan bu yana felsefenin insanlığın gelişmesine katkı sağlayan her hangi bir “bilgi” veya “yöntem” geliştirdiğinden de söz edilemez. Oysa felsefenin doğa bilimlerinde de olduğu gibi en azından bazı keşif ve icatlardan söz edilebilseydi bugün kimse felsefenin bilimin gerisinde kaldığın ileri süremezdi.  

Felsefenin tarihine baktığımızda geçmişin anlı şanlı filozoflarının “bilgi” ile “varsayım” arasındaki farkı henüz günümüzde bile tam olarak anlayamadıkları gerçeğini görmemek mümkün değildir. Örneğin tüm zamanların en büyük filozofu olarak kabul edilen Platon’un öğretisinin ne kadar “bilgi” ye uzak “varsayım” a hatta palavraya yakın olduğu açık ve net bir şekilde ortaya çıkar.

Platon’un öğretisi iki önemli varsayım üzerine kuruludur ki bunlarda muhakkak ki;

1.      İnsanın “ruh” unun bedensel ölüm sonrasında tanrılar âlemine göç ettiği, orada bir süre ilahi eğitim aldıktan sonra tekrar yeni bir bedende canlanmak üzerine dünyaya geri döndüğü,

2.      İnsanın, tanrının insan “idea” sının tamamlanmamış, eksikli ve kötü bir uygulaması olduğu

yönündeki iddialarıdır. Platon’un bu iddiaları öne sürer ve hatta bu iddialara dayanarak kendi geliştirdiği seçkinci felsefesine meşruiyet kazandırırken neye dayanmış olabilir? Kendi kişisel tecrübelerine mi? Yoksa hiçbir dayanağı olmayan hayal gücüne mi? Her şeyi bilen erdemli ve bilge bir filozof bir önceki hayatı olup olmadığını, ruhunun tanrılar âlemine gidip gitmediğini bilmez mi? Pekâlâ bilir!  Felsefe dünyası da pekâlâ Platon’un bir şeylere dayanarak değil uydurarak, palavralar atarak sahte, en ufak bir dayanağı olmayan  “bilgi” ler ürettiğini bilir ama Platon’un dokunulmazlığına gölge düşürmemeyi tercih eder. Platon’un uydurduğu palavralar felsefe tarihinin ne ilk ne de son palavralarıdır ancak ne var felsefe dünyası felsefe tarihini en ufak bir sorgulamaya, şüpheye gereksinim duymaksızın kutsamayı, yüceltmeyi gelenek haline getirmiştir. Acı ama gerçek; günümüz felsefe eğitimi de felsefe tarihini doğrulayan ve resmi tarih zihniyeti içinde öğretilmesinden başka bir şey değildir.

Yanlış anlaşılmasın, bence de Platon önemli bir filozoftur ancak ne var uydurduğu palavralar yüzünden değil 2.500 yıl önce “devlet” nedir, nasıl olmalıdır, nasıl yönetilmelidir, çocuklar nasıl bir “eğitim” görmelidir, “ahlak” nedir gibi sorunlar üzerinde doğru veya yanlış kafa yorduğu ve fikirler ürettiği için önemli bir filozoftur. Yani günümüz, örneğin Nietzsche’nin genelevlerde kırbaçlarla geçen aşk hayatı üzerinde kafa yoran ve ciltler dolusu kitaplar yazan felsefecilerin üzerinde hiç kafa yormadıkları konular üzerinde. 

Sorun aslında “felsefe” kavramı ile sınırlı bir sorun da değildir. Benzer sorunların varlığını genel olarak “eğitim” kavramının kendisinde de tespit etmek mümkündür. Şöyle ki “eğitim” mutlaka toplumsal yaşamın en önemli etkinliklerinden biridir ve dillerimize pelesenk olan “eğitim şart!” sözünden de anlaşılacağı gibi sadece kültürel değil aynı zamanda da gerek ekonomik, siyasal ve gerekse de hukuki yaşamın olmazsa olmazıdır. Çünkü insanın “insan” olup olamaması onun aldığı eğitimle doğru orantılıdır ve ne yazık ki hemen her gün “insanlık öldü mü?” sorusunu sormamız için binlerce neden bulabiliyoruz.  Ancak ne var “eğitim nedir ve ne işe yarar?” sorusunu sorduğumuzda felsefede de olduğu gibi bu soruya belirgin bir cevap veremiyoruz. Eğitim konusunda dünyanın en büyük otoritelerinden biri olarak sayılan Sir Ken Robinson 1970 lerde dünyanın en yüksek lise mezuniyet oranına sahip ABD’nin 2013 yılında bu oranın en düşük ülkelerden birine dönüştüğünü söylüyor. Ancak ne var bu büyük geri gidişin nedenlerini Sir Ken Robinson dâhil kimse açıklayamıyor.

Bizden bir örnek göstermek gerekirse, Atatürk cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte var olan geleneksel Osmanlı zihniyetini değiştirmek amacıyla “muasır medeniyetler seviyesi” ni hedef gösterip “aydınlanma” ya yönelik batılı bir eğitim anlayışı ve sistemi benimsemiş, siyaseten de uygulamaya başlamıştır. Atatürk’ün ölümünden 64 sene sonra günümüz iktidar lideri başbakan Recep Tayip Erdoğan ise “dindar bir gençlik” yetiştirmek istediğini beyan etmekte ve o doğrultuda siyaset yapmaktadır. Her iki durumda da aynı “cumhuriyet” de farklı siyasi liderlerin, farklı kişisel dünya anlayışlarından yola çıkarak aynı soyut “eğitim” kavramını farklı amaçlar doğrultusunda kullanabilmesi sanırım bu kavramların belli bir genel geçer anlamı olmadığını, dolayısıyla da “soyut” kaldığını yeterince kanıtlar. Çünkü belli ki eğitimin nasıl olması, hangi amaç doğrultusunda olması, ne tür bilgilerin verilmesi gerektiği gibi konular belirsizdir ve bu nedenle de farklı siyasi iradeler birbirlerinden farklı doğrultularda eğitim verebilmektedir. Sonuçta da eğitilen insanların gelecekleri bir insanın dünya görüşüne, değer yargılarına ipotek edilebilmekte ama buna karşılık herkes aldığı eğitimin sonuçlarının “sorumluluğu” nu ömrünün sonuna kadar taşımak zorunda bırakılmaktadır. Açık bir ifadeyle de “eğitim” kavramının belirsizliği, soyutluğu nedeniyle eğitilen insan “özne” olmaktan çıkarılıp eğitimin “nesne” si haline sokulmaktadır.   

“Eğitim” İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (İHEB) gibi evrensel bir hukuk kuralı tarafından da her insanın sahip olduğu bir “hak” olarak tanınmaktadır. Ancak ne var aynı İHEB ne baktığımızda da

Madde 18-     "Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı" olduğunu

Madde 26-

1.      Herkesin eğitim hakkına sahip olduğunu

2.      Eğitimin “insan kişiliğini tam geliştirmeye yönelik” olması gerektiğini

3.      Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmenin öncelikle anne ve babanın hakkı olduğunu

görürüz.

