Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Eylül '16

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Filipinler ( Busuanga ve Palawan Adaları ) gezi notları

Filipinler ( Busuanga ve Palawan Adaları ) gezi notları
 

Busuanga Adası / Coron / Küçük lagün


Meraklısına notlar

 

CORON

 

Ulaşım/  Francisco B. Reyes Havaalanı / Coron town minibüs                                150 PHP

Konaklama/ Palanca Guest House 24 Don Pedro Street Barangay 3, Coron       1000 PHP

Günbirlik tekne turu A                                                                                                     600 PHP

Günbirlik tekne turu B                                                                                                     750 PHP

 

EL NİDO

 

Ulaşım/ Coron-El Nido 6 saat tekne yolculuğu ile                                                      12000 PHP        

Konaklama/ Gonzales Pension   Rizal Av.                                                                      1000 PHP

Günübirlik tekne turu ( A )                                                                                               1000 PHP    

El Nido / Purto Princesa minübüs                                                                                     500 PHP

El Nido / Nacpan tricyle günlük kira                                                                               1000 PHP     

El Nido / otobüs terminali trycycle                                                                                     50 PHP  

 

PUERTO PRİNCESA

 

Konaklama/ Edezer Pension, Rizal Avenue www.edezerpension.com                    1000 PHP  

Yeraltı Nehri turu                                                                                                               1500 PHP

Puerto Princesa/ Honda Bay günübirlik tekne kirası                                                   1300 PHP                                                               

 

 

 

18/19 MART 2016  (  PHUKET  -  MANİLA – BUSUANGA ADASI coron )

 

Hava felâket sıcak, yolculuk moduna girmişiz, dolaşmak içimizden gelmiyor. Kaldığımız Joe Mansion’un serin lobisinde vakit öldürüyor, uçakta toplayacakları immigration formlarını dolduruyorum.

 Bizi Phuket Havaalanına götürecek olan otobüsün hareket edeceği Bus Station1’e yürüyoruz,  dağınık, bakımsız bir terminal. Hafif esen rüzgar, yerdeki tüm tozları havalandırıp, üzerime gönderiyor. 17.30’daki hareket saatini beklerken 17.10’da hareket ediyor. Ne diyordu Tay halkı; “ Mai Pen Rai “ yani takma kafanı.  Yolda bekleyenler binemiyor bu sefer, küçücük minübüz hemen doluveriyor. Felâket bir trafiğin içine düşüyoruz. 33 kilometrelik yola 1.5 saat sürüyor diye yazmalarının nedenini şimdi anlıyorum. 1.5 saat sonra ancak trafik çözülüyor, sola sapıyor, rahatlayan trafik içerisinde keyifli bir yolculuğa dönüşüyor. Naiyang Milli Parkı ve Koyu yakınlarda, sık sık levhalar buraya davet ediyor.

18.40’da havaalanındayız. Çok kalabalık, müthiş bir kaos var havaalanında. Allahtan Cebu Pasific kontuarı 2 nolu terminaldeymiş, oraya geçiyor ve rahatlıyoruz. Hattâ vbir priz bulup, kettle ile çay demliyor, bugün Central Festival’den aldığımız güzel francalanın yanında tüm Tayland’da bize eşlik eden zeytin ve peynirlerimizle mükellef bir Airport Kahvaltısı yapıyoruz.

20.30’da kontuar açılıyor, kuyruk uzun ama ilerlemiyor, Taylara özgü bir ağırlıkta çalışıyor kontuar görevlileri. Phuket’ten Manila’ya uçacağız. Manila Busuanga Adası uçuşu Cebu Pasifik partnerlerinden Cebgo  ile olacak. Sanırım Manila’da çantalarımızı alıp yeniden gümrükten geçme durumunda kalacağız. Görevli genç bunu anlatmaya çalışıyor. Manila’da oldukça hareketli geçecek bekleme süremiz anlaşılan. Sekiz saat kadar bekledikten sonra, Manila’dan Busuanga Adası’nba Coron’a uçacağız.

Manila uçağımız 23.20’de kalkacak ( yerel saatle tabii ), bu arada cep telefonu alış verişinden 1610 THB vergi iadesini alıyorum gişeden. Bekliyoruz, kalabalıkların içerisinde. 10 dakika gecikme ile hareket ediyoruz. Oysa, Filipin uçakları yaptıkları rotarlarla ün yapmışlardır. Yaklaşık dört saatlik kısmen türbülanslı uçuştan sonra, Filipinler yerel saati ile saat 04.00’de Manila Ninoy Aquino Havaalanına iniyoruz. Transfer işi tahmin ettiğim gibi karambollü oluyor. Pasaport kontrolundan sonra bagaj bandından çantalarımızı selâmetle alıp, bitmez tükenmez koridorlardan geçerek indiğimiz Terminal 3’ten Terminal 4’e götüren otobüslere açılan salona geliyoruz. Busuanga’ya götürecek uçağı beklemeye kalıyoruz artık. 30-40 dakikada kapı açılıyor, görevli kız bağırıp gidecek olanları çağırıyor.

