Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Nisan '12

 
Kategori
Kitap
 

Feyzullah Aktan ve Domuz Dolabı

“Menfaatiniz uğruna şerefinizi satmayın sakın; bilin ki, o yoldan kazandıklarınızla onu asla geri alamazsınız.”

M. Ali TAŞDELEN

Önce bir öykü anlatayım size:

Daha önce de bir yerlerde okumuştum; son olarak, geçen hafta, sabah gazetesinde Hıncal Uluç da yer verdi köşesinde. Özetleyivereyim ben:

Çok eskiden krallıkla yönetilen bir ülkede de “hukuk” ve“hâkimler” varmış.

Bir yurttaş ölünce, şehir merkezindeki çan bir kez çalarmış; soylu biri ölürse, iki kez..

Kral âilesinden biri ölürse, üç kez çalarmış; kral ölürse, dört kez…

Günlerden bir gün dürüstlüğü, nâmusu ve çalışkanlığı ile herkesin sevgisini kazanmış bir yurttaş, sanık olarak hâkim huzuruna çıkmış.

Herkes, “nasıl olsa beraat eder” diye beklerken, sanık yurttaş para cezasına mahkûm ol-muş. Durumu öğrenenler biraz üzülmüşler, biraz kaygılanmışlar. Ama işte o kadar!..

Bir süre sonra dev çanın sesi duyulmuş: “Acaba kim öldü?” derken, bir daha çalmış. “Aca-ba hangi asil öldü?” demeye kalmamış, bir daha inlemiş çan.

“Demek ki kral âilesinden biri…”diye düşünülürken, bir kez daha çalmasın mı?

“Eyvah!.. Kralımız ölmüş!..”diye feryada başlarken insanlar, çan beşinci kez çalarak inlet-miş yeri göğü.

Herkes şaşkın, herkes suskun… Öyle ya, ne demek bu? Ne anlama gelir, çanın beşinci kez çalması! Kraldan daha büyük kim var ki?

Derken,  merak ve korkuyla şehir meydanına koşmuş herkes. Bakmışlar ki, çanı çalan, haksız yere mahkûm edilen adam…

“Ne demek, çanı beş defa çalmak? Kraldan daha büyük kim öldü ki, be adam?” diye sormuşlar.

“-Adâlet öldü, adâlet öldü; ey yurttaşlar! Adâlet öldü!”demiş adam.

Kıssadan hisse çıkarmayı, benden çok iyi bilirsiniz siz. O nedenle yorum yapmayacağım ben.

Hani “Adâlet mülkün temelidir.” diye bir söz var ya, onu ister Atatürk söylemiş olsun, is-ter Hz.Ömer,  ister Hz. Muhammet, gerçekten mülkün temelidir adâlet.

Ancak bu sözü, neden savcı ve hâkimlerin görebileceği bir yere değil de, aksine hiç görme-dikleri bir yere yazarlar, anlamış değilim ben! (Mahkeme heyetinin oturduğu kürsünün arkasında değil midir o yazı hep?)

Bir insanı isyan ettirmek isterseniz; hakkını çiğneyin onun. Öğretmenseniz, çalışkan öğren-ciye “zayıf” verin, tembele “pekiyi”…

Patronsanız, işini doğru düzgün yapana az maaş verin; dalga geçip yağ yakanı şef yapın.

Polisseniz, savcıysanız, hâkimseniz; zulüm yapanı, hak yiyeni bırakınız; zulüm göreni, hakkı yeneni tutuklayınız!

Hakemseniz; sırtı yere gelen güreşçiyi “gâlip” ilân ediniz; üstün geleni “mağlup”…

Geçen hafta, bir kitap çıkıp geldi postadan. “Domuz Dolabı, Köy Enstitülerinin Kapanış Öyküsü…”

Uzun zamandır, gazeteci yazar Feyzullah Aktan’ın “tezgahında” olduğunu biliyordum  da, “Ne durumda?.. Ne zaman?..” diye sorup duruyordum  telefonla.

Niçin mi istiyordum, böyle bir kitabın çıkmasını?

Keşan-Paşayiğit Ortaokulu’nda göreve başladığım 1969’da, Keşan’da günlük olarak çıkan, genel yönetmeni olduğu gazetesi ÖNDER’deki yazılarını okuyarak tanımıştım; O’nu ilk kez.

1970’ten bu yana da şahsen…

Bazen görüşerek, konuşarak, tartışarak...

Bazen yazışarak…

Ama hep takdir ederek, ama hep saygı duyarak…

1950’li yılların başlarında uğradığı bir haksızlık var ki, içim cız ederek dinlemişimdir hep.  (Çok konuşan bir insan değildir Feyzullah Aktan. Bu konuyu da kendisinden çok Ahmet Uzun, öğretmen Mehmet Özcan, Mehmet Emin Su, Mehmet Taşkın, Mehmet Başaran gibi Kepirli dost-larımdan dinlemişimdir.)

Yazılmayan her şey unutulup gidiyor. Ve zamanla haksızlığı yapanların yanına kâr kalıyor yaptıkları. Ve dahası, zulüm yapan değil de, zulme uğrayan haksızmış gibi görülüyor, bir süre sonra.

