Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Aralık '12

 
Kategori
Kitap
 

Ferrarisini satan kovboy

Ferrarisini satan kovboy
 

Tolstoy


 
1- İnsan ne ile yaşar?
2- Üç soru.
3- İnsana ne kadar toprak lazım?
4- Efendi ile uşak.
 
adlarında, kitaba adını veren 'İnsan ne ile yaşar?' da dahil olmak üzere toplam dört öyküden oluşan Tolstoy'un bu eseri bize, aza kanaat etmeyi ve ortak kaderimiz olan ölümü anlatır.
 
Öykülerdeki, 'Çocuklara masallar' ile 'didaktizm' arasında yaşanan anlatım ustalıkları, okuru bir yandan ürkütürken diğer yandan da mucizelere daha kolay inanır hale getirmeyi amaçlıyor olmalıdır.
 
'İnsan nasıl yaşar?' diğerleriyle kıyaslandığında, masala en yakın öyküdür. Dini motifler, ahlaki bilgelik, mucize, kader, keder hepsi içiçe geçmiştir bu kurguda. 
 
Kunduracı, ticaret bilmez Simon'un; kendisine ve karısına bir koyun postu almak, ayrıca da köylülerden alacaklarını tahsil etmek için gittiği köyde, sonradan bir melek olduğunu öğreneceği Mihael ile karşılaşması, kocasını beceriksizlikle suçlayıp dırdır etmesi kaçınılmaz olan karısı Matroyana'nın  korkusuna rağmen  adamın haline acıyarak evine getirmesi, soğuktan donmamak ve biraz da alacaklarını tahsil edememenin sinir bozukluğuyla içtiği alkol yüzünden de 'sevgili eşi'nin ''Hem sarhoş sarhoş eve geliyor hem de yanında kendin gibi birini getirmeye utanmıyor musun?'' ithamlarının altında ezilmesi ile başlar öykü.
 
Mihael soğuktan donmuş bir halde türbenin yanında dururken, kunduracı Simon önce korkup kendisini görmezden gelir ve yürümeye devam eder ancak, bir süre sonra vicdanının yönelttiği soruya yanıt verdiğinde, aslında dönüp yardım etmeye de karar vermiştir.
 
''Ne o Simon, yankesicilerden korkacak kadar zengin mi oldun da, şu zavallının haline aldırmadan yoluna devam ediyorsun?''
 
Simon'ın Mihael'i görmesi, evine alması ve misafirinin çalışkanlığı ve becerikliliği sayesinde işlerinin gittikçe düzelmesi, hep kaderin bir oyunudur. Mihael, tanrıya karşı çıkmış, doğru olmadığını düşünerek dediğini yapmamış bir melektir ve kabahatinin farkına varıp gerçekleri görene kadar da cezasını çekmek üzere yeryüzüne gönderilmiştir.
 
İkinci öykü olan 'Üç soru', bir Kral ile bilgin hakkındadır. Şimdilerde, 'Ferrarisini satan bilge' türünde, herbir cümlesi onlarca ve tonlarca anlam içerecek şekilde yazılmak gayretinde(!) olan, çoğunluğu da Güney Amerika kökenli yazarların sayfalar dolusu anlattıkları ancak ne yazık ki sonuna geldiğinizde, sanki 'keçi boynuzu' yemişsiniz gibi hissetmenize neden olan bir anlatımı vardır. 
 
Mevzu kısaca şudur. Kralın birinin aklına bir gün şöyle bir düşünce gelir, ''Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı, kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım''. 
 
Andersen'in hemen gaza gelip herşeye inanmaya eğilimli 'Çıplak Kral'ından sonra, sanki çok ihtiyacımız varmış gibi, bu kez de oturduğu yerden feylezof kesilen, Tolstoy'un 'Araştırmacı Kral'ı çıkar karşımıza.
 
Kral, bakar ki bütün oklar, sorularının yanıtı için, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşayan münzeviyi gösteriyor, o da tanınmamak için kıyafet değiştirip, varır bilgenin yanına...
 
Bilge, kuru kuruya yanıtlar vermek yerine, yaşanmış örneklerle olayı pratik üzerinden anlatırsa, kralın daha iyi anlayacağı düşüncesindedir ve nitekim de öyle olur. Sonunda kral, bilgenin ellerine sarılıp, ''Hocam ben artık oldum, el verirseniz gidip krallığıma döneyim'' demez tabi ama, Tolstoy'un anlatımıyla edebileştirilen sonuç, bence direkt olmasa da dolaylı bir anlatımla aslında bu kapıya çıkar.
 
Değişmeyen, değiştirilemeyen tek şey, daima kaderdir. Kader öyle bir şeydir ki ancak değiştiremeyeceğini anladığın anda huzura erebilirsin. ''Tecavüz kaçınılmazsa, ayaklarını uzat keyfini çıkarmaya bak'' gibi bir sonuca vardığın anda da zaten hayatın ne kadar kolaylaştığını göreceksindir. 
 
Ardı ardına verilen bu mesajlarla da, ikinci öykünün de sonuna gelinmiştir.
 
Üçüncü öykü, ''İnsana ne kadar toprak lazım?'', kulağa sanki bir matematik sorusuymuş gibi gelse de, işaret ettiği, 'İnsanın doymak bilmezliği'dir. 
 
Nasıl obezite, günümüzde aşırı yemek yeme sonucu ortaya çıkan bir fiziksel sorun ise, tatminsizlik, her şey benim olsunculuk da olayın duygusal arsızlık boyutudur. 'Ye ye doyma yine yemek iste' ile , 'satın al satın al, hep almaya devam' arasında aslında hiçbir fark olmadığını anlatan bu öykünün kahramanına(!), biz Türklerin uzak akrabaları olan Rusya'da da sonsuz büyüklükte toprakların sahibi Başkirtler tarafından, cebindeki paraya karşılık sabah güneşin doğuşu ile akşam batışı arasında yürüyüp işaret koyarak çevirebileceği bir tarlanın kendisinin olacağı söylenir. 
 