Hava adamakıllı soğudu, her kapı açılışında, üzerimize yüklenen soğuk hava ile bir kez daha ürperiyoruz. Uzandığımız banklarda titreyerek uyumaya çalışıyoruz. Saat 06.30’da Cebu Pasifik iç hatlar salonuna yani fiyakalı adı ile Terminal 4’e geçiyoruz shuttle ile. Burada da felâket bir kalabalık var. Soğuktan büzülmemiz yavaş yavaş geçiyor, genişliyoruz sanki. Canımız keyif çayı istiyor. Dolaşıyorum, hiç priz yok. Kocaman ışıklı bir reklam panosunun fişini çekiyor ve elektrikli ısıtıcıyı takıp, su kaynatıyor ve bir kez daha memleket usulü çay içiyoruz.

Adalarda, Filipin Peso kurunun yüksek tutulduğunu biliyorum. Bir fırsat bulabilsem, Manila’nın yakın semtlerinden birine gidip, döviz bozdurup PHP ( Filipin Pesosu ) almak istiyorum. Ama, ilk defa transfer yolcunun çantalarının ellerine verildiğini görüyorum. Bu nedenle havaalanından çıkmak da sorunlu olacak.

Salondaki döviz bürosu açılıyor sabaha karşı, 100€ karşılığı 5100 PHP alıyorum. Uykusuzluk ve soğuk keyfimi kaçırdı, daha üç saat var Manila’dan Busuanga Adası’ndaki Coron’a götürecek Cebgo uçağının bizi alıp hareket etmesine.

Terminal yolcularla dolup boşalıyor. Domestik ( iç hatlar ) salonu olduğu için yolcuların çoğu Filipinli. 110 milyona yaklaşan nüfusu ile kum gibi insanın barındığı yedi bin’i aşkın adalarda bunca kalabalığında olması normal. Bunca adanın oluşu da daha çok havayolu ağının gelişmesine neden olmuş bence. Zira, kış mevsiminde oluşan tayfunlar, deniz ulaşımını da imkânsız kılıyor.

Uzakdoğu gezilerimde en büyük kabusum, ortamı buzhane gibi yapan klimalar. Klima yüzünden yıllar önce geçirdiğim zatürree yüzünden, klimaya karşı hassasiyet başladı. Nitekim, sabahtan beri boğaz kötü durumda. Ayağımda çorap olmasına rağmen, sandaletlerin içinde ayaklarım buz gibi oldu.Saat 12.10’da kalkacak uçak görünürlerde yok, rotar var. Tam bir saat sonra 13.10’da minicik pervaneli uçakla birlikte Manila semalarını geride bırakıyoruz.         

Aşağıda onbeş milyona yaklaşan nufusu ile tüm çelişkileri barındıran Manila’yı izlerken, gökdelenlerin yanıbaşındaki teneke kulübelere takılıyor gözüm.

Henüz Manila sahillerinden ayrılmadan bulanık sular içinde kurulmuş balık çiftlikleri geometrik ahenkler oluşturuyor. Manila gerilerde kalıyor. Çok geçmeden Apo Resifi olduğunu sandığım harika bir renk cümbüşünün üzerinden geçiyoruz Güney Çin Denizi göklerinde.Sonra, Busuanga’nın adacıkları başlıyor. Muhteşem mercan kumlu sahilleri hayranlıkla izliyorum, turkuvazın bunca tonu olduğunu ilk defa fark ediyorum.

Pilot adayı tanıtırcasına tam üç tur atıyor. Bahane ile bu güzellikleri içime sindirmeye çalışıyorum. Sonunda, adanın küçücük sempatik Francisco B. Reyes havaalanına iniyoruz. Sempatik havaalnı ile akşamdan beri çektiğimiz kaos silinip gidiyor sanki.

Havaalanından Coron’a giden minibüse biniyoruz ( 150 PHP ). Her yer yemyeşil, yakınlarda yağmur yağmış olmalı. İleride dumanlar yükseliyor. Yanında oturduğum şöföre soruyorum, yangın mı var diye. Gülüyor; köylülerin otları yaktığını söylüyor. Anlaşılan, toprakların bereketini yok eden anız yakma geleneği burada da var.