Buradaki çelişkili ifadelerden de anlaşılacağı üzere İHEB gibi evrensel bir hukuk metnine göre de  “insan kişiliğini tam geliştirmeye yönelik” olması gereken eğitimin kimin adına yani “devlet“ in mi, “anne ve baba” nın mı yoksa eğitilen insanın mı bir “hak” kı olduğu belirsizdir. Böylesine bir kargaşada “hak ve hukuk” kavramlarının bir anlamı olamayacağını maalesef hukukçular bile fark edemiyorlar. Öyle ya, eğer “eğitimin türünü seçmek” bir taraftan “devlet” e diğer taraftan da “anne ve baba” ya tanınan bir “hak” olacak ise o zaman eğitilecek olan çocuğun “düşünce, vicdan ve din özgürlüğü” “hak” kının olmasının ve kendi “kişiliğini tam geliştirmeye yönelik bir eğitim” alma “hak” kına sahip olmasının en ufak bir anlamı kalmıyor demektir. Peki, bu durumda “eğitim” dediğimiz eylemi bir tarafa bırakalım “hak ve hukuk” gibi kavramların veya “devlet, cumhuriyet, siyaset, demokrasi, özgürlük, ahlak” gibi kavramların, kurumların “somut” bir anlamı olduğundan söz edilebilir mi?  Eğer “devlet” nasıl bir eğitim verilmesi gerektiğini bilmiyorsa veya devleti yöneten her iktidar kendi değer yargıları doğrultusunda eğitim politikası belirleyebiliyorsa o devletin kendisinin nasıl bir “devlet” olması gerektiğini bildiğini düşünebilir miyiz?  Siyaset yapmanın, devlet olmanın, devleti yönetmenin belli kriterleri olduğundan söz edebilir miyiz? Öyle ya, sadece monarşilerde değil, cumhuriyet devletinde de siyasal güç sahibi olan kişiler başta eğitim politikası olmak üzere devletleri istedikleri gibi ama mutlaka kendi sübjektif kişisel duygu, düşünce ve değer yargıları, belki de çıkarları doğrultusunda yönetme hakkına sahip olacaklarsa devletin cumhuriyet veya hukuk devleti olmasının da bir anlamı kalmamış demek değil midir?  Cumhuriyet devleti de tıpkı monarşik devlette de olduğu gibi bir kişinin, sınıfın, zümrenin sübjektif iradesi doğrultusunda yönetilecek idiyse o zaman kralın veya padişahın suçu neydi diye sormak gerekmez mi?

Yanlış anlaşılmasın, İHEB sinin 18 inci maddesinde tanınan “düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkı” elbette ki her insanın sahip olması gereken bir haktır ve bu hakkın devlet güvencesi altına alınması da tartışılmaz bir zorunluluktur. Ancak ne var “devlet” in ve “anne, baba” nın “eğitimin türünü” seçme hakkıyla donatılarak çocukların “düşünce, vicdan ve din özgürlüğü” nü geri dönülmez bir şekilde ipotek altına almaları da İHEB’nin ruhuna aykırı bir “hak gaspı” değil de nedir?

Felsefe, eğitim kavramlarından yola çıktığımızda sadece bunların bile genel geçer bir anlamı olan belli bir şey ifade etmediğini ve üstelik de cumhuriyet, devlet, siyaset, ahlak, hak, hukuk, laiklik, eşitlik, özgürlük, adalet, demokrasi, toplumsal sözleşme veya toplumsal iş bölümü gibi diğer kavramlarla olan ilişkileri çerçevesinde değerlendirmeye kalkıştığımızda da kelimenin tam anlamıyla büyük bir çelişkiler yumağı ile karşı karşıya kaldığımızı görürüz. Diğer taraftan toplumlarımızın sosyal sorunlarla boğuştuğu ve bunların hiç birinin de çözülemediği ayrı bir gerçekliktir. Sosyal sorunlar giderek büyüyor, insanlar birbirleriyle anlaşamıyorlar, sömürüyorlar, çatışıyorlar, şiddete başvuruyorlar, giderek artan bir şekilde davranış bozuklukları sergiliyorlar, en önemlisi de insanlar giderek artan bir şekilde aptallaşıyorlar. Aziz Nesin bile Türklerin % 60’ının aptal olduğunu söylemedi mi?

Felsefenin bilimlerin gerisinde kaldığı savı aslında tam olarak gerçekliği yansıtan bir görüş değildir. Çünkü bilimlerin gerisinde kalan sadece felsefe değil aksine felsefeden türeyen bütün sosyal bilimlerde doğa bilimlerinin gerisinde kalmıştır. Öyle ya toplumsal sorunlarımızın hemen hepsi de sosyal bilimlerin ilgi alanına giren hak, hukuk, devlet, eğitim, siyaset, demokrasi gibi sorunlar olduğuna göre ve bu sorunların da mühendisler, doktorlar, teknisyenler tarafından çözüleceğini bekleyemeyeceğimize göre bilimsellik anlamında geri kalanın sadece felsefe değil bütün sosyal bilimler olduğunu kabul etmek gerekir. Kaldı ki sosyal bilimlerin yaptığı keşif veya icatlar sayesinde çözümlenmiş tek bir sosyal sorunun olmadığı sanırım herkesin malumudur.  

Peki, felsefe ve sosyal bilimler neden doğa bilimlerin gerisinde kaldılar?

Biz genel olarak bir dünyada yaşadığımızı zanneder ve o dünyayı anlamaktan bahsederiz. Oysa biz bir dünyada değil birbirinden farklı ama iç içe girmiş iki ayrı dünyada birden yaşarız. Çünkü “doğa dünyası” ayrı bir dünyadır, “sosyal dünya” lar ise apayrı bir dünyadır ve bunları birbirinden tam olarak ayırt edebildiğimiz ise maalesef söylenemez.

“Doğa dünyası” hepimizin bildiği dağlar, denizler, gökyüzü, 100 den fazla element, milyondan fazla kimyasal bileşen ve bir o kadar da canlı varlıklardan oluşan ve biz insanların tarih sahnesine çıkmadan önce hazır bulduğumuz olağan üstü düzenli, uyumlu, harmonik, anlaşılır ve bilimsel olarak da açıklanabilen bir dünyadır. Doğa bilimleri “doğa dünyası” nı büyük ölçüde anlamış, açıklamış ve bu “bilgi” ler sayesinde de sanayi ve yüksek teknolojiler geliştirilebilmiştir. Bizim sık sık “medeniyet-uygarlık” olarak gururla sözünü ettiğimiz yaşam biçimleri tamamen sanayi ve teknolojik gelişmeler doğrultusunda sahip olduğumuz ve her gün kullandığımız sanayi ve teknoloji ürünleri aletler ve araçlar ile sağlanmıştır.

“Sosyal dünya” lar ise insanlığın hazır bulmadığı, aksine evrimselleşme sürecinde yarattığı ve zaman içinde o dünyaları yönetenlerin orasını burasını kurcalayarak, orasından burasından çekiştirerek ama mutlaka kendi dünya anlayışları, değer yargıları ve şahsi çıkarları doğrultusunda bugünkü haline getirdiği, ama sosyal sorunlarla dolu karmakarışık, anlaşılması ve açıklanması kolay olmayan bir dünyadır.

“Sosyal dünya” lar ile “doğa dünyası” nı birbiri ile karşılaştırdığımızda da birinin son derece uyumlu, homojen, harmonik bir dünya olmasına karşı diğerlerinin karmaşık, düzensiz hatta kaotik bir düzen/düzensizlik sergilediğini görürüz. Hatta bırakın dünyaları hayvanların birbirleriyle koklaşarak, ama insanların birbirleriyle konuşarak, yazışarak bile anlaşamadıkları bilinen bir gerçekliktir. Dünyanın neresine gidersek gidelim bütün “sosyal dünya” ların hayvanlarda asla olmayan sınıflı yapılara sahip ve yaşamın her alanında saymakla bitirilemeyecek kadar çok sorunlar üreten birer bataklıklara dönüştüğünü görmemek, kabul etmemek mümkün değildir. Hayvanlar davranış bozukluluğu göstermezler, insanlar gösterirler, hayvanlar gereksiz şiddet uygulamazlar, insanlar birbirlerine işkence yaparlar, hatta ve hatta sadistçe, mazoşistçe davranışlarla zevk alırlar. Bırakın büyüklerin birbirleriyle çatışmalarını, birbirlerini sömürmelerini hayvanların yavrularında birbirleriyle çatışmaları söz konusu değilken insanların yavruları, yani çocuklarımız birbirleriyle kavga ederler, birbirlerine karşı şiddet uygularlar hatta ve hatta her türlü silah kullanarak kendi okullarında dehşet saçmaktan bile çekinmezler. Yeryüzünde yavrusuna şiddet uygulayan insanın dişisinden başka bir “anne” var mıdır? Bilimsel bir araştırmaya göre Türkiye’de her iki anneden birisinin çocuklarına karşı şiddet uyguladığı ve bu durumun aşağı yukarı bütün dünya ülkelerinde de aynı olduğu saptanmıştır. Hayvanlar âleminde ise böyle bir durum söz konusu değildir.