Şair ve yazar Mehmet Başaran ısrar edip duruyordu; yazması için Aktan’ı da… Pek fazla işe yaramıyordu bu.

Ne zaman ki, Lüleburgaz’dan Hüseyin Kenan Gören, Feyzullah Aktan’la birlikte 1950’ler-deki o olayın içinde bulunanlardan Hamdi İlker’den aldığı bilgilerle bir yazı dizisi hazırlar ve Ak-tan’ın haberi olmadan ÖNDER’de yayımlanır… Ve dostumuz okuyunca şaşırıp kalır.

Neden mi?

Anlatılanlar doğru değil midir?

Doğrudur; doğrudur ama yarım…

Yazı dizisi, Hamdi İlker’in beraati, Feyzullah Aktan’la Hasan Özkan’ın mahkûmiyeti ile sona ermektedir.

Bunda bir yanlışlık yoktur; yoktur ama eksiktir.

Hani adamın biri, hiç namaz kılmazmış da, sebebini soranlara, “Ben Allah’ın emrine uyu-yorum.  Kur’an da‘Sakın namaz kılmayın’diye buyuruyor” dermiş ya…

Bir gün, “Olmaz öyle şey, Kur’an’daki yerini göster bakalım” demişler; adam açıp göstermiş. Gerçekten de; “Sakın namaza durmayın” diye yazıyormuş. İyice meraklanmışlar da “Deva-mını oku hele.” dediklerinde, “Devamından bana ne! Benim işime burası yarıyor.” deyip kapat-mış kitabı.

Oysa tamamı şöyleymiş o âyetin: “Sakın namaza durmayın; eğer içkili ve sarhoşsanız.”

Üç hâkimden oluşan Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi, gerçekten de 11 Aralık 1954’te Feyzullah Aktan’ı “Komünistlikten” 8 yıl AĞIR HAPSE mahkûm etmiş. Ayrıca da Sivas’ta 2 yıl 8 ay emniyet gözetiminde bulundurulmasına… (Böyle azılı bir “komünist”e az bile!..)

“Bu “gerçek”ise, “doğru”ise, gerçek olmayan, doğru olmayan ya da eksik olan ne mi?” dediniz…

Yukarıdaki fıkrada anlatıldığı gibi, bir âyetin yarısı okunur, yarısı okunmayınca, nasıl yanı-lırsa insan, bir öykünün yarısını okur, yarısını okumazsanız da yanılırsınız. Nitekim 1954’te bu hüküm verilmekle bitmiyor dâva. Feyzullah Aktan, haklılığına ve aleyhinde verilen hükmün hak-sızlığına öylesine inanıyor ki, “Kırklareli’de yoksa da Ankara’da hâkimler var” deyip temyize başvuruyor.

Parası olmadığı için, Kırklareli’de yargılarken de avukat tutamaz; temyize giderken de… Ancak temyiz aşamasında, öğretmen olan baldızı ve bacanağı, Aktan’ın haberi olmadan, ücretini kendi ceplerinden ödeyerek Emin Böke’yi avukat tutarlar. (Böyle baldıza ve bacanağa can kurban!)

Ve dâvayı inceleyen Ankara’daki hâkimler (Yargıtay) 9 Temmuz 1955 günü, Kırklareli Mahkemesi’nin verdiği hükmün bozulmasına karar verir.

“Sonuç mu?” dediniz, sonuç elbet de beraat…

Ve zaten, Feyzullah Aktan’ın mahkemede yaptığı savunmayı dinledikten sonra, O’nun yüzde yüz suçsuz olduğunu anlamak için, ille de hukuk fakültesinden mezun olmaya gerek yoktur.

“Buna rağmen, Kırklareli’deki o üç hâkim, ilk mahkemede niçin ittifakla ceza verdi?”diye sorarsanız; cevabım şudur:

Siz “savcı”ya “Cumhuriyet Savcısı” derseniz, sonra da onu “hâkim”in yanına, sanığı ve avukatı da karşısına oturtursanız, olacağı budur işte!

Yazar Murat Belge: “Bir voleybol maçının mantığı bizim mahkemelerde durum: Savcı ‘pasör’, yargıç ‘kütör’!..” diyor.

Haksız mı?

1954’te, Cumhuriyet’in savcısı, Feyzullah Aktan’ın mahkûm olmasını istemişse, sanık suçsuz olduğunu kanıtlasa da yüzde yüz, hâkimler nasıl “hayır” derdi buna?

Yoksul bir köylü çocuğu olan sanık Feyzullah Aktan kurtulsun diye, başlarını belâya mı soksunlardı?

Çok şeyler düşündürdü, bu Domuz Dolabı bana.

Anlatacaklarım var daha.

Var anlatacaklarım da şunu sorayım ben size:

Öncesini bırakın da şimdilik, Cumhuriyet’ten bu yana, çan kaç defa dörtten fazla çalmıştır bu ülkede, bilir misiniz?                                                          

Domuz dolabı, Feyzullah Aktan, Serendip Yayıncılık, 2012 İstanbul,  253 sayfa,

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..