Yaklaşık otuz kilometre, pek çok izbe yapıyı geçtikten sonra Coron’ giriyor, Don Pedro caddesinde inince de neye uğradığımızı şaşırıyoruz.  Motosikletlerin üzerine monte edilmiş kasaları ile yolcu taşıyan tricycle’lar adeta çekirgeler gibi her tarafı istila etmiş Coron’un içinde. Karşıdan karşıya geçmek mümkün değil, gürültü, egsost gazı gırla gidiyor. Tam anlamıyla şok yaşıyorum.

Gezilerin en bunaltıcı kısmı, bir yerleşime iner inmez kalacak yer arama sorunu. Gelişmiş kentlerde Booking.com kullanımı ile rahat ediyor, rezerve yaptığım tesisi elimle koymuş gibi buluyordum. Bu gezide gezdiğimiz adalar küçük diye bunu kullanmadım. Bu sefer de nereye gitsek dolu deniyor. Yine neredeyse tüm caddelerini sokaklarını dolaşıyoruz, ama; ya çok abuk fiyatlar çıkıyor karşımıza ya da dolu oluyor oteller. Sonunda, ilk baktığımızda burnumuzun batmadığı Palanca  Guest House’de karar kılıyor ve 1200 PHP  dediği fiyatı zar zor 1000 PHP’ye indirtiyoruz.

24 saati bulan uçak yolculuğu ve beklemelerle sarhoş hallerdeyim. Üstüne, kalacak yer, sokakların kaosu eklenince, kelimenin tam anlamıyla dağılıyorum. Odamda biraz nefeslenip, aşağı iniyorum. Önümüzdeki Don Pedro caddesinden ( cadde dediğim tozlu bir sokak ) karşıya geçmeye korkuyorum inanın, tricycle’lar resmen üzerime çıkıyorlar. Neden sonra, caddenin öbür tarafındaki Lualhati Park’a ulaşıyorum. Park dediğim, belki ileride düzenlenecek, ama, şimdilerde toz bulutlarının uçuştuğu geniş bir alan.

 Uzak Doğu denizlerine özgü, ahşap, dar uzun ve her iki yanında denize sarkan balans kütükleri bulunan geleneksel teknelerle dolu Lualhati Park’ın kıyıları. Coron, dediğim gibi, denize girilecek plajlara sahip değil, bu nedenle günlük tur teknelerine binip, muhteşem mercan denizlerini ve kumlarını görmek gerekiyor. Kıyıda bekleyen birine özel tekne kiralamak istediğimi söylüyorum, 2000 PHP dese de, az sonra 1700 PHP’ye düşüyor. Ben yine de, tur tekneleri ile gezme niyetindeyim, çünkü, kaptan, yöreyi bilmediğimiz için bazı yerlere götürmeyebilir. Bundan sonraki durağımız El Nido’da ve Coron’da Tao isimli bir acente yabancılara daha iyi hizmet veriyor şeklinde bilgiler almıştım, Tao’dan başlamak istiyorum tekne araştırmasına.

Yarın ve öbürgün için tekne turu alıyoruz Tao’dan, hem de rastgele sorduğumuz teknelere göre daha iyi fiyat alıyorum Tao’daki sermpatik melez kızdan.

A turu için 600 PHP, B turu için 750 PHP ödüyoruz. Ben, güzel melezle pazarlık yaparken hava kararmış. Tao’dan çıkınca tricycle’ların minik farlarının hakimiyetinde, karanlık sokaklarda buluyoruz kendimizi. Tao’nun karşısında lüks lambası altında geniş tavada tavuk kızartan bir lokantadan tavuk alıyor, odamızda, memleket işi Mıhalıççık peyniri ve rakı ile ilk Coron akşamını yaşıyoruz. Sokak aydınlatmasını gereksiz görmüş olmalılar, zifiri karanlık yollarda düşmemeye çalışarak  ilerliyoruz sürekli.

 

CORON HAKKINDA BİLGİ:

Coron, son yıllarda yıldızı parlayan bir yerleşim. Busuanga Adasında yer alıyor, Busuanga da Calamian Ada Takımlarına ait. Coron da bu takım adaların parlayan yıldızı. Coron’u popüler yapan, tertemiz berrak denizi ve mercan resifleri. Üstelik, 2. Dünya Savaşında Amerikan uçaklarınca batırılan oniki Japon gemisinin, denizin altında yatıyor olması dalış meraklılarının buraya akmasına neden oluyor.

Burada, havlunuzu alıp kıyıdan harika denize girebileceğiniz bir plaj yok. Ama, etrafındaki pek çok ada, beyaz mercan kumları, türkuvaz-yeşil denizi ile ilginç oluşumlar sergileyen kireç taşı kayaları ile farklı deneyimlere davet ediyor.