“Sosyal dünya” ile “Doğa dünyası” arasındaki en önemli ve düzensizliği belirleyen fark “doğa dünyası”nın elle tutulur, gözle görülür nesnel, belirli özelliklere sahip, duyu organlarımızla duyumsayabildiğimiz “somut” ve “doğal varlık” lardan oluşmasına karşın “sosyal dünya” ların duyu organlarımızla değil ancak ve ancak “akıl” ile algılayabileceğimiz “soyut” kavramsal “sosyal varlık” lardan oluşmasıdır. Örnekleme yapmak gerekirse dağlar, denizler, yıldızlar, bitkiler, hayvanlar ve de elbette ki insan bizim kendimizin yaratmadığımız aksine doğanın var ettiği “doğal varlık” lardır. Buna karşılık ahlak, hukuk, devlet, cumhuriyet, demokrasi, diktatör, sağcı, solcu, hümanist,  öğretmen, gazeteci, sanatçı, din adamı, kutsal, günah, şeytan, melek gibi büyük ölçüde tek kelimeden oluşan kavramlar, kurumlar, öğretiler ve meslekler biz insanların yarattığımız “sosyal varlık” lardır. Bunları elle tutup, gözle göremediğimiz, duyu organlarımızla duyumsayamadığımız için ancak ve ancak “akıl” yoluyla algılayabilir, kavrayabilir ve anlayabiliriz. Ancak ne var sosyal varlıkların da tüm “soyut” luklarına rağmen gerek bireysel gerekse de toplumsal yaşamda insan ve toplum üzerinde belli bir takım işlevsellikleri dolayısıyla da etkinleri vardır. Bu nedenle de tek kelimeden ibaret olsalar bile bu “soyut” varlıkların belli işlevleri oldukları için “somut” laştırılabilmeleri kolaylıkla mümkündür. Örneğin ahlak veya hukuk gibi sosyal kavramların, sosyal varlıkların insan üzerindeki etkinliğini sanırım kimse yadsımayacaktır. Aynı şekilde biz istediğimiz kadar kutsallık veya günah gibi kavramların bir anlamı olmadığını düşünelim, bu sosyal kavramların milyonlarca insan üzerinde işlevi ve etkisi mutlaka vardır. Bu nedenle de her “soyut” kavramın sahip olduğu veya olmadığı “işlev” de gözlemlenebilir ve tespit edilebilir. Bu da söz konusu soyut kavramın işlevselliğinin tespitinde önemli bir parametredir.

Filozofların günümüze kadar neden oldukları en büyük karmaşa “insan” ın neliği ile ilgilidir. İnsan hiç şüphesiz ki diğer bütün canlı varlıklar gibi “doğal bir varlık” olmasına rağmen filozlar, din adamları, düşünürler, ahlak hocaları tarafından tanrının ideasının kötü bir uygulaması, günahkâr, hatta tanrıya itaatsizlik etmesi nedeniyle cennetten kovulmuş dolayısıyla da ıslah ve terbiye edilmesi gereken bir varlık olarak kabul edilmiştir. Bu varsayımda yola çıkarak da insana sürekli “şerefli, namuslu, iffetli, faziletli, erdemli, aydın, düşünür” gibi “doğal” olmayan, yapay özellikler yapıştırılmış, daha da ötesi kahramanlık, vatanseverlik, dindarlık gibi görevlerle de donatılarak doğal insandan farklı bir insan türü yaratılmaya çalışılmıştır. Oysa insan nasıl eğitilirse eğitilsin doğaya egemen olan “etki-tepki” ve “nedensellik” yasalarından soyutlanması mümkün olmayan “doğal” bir canlı varlıktır ve bu gerçeğin değiştirilmesi de asla mümkün olmayacaktır.    

İnsanın “doğal” bir varlık, “sosyal dünya” nın kavramsal, kurgusal, yapay bir varlık olduğunu göz önüne aldığımızda da kendisi de bir “sosyal kavram” olan felsefenin görev alanını tanımlamak sanırım artık mümkün olacaktır. Çünkü belli ki “doğal” olan insanı yeniden yaratmak değil, bin yıllar öncesinde yine insanlar tarafından yaratılan ve birçok “sosyal” soruna neden olan “sosyal dünya” ları geliştirmek ve mükemmelleştirmek, dolayısıyla da insanın “refah, güven, adalet ve barış” içinde yaşayabileceği bir mekâna dönüştürmek felsefenin görevi olmalıdır. Çünkü belli ki, yüzyıllardır firavunlar, krallar, padişahlar, siyasetçiler, düşünürler, aydınlar, din adamları, yazarlar, çizerler ve sanatçılar tarafından kurgulanan “sosyal dünya” lar insanlığın tümünü kapsayan yaşanası bir dünya oluşturamamıştır.

Felsefenin günümüze kadar “sosyal dünya” ları rasyonel bir şekilde kurgulamak ve düzenlemek konusunda ilgisiz ve başarısız kalmasının en önemli nedeni hiç şüphesiz ki “soyut” kavramlardan oluşan “sosyal dünya” ların kavramsal olarak “somut” laştırılamamış olmasıdır. Daha da açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, ben günümüz felsefecilerinin soyut kavram ile somut kavram arasındaki farkı tam olarak bildiklerinden emin de değilim. Biz “soyut” düşünmenin insanlara mahsus önemli bir beceri, meziyet hatta bir erdem olduğunu zannederiz. Oysa bu tamamen yanlış bir varsayımdır. Öncelikle insanlar “soyut” düşünmezler aksine “kavramsal” olarak düşünürler ancak ne var insanın akılcı, analitik bir şekilde düşünebilmesi de onun “soyut kavram” lar ile değil aksine “somut kavram” lar ile düşünebilmesini gerektirir. Çünkü çoğunlukla tek kelimeden ibaret “hak, hukuk, ahlak, devlet” gibi soyut bir kavram içleri boş kavramlar oldukları için analitik düşünceye müsait değildir. Zaten bu nedenle de bu tür kavramların hiç birinin doğru dürüst bir tanımlaması da yapılamamaktadır. Felsefe, hak, hukuk, eşitlik, adalet, demokrasi gibi kavramlardan herhangi birinin tanımını yapamıyorsak, onların “var” lığından söz edebilir, bilinçli bir insan olup “neyin ne neden ve nasıl” olduğunu bilebilir miyiz?

“Sosyal kavram” larda insanın yaşamında belli bir takım işlevlere sahip olduğu için onları da sosyal birer “araç ve alet” olarak kabul etmek gerekir. Nasıl doğa bilimleri, sanayi ve teknoloji kullandığımız aletleri ve araçları geliştirdiyse felsefenin ve sosyal bilimlerin de önemli işlevleri olan sosyal aletleri de mutlaka geliştirmesi gerekir ki bu da ancak onların soyutluktan kurtarılıp somutlaştırılmaları ile mümkün olur.  Bir kavramın analitik olarak tanımlanabilir, sorgulanabilir, doğrulanabilir olması için onun içeriğinin mutlak bir şekilde “bilgi” ile doldurularak “somut” laştırılması gerekir. Aksi takdirde “soyut” kavramlar ile düşünen bir insanın, hatta bir bilim adamının zihninde rasyonel analizler yapabilmesi, üzerinde düşündüğü şeylerin ne olup ne olmadığını anlayabilmesi, onları birbirleri ile karşılaştırabilmesi mümkün değildir. Diğer taraftan içleri boş soyut kavramlar büyük ölçüde yücelik, kutsallık veya haramlık, lanetlik gibi değer yargılarıyla etiketlendirildikleri için yapay bir şekilde değerlendirilmiş oldukları gibi algılanırlar sonuçta da en ufak bir sorgulamaya tabi tutulmadan yüce ve kutsal veya lanetli “ezber” ler dolayısıyla da yapay “değer” ler haline getirilirler. Bu durumda da söz konusu sosyal kavramların gerçek "işlevi" ile bunların "algı"lanış şekli arasında fark oluşur ki bu farklılık da gerek bireysel ve gerekse de toplumsal olarak bilinçsizliğin açık bir kanıtıdır. Örneğin hukuk kavramı yüceltilerek yapay bir şekilde değerli bir hale getirilir ama gerçek yaşamda algısı ile işlevi arasında fark oluşuyorsa biz bu farklılığın farkındalığına varamıyoruz demektir ki bu da bilinç noksanlığından başka bir şey olamaz.