O kadar hırslıdır ki, bir türlü elindeki ile yetinmez, hep daha çok ister ve günün sonunda da tempoya dayanamayıp, hiçbir şeye sahip olamadan çatlar gider.
 
''Fazla mal göz çıkartır'', bilindik bir öykünün Tolstoy'un anlatımıyla biraz daha ete kemiğe bürünerek edebi bir eser haline gelmesidir. Burada kadere itaat yoktur ama yine bir başka ahlak dersi verilerek, ''Sana verilen ile yetinmelisin'' denir fakir, inançlı okura. Özeti de tek bir cümleye indirgersek, ''Amaaaan canım, mal peşinde koşarken, canımdan mı olacağım? Hem parayla da saadet olduğu nerede görülmüş?'' gibisinden facebook paylaşımlarının, kaynak olarak kullandıkları bir Tolstoy öyküsüdür.
 
Kahramanımız Pahom; Kanuni gibi mezarını kazdırıp da içine girerek, dünya malının dünyada kaldığını dünya gözüyle görmeyi denese, belki tüm bunlar başına gelmeyecektir ama hırsı gözünü kör ettiğinden, son sahnede fon müziği Aşık Veysel'in ''Benim sadık yarim kara topraktır'' türküsü olur.
 
Dördüncü ve son öykü, mal mülk uğruna, Rusya'da karda kışta geceyarısı çıktıkları yollarını kaybettikleri için donup ölecek olan 'efendi' ile onun kendi kaderine ortak ettiği uşağı hakkındadır.
 
Efendi, yine toprak sahibi olmak için gözü kör olmuş, tanrının mesajlarını ve uyarılarını ciddiye almayan bir kötü kahramandır. Uyanık geçinir, çalışanlarını kandırır, onları mağdur eder, üç kuruşun hesabını yapar... 
 
Kısacası, bugünden geçmişe dönüp baktığımızda, 'efendi'; azgelişmiş ülkenin köy kurnazı bir 'işveren' örneği olarak, parmakla işaret edebileceğimiz ademoğludur.
 
Ucuz arsa almak için geceyarısı tek bir atın çektiği kızaklı arabayla yola koyulurlar. Uşak her ne kadar bu fikre karşı da olsa, gece yarısı tipide yolu bulamayacaklarından çekinse de 'emir demiri keser' der ve patronunun yanında yeralır. 
 
Kısa bir süre sonra yolu kaybederler ama artık Allah uşağa acıdığından mıdır bilinmez, karşılarına bir köy evi çıkar. Köylüler onları tanır, bir kaç kez, ''Yapmayın, etmeyin, bu havada yola devam etmeyin'' deseler de faydası olmaz ve sonunda onlar da ''Herhalde biz efendiden daha iyi bilecek değiliz, gerekmese o da yola düşmezdi bu soğukta'' deyip susarlar.
 
Şans da çekirge gibi olduğundan, bir iki sıçramadan sonra vazgeçer sıçramaz. Öyle olunca efendi ile uşağın soğuktan donmamak için sıçramaları da işe yaramaz olur. Önce atları kara batar sonra da kendileri gömülürler kar denizine. ''Donarak ölüm en güzel ölümdür'' sözü akıllara gelir, sanki ölümün güzeli olurmuş gibi.
 
Tolstoy bu kitabında, ilahi adalete saygı duyup biraz da(!) korkarken, dünyevi adalet mekanizmasını ise şiddetle eleştirmekten de geri durmaz.
 
Kişisel fikrimi sorarsanız bu kitap okullarda ahlak dersinde de işlenebilir, çocuklar yatmadan masal niyetine de okunabilir. Sonuçta amaç içinde 'Allah korkusu' olan nesiller yetiştirmekse, bence idealdir.
 
Çeviri de 'kızağın tekerlekleri' gibi  bazı yerlerde anlaşılması güçleşse ve  ''Ha, ne, nasıl yani?'' gibi tepkiler vermeme neden de olsa, geneline baktığımızda geçer not alır.
 
Bir de son olarak, kitaptan beni gülümseten bir notu aktarayım. Son öyküde uşak, karların altında donarak ölmek üzereyken düşüncelere dalıp, bu dünyadan nasıl ayrılacağını ve öteki dünyanın nasıl olduğunu merak eder. 
 
''Bu dünyada birlikte yaşanılan, kendilerine alışılan herşeyi bırakıp gitmek ne acıdır. Fakat ne çare? Elbet oraya da alışırım, madem ki böyle lazımmış. Ancak ya günahlarım, ya onlar ne olacak?
 
Neyse ki Tolstoy, bu iyi niyetli, kimseye bir zararı olmayan, çok para peşinde olmadan elindeki az ile idare etmesini bilen, Tanrı inancı kuvvetli saf uşağa kötü bir son yazmaz da biraz da olsa gönlümüz rahat eder.
 
''Yıllar ilerledikçe daha iyi anlayıp benimsediği öteki dünyaya gideceğini düşünerek rahat ölüverdi.'' 
 
Yazar son cümlesinde de, kafasındaki kuşkuları ve şüpheleri okuruyla paylaşır, 
 
''Zavallı uşağın ölüp de içinde uyandığı alem, dünyaya göre daha mı rahattır, yoksa acaba oralarda da mı umduğunu bulamamıştır? Neyse bunun yanıtını er ya da geç ama bir gün hepimiz, en sonunda nasılsa öğreneceğiz...''
 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..