“Soyut kavram” ların neden olduğu en büyük sorunda açık ve net bir şekilde tanımlaması yapılamayan bu kavramların herkes tarafından farklı şekillerde algılanabilir, anlaşılabilir olmasıdır. Herkesin kendisine göre Müslüman, laik, demokrat, sağcı, solcu, ahlaklı, iffetli, faziletli, namuslu, filozof vb olması, buna karşılık örneğin solcunun başka bir solcu ile veya namuslu bir insanın başka bir namuslu insan ile anlaşamaması “soyut kavram” ların hemen hepsinin de belli bir anlam içermemesinden ve dolayısıyla da her insan tarafından farklı şekillerde yorumlanabilmesinden, anlaşılabilmesinden kaynaklanan bir sorundur. Buda insanların “aynı şey”e bakıp “farklı şey” olduğunu zannetmelerine neden olduğu için toplumsal anlaşmayı olanaksız ama buna karşılık toplumsal anlaşmazlıkları ve çatışmaları kaçınılmaz, hatta zorunlu bir hale getirmektedir.  Biz giderek yaygınlaşan “şiddet” olgusunun “nedensiz” bir olgu olduğunu düşünürüz, oysa şiddet olayları farklı anlayışlar, algılar nedeniyle ortaya çıkan anlaşmazlıkların, çatışmaların “doğal” bir sonucudur.  Çünkü insan doğası gereği her şeyin algıladığı gibi olduğunu zanneder ve herkes tarafından da o şekilde algılanmasını, kabul edilmesini talep eder. Bu nedenle de “mahalle baskısı” olarak tanımladığımız olgu ortaya çıkar ve sonuçta da “vesayetçilik” olgusuna zemin hazırlar. “Toplumsal kurallara uyalım ve uymayanları da uyaralım” zihniyetinin kökenindeki etken insanın doğası ve sosyal dünyaların soyutluğu, dolayısıyla birine "ak" olarak görünenin diğerine "kara" olarak görünebilmesi değil midir? 

Kelimeler, kavramlar bize sadece “dil” imizi ilgilendiren bir sorunmuş gibi görünür. Oysa kavramlar gerek insan bilincinin gerekse de toplumsal yaşamın en önemli ve hayati yapı taşları ve etkenleridir. Çünkü insan öğrendikleri, bildikleri, inandığı hatta uydurduğu saçma sapan varsayımlar ile ruhsal varlığına, kimliğine, kişiliğine kavuşur ve yaşar. Hintli neden ineğin kutsal bir varlık veya Müslüman domuzun iğrenç bir mahlûk olduğuna inanır? Neden Hıristiyanlar aynı domuzun sempatik bir hayvan olduğunu düşünürler? Çünkü insanlar neyi nasıl öğrenirlerse dünyayı o şekilde algılar ve yaşamlarını da o “ezber” lenmiş algılar doğrultusunda sürdürürler. Bu nedenle de “aynı şey” lerin farklı şekillerde, göreceli olarak algılanması toplumsal yaşamın en büyük sorunudur. Çünkü Emanuel Kant’ın çok gerçekçi bir şekilde ifade ettiği gibi var olan her şeyin iki ayrı yüzü vardır. “Das Ding an sich” yani şeyin kendisi onun kendi gerçekliğidir. Buna karşılık “das Ding für mich” şeylerin bize göre göreceli görünüşüdür ve biz maalesef şeylerin bu göreceli algılarına daha çok itibar eder ve herkesin gerçeklik algısının kendisine göre olduğunu düşünür ve onların asıl gerçekliğini bilmek ve anlamak zahmetine katlanmayız. 

“Etki- tepki” veya “sebep-sonuç” yasaları sadece maddi, fiziki yaşamı değil, insanın yaşamını, düşünce, duygu, değer yargılarını ve toplumun evrimini de belirleyen etkenlerdir. İnsanın bilmediklerinin göreceli olarak çok fazla bir önemi yoktur. Bilmeyen insan en azından o konuda yanılmaz. Ancak insanın bildikleri, bildiğini zannettikleri, var saydıkları ve inandıkları onun beyninin gri hücrelerine kaydedilir ve ömür boyuca yaşamını, düşüncelerini, duygularını, değer yargılarını belirlerler.  “Bilinç” veya “ruh” dediğimiz şeyde bundan ibarettir ve bilinci bir “tabula rasa” olarak kabul etsek bile onu “yazboz” tahtasıyla karıştırmamamız gerekir. Çünkü beynin gri hücrelerine kaydedilen gerçek veya gerçeklik dışı olsun her “veri” laf olsun diye değil, beyin o “veri” ler doğrultusunda işlevini yerine getirebilsin diye oraya kaydedilir ve beyin de işlevini o “veri” ler doğrultusunda yerine getirerek insan dediğimiz canlı organizmanın ruhsal varlığını, kimliğini, kişiliğini belirler ve yönetir. Bu nedenle de bir şeyi yanlış olarak öğrenmek çok kolaydır ama o yanlışlığı hafızamızdan silmek ve doğrusuyla değiştirmek son derece zor bir olaydır.

“Soyut” kavramlarla bilincine erişen bir insanın entelektüel, bilinçli ve uygar bir insan olması mümkün değildir. Çünkü yalan, yanlış, eksik “sosyal kavram” ları öğrenerek, ezberleyerek düşünen bir insan o kavramların algısı ile gerçek işlevleri arasındaki farkı ayırt edemeyeceği için ne doğruyu yanlıştan ne de gerçeği gerçek dışından ayırt etme becerisine sahip olmayacaktır. Soyut kavramlarla düşünen insan ister istemez yüzeysel olarak düşünür ve entelektüel bir derinliğe asla sahip olamaz, çünkü hiçbir şeyin tam olarak “ne” olduğunu “ne” olmadığını anlayamaz,  ondan kendisine fayda mı yoksa zarar mı geleceğini bilemez. Pavlov’un köpekleri gibi nasıl koşullandırıldı, nasıl şartlandırıldı ise o şekilde zavallı, ezberci yaşamını sürdürüp gider.

Soyut kavramlarla eğitilen toplumlarda toplumsal yaşamın en temel parametresi olan ortak bir “aidiyet duygusu” nun tesis edilmesi imkânsızdır. Solcuların solcularla, sağcıların sağcılarla, Müslümanların Müslümanlarla, hatta felsefecinin felsefeciyle, sosyal bilimcinin sosyal bilimciyle anlaşamadığı bir toplumda aidiyet birlikteliğinin oluşmasına imkân var mıdır?  Olamaz, çünkü soyut kavramlarla düşünen her insan dünyayı kendisine göre algılar, anlar ve dolayısıyla da algılar arasındaki farklılık nedeniyle kimseyle anlaşamaz.  Oysa fizikçiler birbirleriyle kolaylıkla anlaşabilirler. Çünkü onlar doğayı çoktan doğa bilimleri sayesinde somutlaştırmışlardır. Herkesin kendine göre farklı şekillerde algılayabildiği bir kutup yıldızı olsaydı eski denizciler geceleri yönlerini bulabilirler miydi? Bulamazlardı, çünkü herkes kendine göre kutup yıldızından yola çıkar ve farklı yönlere saparlardı. Ama biz toplumsal yaşamda her şeyi birbirinden farklı şekillerde algılayıp yine de ellerine birer bayrak tutuşturduğumuzda ortak amaçlar olmamasına rağmen “aidiyet” toplumları oluşturabileceğimizi zannediyoruz.

Kısacası “Soyut kavram” larla rasyonel bir “sosyal dünya” nın kurgulanması olanaksızdır. Çünkü ölçüsü “doğa” nın gerçekliği olmayan “soyut kavram” lar her şeyden önce birbirleriyle çelişki içinde olurlar ve tutarsızlıklar gösterirler. Bu da haliyle kendi başına uyumlu, homojen bir bütünlük sergilemesi gereken “sosyal dünya” nın çelişkiler dolu kaotik bir dünya olmasından başka bir işe yaramaz. Biz en önemli yanlışlarımızdan biri olarak çok renkliliğin ve çok sesliliğin kültürel bir zenginlik olduğunu varsayıyoruz. Oysa bir toplum içinde ne kadar çok doğanın gerçekliğine aykırı dogmatik varsayım, öğreti, örf, adet veya ideoloji varsa o kadar çokta kültürel farklılık, anlaşmazlık nedeni var, çok renklilik, çok seslilik var ama aidiyet birliği yok demektir. Çünkü aidiyet birliğinin oluşabilmesi için mutlak bir şekilde ortak bir şekilde paylaşılabilecek bilgi birikiminin, kültürlerin, değer yargılarının olması gerekir. Çünkü insanın ruhsal varlığı onun bildiklerinin, inandıklarının, varsaydıklarının bileşkesinden başka bir şey değildir. Bu nedenle de insanlığın "gerçekçi = objektif = bilimsel" bir şekilde içleri doldurulmuş “somut” kavramlardan oluşan, doğayla uyumlu “sosyal dünya” lar kurmaktan ve bunun kültürel, eğitimsel, siyasal ve hukuki tüm gereklerini yerine getirmekten başka bir şansı da yok demektir.

Aslında “soyut” kavramların “somut” laştırılması çok da zor bir sorun değildir. Ancak ne var bu her şeyden önce bir “bilgi” ve “yöntem” , dolayısıyla da “bilimsel” olarak ele alınması gereken bir meseledir dolayısıyla da “bilimsel” yöntemler kullanılmadan gerçekleştirilmesi asla mümkün olmayan bir olasılıktır. Ancak ne varher şeyden önce de “doğal” ile “sosyal” kavramları arasındaki farkı iyi anlamak ve “sosyal” bilimselliği de ona göre uygulamak gerekir.

Doğa bizden önce var olan bir dünya olduğu için “olduğu gibi” kabul edilmesi gereken bir dünyadır. Kaldı ki doğanın gerçekliğini değiştirmemiz de mümkün değildir. Buna karşılık insan tarafından yaratılan ve geliştirilmeye muhtaç olan sosyal dünyalar olduğu gibi kabul edilemez ve bu nedenle de onun ölçüsü onun “gerçek” liği değil aksine “olması gerektiği” gibi hali yani Platon’un deyimiyle “idea” ları esas kabul edilmek zorundadır. Öyle ya biz var olan sorunlarla dolu sosyal dünyaları korumak ve muhafaza etmek için felsefe yapacak değiliz. Ama biz gerek hukuken ve gerekse de siyaseten statükoyu korumaktan, muhafaza etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Biz eğer sosyal dünyalarımızı geliştirmek, sosyal sorunları çözmek istiyorsak o zaman da muhakkak ki onların en mükemmel hallerini bilimsel bir felsefeye ve sosyal bilimlere ölçü ve esas olarak kabul etmek zorundayız. İnsanları mutlu edemeyen bir sosyal dünya mutlak bir şekilde değişime muhtaç bir dünyadır. Bu nedenle de eğer soyut kavramları somutlaştıracaksak o kavramları oldukları gibi değil, olması gerektikleri gibi ele almak gerekecektir.

Her varlığın ve o varlığın sözel tanımlamasından başka bir şey olmayan “kavram” ının henüz pek farkına bile varmadığımız birbirinden farklı ama birbirini bütünleştiren üç ayrı özelliği vardır. Bunlarda;

1.      Var oluş nedeni

2.      İşlevini belirleyen bir var oluş, varlık, yaşam biçimi ve

3.      Var oluş amacıdır.

 

Doğada hüküm süren “etki-tepki” yasaları ve “sebep-sonuç” ilişkilerine uyumlu olabilmek için somutlaştırılması gereken “sosyal kavram” larda da bu 3 ayrı özelliğin korunması ve sağlanması gerekir. Bu nedenle de somutlaştırılacak soyut kavramların da 3 ayrı özelliğinin açık ve net bir şekilde belirlenmiş olması ve halka da o şekilde öğretilmesi gerekir. Çünkü örneğin “eğitim” veya “hukuk” kavramının somutlaştırılmasını istiyorsak o zaman da eğitimin veya hukukun neden gerektiğini, hangi amaca hizmet etmesi gerektiğini ve de söz konusu amaca erişebilmemiz için nasıl bir yöntemin kullanılması, nelerin yapılması gerektiğini bilmemiz gerekir. Aksi takdirde eğitim veya hukuk kavramları herkes için aynı şeyi ifade edemez, farklı şekillerde algılanır ve doğal olarak günümüzde olduğu gibi herkes için farklı amaçlara hizmet edebilen kişisel bir “araç” a dönüşebilir. Bu nedenle de “soyut” bir kavramın herkes tarafından aynı şekilde bilinebilmesi için yukarıda belirtilen 3 ayrı özelliği de hiçbir farklı anlaşılmaya mahal vermeyecek bir şekilde “somut” laştırılması ve herkes tarafından aynı şekilde anlaşılır, algılanır olması gerek bireysel ve gerekse de toplumsal yaşamın vaz geçilmez bir zorunluluğudur. Aksi takdirde kendisinden beklenen işlevi yerine getirememesi bir yana algısal farklılıklar nedeniyle toplumun bilinçsizleşmesine ama aidiyet bütünlüğü oluşturamamasına neden olur. Peki, bu yeter mi?

Hayır, kesinlikle yetmez. Çünkü daha öncede belirtildiği gibi “sosyal dünya” nın homojen, çelişkisiz bir bütünlük oluşturabilmesi için bu tümel dünyayı oluşturan bütün tekil kavramlarında bütünlük içinde birbirleriyle uyumlu, tutarlı ve çelişkisiz olmalarını sağlamak gerekir. Örneğin eğitim sistemi ile yaşam biçimi veya hukuk sistemi uyumlu olmalıdır. Bu çelişkisizlik hali olmaksızın doğadaki ekolojik dengeye benzer bir sosyolojik denge kurulamaz. Bu da tekil kavramlardan önce en üst kavram olarak “sosyal dünya” nın da 3 özelliğinin tanımlanarak somutlaştırılmasını zorunlu kılar. Çünkü ancak bu yöntem sayesinde alt kavramlar ve en üst kavram olan insanın mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdürebilmesini mümkün kılacak bir “sosyal dünya” aynı “amaç” a hizmet edecek şekilde kurgulanabilsin ve homojenliği bozacak en ufak bir çelişkiye mahal bırakmasın.

Toplum oluşturmanın “amaç” ı hiç şüphesiz ki  “eşitlik, refah, güven, adalet ve barış” içinde yaşanabilecek bir dünya oluşturmaktır. Kimse Firavunlara, krallara, padişahlara, siyasetçilere hizmet etmek ve varlığını örneğin Türk varlığına armağan etmek için toplumsallaşmaya razı olmuş olamaz. Bu nedenle de toplumsallaşmanın ve “sosyal bir dünya” kurmanın yegâne amacı herkesin eşitlik çerçevesinde “refah, güven, adalet ve barış” çerçevesinde yaşayabileceği bir dünyanın organize edilmesi olacaktır. Bu nedenle de benimsenecek bütün “sosyal kavramlar” bu “amaç” a hizmet edecek şekilde ve herkes tarafından bilinecek, algılanacak şekilde içleri doldurulması ve somutlaştırılması gerekir. Bu ise başlı başına bir “bilgi”, “bilimsellik”, “eğitim”, “hukuk” ve “yönetim”  konusudur. Çünkü kurulacak “sosyal dünya” nın hem tekil ayrıntıları hem de tümel bütünlüğü içinde uyumlu, homojen ve en önemlisi de toplumun bütün bireyleri tarafından aynı şekilde “bilinen”, “algılanabilen” ve de o şekilde “yaşanılabilen” bir dünya olması gerekir. Herkesin kendine göre, özgürce, kendi değer yargıları doğrultusunda anlayabildiği, algılayabildiği, değerlendirdiği bir dünya da ise bütün bunların gerçekleşmesi ise mümkün değildir.     

Filozoflar, düşünürler geçmişte “bilgi” oluşturmak adına yanlış bir yöntem kullanarak “iyi, güzel ve doğru” yu aramışlar ve bunda da doğal olarak yöntem yanlış olduğu için başarılı olamamışlardır. “İyi, güzel ve doğru” dediğimiz şeyler göreceli “değer yargıları” dır ve göreceli değer yargılarından yola çıkarak genel geçerliliği olması gereken  “bilgi” oluşturmak mümkün değildir. Çünkü herkesin “iyi, güzel ve doğru” su kendine göredir ve birinin “iyi, güzel ve doğru” sunu başka birine kabul ettirmek dayatmak anlamına gelir ki bu da hiçbir şekilde mümkün olmaz ve savunulamaz. Kaldı ki farklı "iyi, güzel ve doğru" ları benimseyen insanlar farklı aidiyet gurupları oluşturur ve birbirlerini "öteki" leştirir ve "dışlar" lar, sonuçta da yeni bir kutuplaşma, çatışma ortamı oluştururlar. Örneğin sağcı - solcu veya laik - dindar çatışmalarında bunların hepsi de yaşanmıştır. Ancak ne var yöntemi tersine çevirir “kötü ve yanlış” olanı arar ve bunu da genel geçer bir insan ile ilişkilendirsek bulunacak “kötü ve yanlış” ları objektif, dolayısıyla da genel geçer bir “bilgi” haline getirmek daima mümkündür.

Şöyle ki ölçü birimi olarak “insan” ı kabul edersek ve insanın “can, mal ve ruhsal” varlığını herkes için geçerli olmak üzere dokunulmaz, hatta temel ahlak ve hukuk yasası haline getirirsek o zaman “insanın can, mal ve ruhsal varlığına zarar verebilecek her türlü eylem ve söylem kötülüktür, günahtır, yanlıştır ve ahlaksızlıktır” şeklinde bir tanımlama yapabiliriz.

Kısacası ortak bir “iyi, güzel, doğru” bulunamaz ama ortak bir “kötü” bulunmuş olur ki bu da artık objektif, genel geçer, dolayısıyla da bilimsellik vasfına haiz bir “sosyal bilgi” dir. Çünkü bu varsayım herkesin yararına olacağı için herkes tarafından kabul edilmesi, benimsenmesi mümkündür ve kimse de bu “bilgi” nin genel geçer bir “yasa” olarak kabul edilmesine itiraz edemez. Bundan sonrası da artık insanın can, mal ve ruhsal varlığına zarar verebilecek eylem ve söylemlerin belirlenmesinden, tanımlanmasından ibaret bir iştir ki burada da en ufak bir zorluk çekilmez. Çünkü toplumsal yaşamda insanın “can, mal ve ruhsal” varlığına zarar veren, verebilen sayısız eylem ve söylem zaten vardır ve bunların da aranması, icat edilmesi veya yaratılması değil, zaten var oldukları için sadece “bilimsel” olarak araştırılması, tespit edilmesi, ıslah ve yok edilmeleri gerekir. Örneğin mutlaka herkese iyi ve güzel görünebilen “ahlak” veya “barış” gibi kavramların genel geçer olacak şekilde bir tanımını yapmak mümkün değildir ama “ahlaksızlık” veya “savaş” zaten var olan gerçekliklerdir ve bunlara “neden” olan eylem ve söylemlerin bilimsel ve felsefi tanımlamaları yapabilir, onların nedenleri tespit edebilir, ıslah, sonuçta da yok edebiliriz. Kısacası var olmayan ahlak ve barış gibi kavramlardan yola çıkarak “sosyal bilgi” üretilemez ama bunların karşıtları olan ahlaksızlık ve savaş gibi kavramlardan yola çıkarak, nedenlerini belirleyerek “sosyal bilgi” üretmek her zaman mümkündür. Burada bir örnek vermek gerekirse Emanuel Kant’ın kurguladığı ve genel bir yasa kalıbı haline getirmek istediği “Kategorik İmperatif” kavramını göstermek mümkündür.  

Birçok hukuk felsefecisi tarafından da içi boş bir kavram olduğu kabul edilen “Kategorik İmperatif” kuramının birinci yasası insana davranışlarını belirleyebilmesi için “öyle eyle ki eylemin genel geçer bir yasa olabilsin” önermesinde bulunur. Ancak buradaki temel yanlışlık Kant’ın insanın yapması gerekenler ile yapmaması gerekenler arasında objektif ve rasyonel bir ayrım yapamamış olmasıdır. Çünkü yapması gerekenlerden yola çıkarak ahlak ve hukuk yasaları belirlemeye kalkışırsak sonunda ister istemez insanın özgürlüğünü büyük ölçüde keyfi bir şekilde kısıtlayan “faşizm” eulaşırız ama objektif bir yasa yapamayız. Neticede genel geçer bir “iyi, güzel ve doğru” da zaten bulunamamıştır. Buna karşılık insanın “can, mal ve ruhsal” varlığına zarar vermemek gerektiği için yapılmaması gereken eylem ve söylemleri ölçü kabul edersek objektif, bilimsel ve de genel geçer bir ahlak ve hukuk anlayışı geliştirmek kolaylıkla mümkün olacaktır. Üstelik de yapılmaması gereken eylem ve söylemler yapılabilecek olası eylem ve söylemlerden çok daha az oldukları için özgürlüğün gereğinden fazla kısıtlanması, diğer bir ifadeyle vesayetçilik, dayatmacılık olasılığı da kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Bu nedenle de insanın yapması gerekenleri esas kabul eden bir ahlak veya hukuk yasası her zaman başarısız kalacak ve hatta toplumsal “dışlama ve ötekileştirme” lere yol açacağı için sadece sorun üretecektir. Oysa Kant’ın aksine “insanın can, mal ve ruhsal varlığına zarar vermeyen her türlü eylem ve söylem” i meşru bir“hak” olarak kabul ettiğimizde de “eşitlik, özgürlük, ahlak, hak, hukuk, siyaset, demokrasi” gibi birçok kavramın sınırlarını birbirlerine karışmayacak şekilde belirlemiş olabiliriz.

“Özgürlük” kavramı aslında sosyal değil doğal bir gerçekliğin ifadesidir ve doğal özgürlük ile sosyal özgürlüğü birbirinden ayırt edemeyişimiz büyük sorunlara da neden olmaktadır. Oysa doğal özgürlüğü sınırsız, her türlü kötülüğü, ahlaksızlığı ve adaletsizliği de içeren bir özgürlük olarak tanımlarsak buna karşılık “hak” olarak kabul edebileceğimiz, “hak” kapsamı içine sokabileceğimiz sosyal özgürlüğü “kötü” lüklerden soyutlanmış bir özgürlük olarak kabul edersek bu sorunda kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Nitekim özgürlüğü “soyut” bir kavram olarak kabul ettiğimiz için yalan söylemek, olayları ve olguları çarpıtmak, saçma sapan dogmatik öğretiler gibi söylemlerde kolaylıkla özgürlük kapsamı içine girebilmektedir. Zaten toplumsal yaşamda da “ifade özgürlüğü” olarak tanımladığımız özgürlük her türlü “kötü” lüğü de içeren bir özgürlük haline gelmiş ve kolaylıkla da istismar edilebilmektedir. Bir örnek vermek gerekirse herhangi bir konferansta herhangi bir konuşmacının kafasına yumurta atmak veya güvenlik güçlerine taş, hatta Molotof kokteyli atmak özgürlük olarak görülebilmektedir. Benzer şekilde astrologlar, falcılar, medyumlar, muskacılar, kişisel gelişim uzmanları kitle iletişim araçlarını kullanarak en ufak bir gerçekliği olmayan ve de doğrulanmamış varsayımlar yoluyla kendilerine haksız kazançlar sağlayabilmekte, dolayısıyla da kendilerine itibar edenlere maddi ve manevi olarak zarar verebilmektedirler. En önemlisi de “basın özgürlüğü” dediğimiz özgürlüğün basın yoluyla enforme edilen halkın bilinçlenmesi üzerindeki etkisi hiç araştırılmamış bir konudur. Oysa en azından spor sahalarında artan şiddet olayları ile sorumsuzca uygulanan “basın özgürlüğü” arasındaki ilişki bilimsel olarak araştırılabilir ve son derece önemli sonuçlara varılabilirdi. Kısacası yalan yanlış haberler vermek, gerçekliği çarpıtan yorumlar yapmak da “ifade özgürlüğü” kapsamına girebilmekte ve bu durumda da objektif bir şekilde haber alma özgürlüğüne sahip olması gereken, üstelik medyayı finanse eden okurlar mağdur edilebilmektedir.

Özürlükler ve özellikle de “ifade özgürlüğü” kapsamındaki en önemli sorun özgürlük kavramının soyutluğu nedeniyle özgürlüklerin bir birleriyle kesiştikleri noktaların anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, elbette ki insanın “düşünce, vicdan ve din” özgürlüğü olmalıdır ancak ne var herhangi bir dogmatik, bilimsel yöntemlerle doğrulanmamış bir varsayımın öğreti haline getirilip insanlara empoze ve telkin edilmesi hatta daha da ötesi eğitim maskesi altında öğretilmesi, propagandasının yapılması, eğitime muhtaç insanların bu yolla koşullandırılması, şartlandırılması muhakkak ki “ifade özgürlüğü” kapsamını aşan bir özgürlükten başka bir şey değildir. Doğrulanmayan bir varsayımı, dogmayı, öğretiyi propaganda etmek, empoze etmek, telkin etmek gibi eylem ve söylemleri “kötü” dolayısıyla da insanın ruhsal varlığına zarar verecek bir eylem olarak kabul etmezsek yalan söylemeyi veya insanları dolandırarak maddi zarara sokmayı nasıl ve ne şekilde “ayıp, günah veya suç” olarak tanımlayabiliriz ki?                   

Bu nedenle de bizim ahlak veya hukuk yasaları belirlerken başvuracağımız yegâne yöntem yapılması gerekenleri değil yapılmaması gereken “eylem ve söylem” leri belirleyerek yasalar ve kültürler oluşturmaktır ama bunun da mutlaka gerçekçi bir nedeni, dayanağının ve de akılcılığını olması gerekir. Aksi takdirde uygulanamaz ve fırsatını bulan herkes sınırsız özgürlüğüne dayanarak o yasayı deler.

Karl Marks filozofların tarih boyunca dünyayı anlamlandırdıklarını oysa dünyanın değiştirilmesi gerektiğini ileri sürer. Doğrudur, filozoflar dünyayı hep kendi kişisel düşünce, duygu ve değer yargıları doğrultusunda çoğu zaman herhangi bir dayanağı olmaksızın anlamlandırmışlar ve büyük ölçüde de dünya gerçekliğini çarpıtmışlar, dolayısıyla da insanı dünyaya yabancılaştırmışlar, onlara sayısız “kötülük” ler yapmışlardır. Bu muhakkak ki büyük bir hataydı. Ancak şimdi yapılması gereken de öncelikle insanın dünyayı algılama biçimini normalleştirmek, dünyanın gerçeğine eşitlemek ve sonrasında da hangi dünyanın değiştirilmesi gerektiğine karar vermektir. Sorun doğada değil sosyal dünyadadır. Değiştirilmesi gereken de sosyal dünyalar ve onların kültürleridir. Ancak ne var Karl Marks neyin nasıl değiştirilmesi gerektiğini bilememiş ve dünyayı değiştirmek adında devlet dediğimiz sosyal kurumun toplumsal yaşam üzerindeki gücünü göz ardı ederek insanlığın “üretim biçimi” ni değiştirmeye çalışmıştır. Bu yanılgı sonucunda da “üretim araçları”nın mülkiyet ve yönetim haklarını bireylerin elinden alıp o araçların yönetimini zaten yüzyıllardır toplumları yöneten bürokratların ve siyasetçilerin eline teslim etmiştir. Sonuçta da üretim kabiliyetini yitiren üretim araçları rasyonel bir şekilde üretememeye başlamış ve bilindiği gibi  sosyalist ekonomi yaklaşık 70 yılık faşizan uygulamalara rağmen başarısız kalmış, iflas etmiştir.

Evet, eşitsizlikler, haksızlıklar ve sınıflı yapılar dünyanın bir gerçekliğiydi ama tüm bu olumsuzlukların kökeninde ki belirleyici “neden” zaten devlet dediğimiz sosyal kurumun büyük ölçüde iş bilmeyen, kendi çıkarlarına hizmet eden bürokratlar, krallar ve siyasetçiler tarafından irrasyonel bir şekilde yönetilmesiydi. Özel mülkiyet hakkının “kapitalist” ler olarak anlamlandırılan asıl sahiplerinin elinden alınarak siyasetçilere ve bürokratlara teslim edilmesi koyun sürüsünün yönetiminin çobanın elinden alınıp kurtlara verilmesine eş değer bir irrasyonellikti. Zaten Marks’ın dünyayı değiştirme projesi de yeterli akılcılıktan yoksun olduğu için tam anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı. Çünkü Karl Marks’da devletin yüce, kutsal ve dokunulmazlığından yola çıkmış ama devletin toplumsal yaşam üzerindeki olumsuz,  tahrip edici etkilerini görememişti. Oysa yüzyılların bilinen devleti tarihin hiçbir zaman diliminde halklarına eşitlik, refah ve adalet sağlamamıştı. “Kapitalizm” “öcü” leştirilmiş,  lanetlenmiş ama tüm kötülüklerin kaynağı olan devlet ve siyaset kurumlarının ekonomi ve toplumsal yaşam üzerindeki etkileri göz ardı edilmiş, yüzyıllardır kutsanan devlet ve siyaset kurumu dokunulmazlıklarını sürdürebilmişlerdir.  Günümüz çağdaş, demokratik cumhuriyet devletlerinde bile nüfusun % 1’lik azınlıklarının toplumun geri kalan çoğunluğunu yönettiğini ve sömürdüğünü iddia etmiyorlar mı? Felsefe ve sosyal bilimler dünyası acaba bu iddianın doğru olup olmadığını araştırma zahmetine katlandıklarını kim iddia edebilir?

“Kapitalizm” Karl Marks tarafından icat edilmiş, uydurulmuş ve sonuçta da büyük bir lanetleme propagandasıyla “öcü” leştirilmiş “şeytan” ile özdeşleştirilmiş bir kavramdır. Oysa kapitalizm bir teori, ideoloji değildir ve zaten insan tarafından geliştirilmiş bir öğreti veya yöntem olsaydı onun bir mucidinin, bir yazarının, bir kitabının olması gerekirdi.  Kapitalizm dediğimiz serbest piyasa ekonomisi insanın özgürce, içinden geldiği gibi, bildiği gibi, gücünün, olanaklarının elverdiği gibi üretmesinin ve ticaret yapmasının bir tezahürüdür ve başka bir şey değildir. Ancak ne var “serbest piyasa ekonomisi” dünyanın hiçbir ülkesinde geçerli olmayan bir ekonomi sistemidir. Dünyanın bütün ülkelerinde ve özellikle de gelişmiş, demokratik ülkelerde devlet toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi ekonominin de belirleyicisidir. Devletin izni ve hoş görüsü olmaksızın hiçbir şey üretilemez, satılamaz. Bütün vergi kanunları, ticaret kanunları, miras hukuku, teşvik ve ihale yasaları başta olmak üzere bütün yasalar ve “hukuk” un tamamı devlet tarafından belirlenir. Ancak ne var ezberci halkların bilinçsizliği nedeniyle gerçekte var olmayan “kapitalizm” lanetlenir, “devlet ve demokrasi” ise yüceltilir. Oysa toplumsal yaşamın tüm olumsuzluklarının ve kötülüklerinin arkasındaki asıl aktör tüm yaptıkları ve yapmadıkları, hoş gördükleri ve teşvik ettikleri, yasakladıkları ve yasaklamadıkları, rüşvetleri ve yolsuzlukları ile tek güç olan devletin kendisinden başkası değildir. Bu nedenle de devletleştirilmesi gereken de özel mülkiyet değil devletin kendisi olmalıydı. Ancak Marks bunu göremediği için sosyalizm gibi bilimsellikle en ufak bir alakası olmayan bir varsayım üretmiş ve insanlığa büyük acılar,  zararlar vermiştir. 

Kısacası dünyanın değiştirilmesi gerekiyorsa bunun her şeyden önce “sosyal dünya” nın baş aktörü olan “devlet” kurumuyla ve onu var eden“kültür” lerimizle “siyaset biçimi” mizle başlatılması dolayısıyla da öncelikle “devletin devletleştirilmesi” “kültürün uygarlaşması” gerekirdi. “Cumhuriyet” ler kurulmuş, krallar, padişahlar tahtlarından indirilmiş, onların yerini padişah yetkileriyle, ayrıcalıklarla, dokunulmazlıklarla donatılan “siyasetçi sınıfı”  almış ama “güçler ayrımı”, “hukukun üstünlüğü” gibi ilkelerin hiçbiri hayata geçirilememiş, “toplumsal sözleşme ve toplumsal iş bölümü” gibi kavramlar ise tamamen lafta kalmıştır. Çünkü bütün “sosyal kavram” lar “soyut” kalmış dolayısıyla da halk cahil bırakılmış ve bilinçsizliğe mahkûm edilmiştir.  

Halkın bilinçsiz, cahil bırakılması ve en basit sorunları bile gerçekçi bir şekilde algılayıp mevcut sorunları çözememesi toplumsal yaşamları belirleyen hemen hemen bütün sosyal kavramların soyut olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak ne var biz çocuklarımızı bu soyut kavramlarla eğitiyor ve dolayısıyla da onlara kavramsal sorunları “analitik” bir şekilde sorgulama becerisiyle donatmıyoruz. Bu ise insanın ruhsal varlığına onun kişiliğini geliştirme hakkına yaptığımız bir “kötü” lükten hatta “ayıp, günah, suç ve ahlaksızlıktan”  başka bir şey değildir. Biz çocuklarımızı somut bilgiler vererek değil “eğitim” adı altında sahte değer yargılarıyla çarpıtılmış “ezber” ler, dogmatik dinler, en az dinler kadar kutsallaştırılmış ideolojilerle koşullandırıyor ve şartlandırıyoruz. Soran, sorgulayan, içinde yaşadığı doğanın gerçekliğini olduğu gibi algılayıp, kendi değer yargılarını özgürce ve kendi başına geliştirebilen bilinçli insanlar değil, dinleri, vatanları, bayrakları, saçma sapan ideolojiler uğrunda kavga eden, savaşan, ölen ve öldüren uzaktan kumandalı robotlar yetiştiriyor ama bu eğittiğimiz insanlara yaptığımız kötülüklerin farkına bile varamıyoruz. Edebiyat, sanat ve spor sevgisi aşılamak istiyor ama sevgi ve saygı aşılamak istedikçe de birbirleriyle anlaşmaktan aciz, herkese, bütün dünyaya düşman, hoş görüsüz, kendilerine bile tahammülsüz, kendilerini bile anlamayan haliyle de anlatamayan, ifade edemeyen içleri boş potansiyel canavarlar yetiştirdiğimizin farkına bile varamıyoruz. Savaşları bir kenara bırakalım bütün terör olaylarının arkasındaki insanların hepsinin de belli bir davanın savaşçıları olduklarını göremiyoruz.      

En baştaki “felsefe nedir ve ne işe yarar?” sorusuna tekrar geri dönecek olursak felsefeyi birey olarak “içinde yaşadığımız dünyayı tüm gerçekliği içinde anlamak, tanımlamak” ve bu dünyada “nasıl ve ne şekilde mutlu ve refah içinde yaşayabileceğimizi belirlemek” olarak tanımlamak mümkündür. Ancak ne var hiç birimiz tek başımıza yaşamadığımız için bu “nasıl ve ne şekilde” yaşanacak sorusuna toplumsal yönüyle de bakmak gerekir. Bu nedenle de felsefenin toplumsal işlevi de olduğunu göz önüne alarak yukarıdaki tanıma ek olarak “sosyal dünyayı ve onun yapı taşları olan sosyal kavramları, ilkeleri, kurumları rasyonel bir şekilde kurgulamak” olarak tanımlamamız gerekir. Çünkü bireysel mutluluk ve refah artık yetmeyecek ve bu talebin herkes için geçerli olması gerektiği için “eşitlik, refah, huzur, güven ve barış” içinde yaşanacak bir “sosyal dünya” nın tesisi felsefenin temel amacı olacaktır. Ancak ne var sınırsız bir özgürlüğün hüküm sürdüğü bir ortamda herkesin “eşitlik, refah, huzur, güven ve barış” içinde yaşaması mümkün olmayacaktır. Bu nedenle de insanın can, mal ve ruhsal varlığına verilebilecek her türlü zararın “kötülük ve suç” olarak kabul edileceği kuralı da doğa da olmayan ama “sosyal dünya” da olması gereken ahlak ve hukuk yasası haline getirildiğinde yaşanası o “sosyal dünya” nın bilgisel ve kavramsal olarak tesisi önünde en ufak bir engel kalmayacaktır.

Burada önemli olan “doğal” bir kavram olan “düşünmek” eyleminin kapsamının ve sınırlarının gerçekçi bir şekilde belirlenebilmesidir. Düşünmek merkezi bir sinir sistemine ve bir beyne sahip olan her canlının kolaylıkla gerçekleştirebileceği bedensel bir eylemdir. Her insan düşünür ve bu nedenle de düşünmenin ve düşünür olmanın bir “erdem” olarak algılanması saçmalıktan başka bir şey değildir. Önemli olan insanın beyninde gerçekleşen düşüncelerin, beyin tarafından “etki-tepki” yasaları doğrultusunda tetiklenen “duygu” ların ve yine beyin tarafından belirlenen “değer yargıları” nın “analitik” sorgulama yoluyla “akıl” süzgecinden geçirilmesidir. Doğal bir insan zaten doğuştan “akıl” ile donatılmış olarak dünyaya gelir fakat biz onu eğitim sürecinde şartlandırdığımız ve koşullandırdığımız dogmatik öğretilerle aptallaştırırız. Bu durumda da “akıl” dediğimiz o süzgeç doğru ile yanlışı, gerçek ile gerçek dışını birinden ayırt edemez dolayısıyla da işlevini yerine getiremez hale gelir. Bu nedenle de felsefenin asıl görevi her ne kadar dünyayı rasyonel bir şekilde kavramlaştırmak olsa da “analitik” sorgulama teknikleri geliştirmenin ve bunları halka öğretmenin de bir görev olduğunun bilinmesi gerekir. Çünkü beyinsel bir işlev olan “düşünmek” öğrenilen ve öğretilen bir beceri değildir ama “analitik” sorgulama mutlaka öğretilebilen ve de öğretilmesi gereken bir düşünce yöntemidir. Çünkü insanın beyninde gerçekleşen düşüncelerini, duygularını ve değer yargılarını sorgulamadan içinde yaşadığı dünyanın “gerçek” liğini gerçekçi bir şekilde algılayabilmesi bir olanaksızlık halidir. Çünkü insanların beyninde

Dünyanın “gerçek” liği  =  dünyanın “bilgi” sı =  insanın “algı” sının

eşitliği sağlanmadığı müddetçe “bilgi” birikimlerimiz yaşanan gerçekliği ifade etmedikleri için insanlığın “eşitlik, refah, güven ve barış” olarak tanımladığımız “idea” sının gerçekleşme olasılığı kesinlikle yoktur.

Kısacası felsefe Descartes'in de önerdiği gibi atalarımızdan duyduğumuz, öğrendiğimiz, örf, adet, gelenek, töre haline getirdiğimiz, inandığımız, yücelttiğimiz,kutsadığımız her şeye şüphe duymak, onları sorgulamak ve bütün bunları rasyonel bir şekilde yapabildiğimiz takdirde de gerçek anlamda  "aydınlanmak" tır. Bu da tabi ki geleneksel felsefe tarihini tekrar tekrar ezberleyerek değil papağanlar gibi kuşaktan kuşağa anlatarak değil o tarihi ciddi bir şekilde sorgulayarak yapılabilecek bir iştir. 1 inci aydınlanma dönemi dini dogmanın sorgulanmasıyla başladıysa 2 nci aydınlanma çağı da muhakkak ki felsefenin ve ondan türeyen sosyal bilimlerin sorgulanmasıyla başlayacaktır. Çünkü günümüz tüm sosyal sorunların nedeni bence beğenmediğimiz siyasi iktidarlar değil kültürlerimizi ve insanlığın geleceğini felsefesizliğe mahkum eden bilimsizlik ve bilinçsizliktir.   

Mustafa Atilla

 

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..