20 MART 2016  ( CORON )

Gece boyu sıcak rahatsız etti, hiç sevmediğim halde klimanın serinliğine sığındım, çıkardığı sürtünme seslerinin eşliğinde. 03.30’da uyanıyor, elimdeki notlardan Coron’u çalışıuyor, güneşin doğmasını bekliyorum. Saat 05’de, resepsiyondan verilen sokak kapısı anahtarını ağır kilide sokarak Don Pedro Caddesi’ne çıkıyorum. Benden başka kimseler yok. Hafiften bir müzik sesi geliyor, giderek artıyor. Üzerinde kocaman hoparlörü ile belediyenin çöp kamyonu. Görevliler, can hırai çöp bidonlarını kaparak kamyonun kasasına boca ediyorlar.

Lualhati Park’tayım az sonra, henüz civarda ne bir insan, ne de tricycle var, ortalığı toza boğacak. Kıyı boyunca baştan kara bağlanmış tekneleri inceliyor ve fotoğraflıyorum. Ortalık aydınlanıyor, güneş doğuyor, ortalık şenleniyor ve Lualhati Park’a gelen tricycle’lar ve diğer araçlar etrafı tozdan görünmez yapıyorlar. Teknelerinde konaklayan aileler görüyorum bu arada.

Parkın sonunda kapalı geniş bir alan görüyorum, önüne yanaşan kamyonlar bir şeyler indiriyor. Pazar yeri burası, yavaş yavaş hareketleniyor, tezgahlar düzenleniyor, sebze ve meyvalar, et ve balıklar istifleniyor. Belli ki, güneş biraz daha yükselince, alanı kaplayan saç örtü tüm sıcaklığını aşağı vererek, şimdiden ağır balık ve et kokusunu çekilmez yapacak.

Kahvaltı sonrası Tao’nun önüne geliyoruz, yarım saat kadar bekledikten sonra tekneye gitmek üzere tricycle’a bindiriyorlar. Pazar yerinin arkasında kıyıya bağlı bir teknenin önünde iniyoruz. İnanması zor bir şekilde tekneye binmek mümkün. Özellikle kadınların, yüksek beton korkuluktan tekneye uzatılmış kalas üzerinde, sırat köprüsünü geçercesine geçmelerine neden başka çözüm bulamıyorlar, hayretle izliyorum. Neyse, kimse denize düşmeden tekneye binmeyi başarıyor.

Saat 09.00’da sahil güvenlikten iki asker geliyor ve teknedekilerin can yeleklerini giyip giymediğini kontrol ediyor. Açılıyoruz denize, suyun rengi berraklaşıyor, Coron kıyıları buğulu sıcakta titreşiyor ve biz dikişleri tenimizi çizen can yeleklerini sırtımızdan çıkararak rüzgar ve güneşe teslim oluyoruz, artık mercan denizlerinde ilerlerken.

Coron’un olmazsa olmazlarından tekne turunu bir gün önceden alın, zira, sabahleyin gördüğüm kadarı ile hayli yoğunluk oluyor, sonra, tüm gününüzü Coron’un tricycle’larının tozlu yollarında dolaşarak geçirebilirsiniz.

İlk mola yerimiz CYC ( Coron Youth Clup ) Adası, gerçi biz adaya değil, denizin ortasında muhteşem görüntüsü ile insanı sarhoşi eden mercan resifinin üzerine demirliyoruz ( tabii, bu arada güzelim resiflerin her demirlemede biraz daha tahrip olduğunu hissederek ).

Corondan yaklaşık beş kilometre uzaktaki bu küçücük ada, Coron’un tek giriş ücreti alınmayan yeri. Adayı dolaşmaktansa kendimi berrak sulara bırakıp, şnorkelle altımda uzanan kışkırtıcı güzellikteki mercanları seyretmeyi, gopro ile fotoğraflamayı  tercih ediyorum doğal olarak.  Bir saat kadar kalıyorum suyun altında, dünya ile ilişkim kesiliyor bu anlarda.

Sonra, güzelim mercan resiflerini yaralayarak demir alıyor kaptan ve green lagün’e doğru seyrediyoruz. Ürpertici kireç taşı kayaları yükseliyor her tarafımızda, deniz kayaların altından gelen sıcak suyun tesiri ile hâreleniyor, renkten renge giriyor. İki tarafta yükselen kayaların önündeki boğazdan hâreli sular lâciverde dönüşerek karşı kıyılardaki mercan resiflerine açılıyor. Kireç taşı kayalar ne denli ürkütücü ise deniz o kadar huzur veriyor böyle bir doğanın içinde.

Üçüncü molamız Atwayan Beach’de. Kıyıya yaklaşırken, her tarafa hakim dik kayaların dibindeki beyaz mercan kumlu sahil ve bir iki bambu baraka akla Robenson’u getiriyor. Kumlar çok geniş ve sahil çok uzun değil, hele arkamızdan birkaç tekne daha yanaşınca  Robenson’un burada yaşayamayacağını düşünerek hayallerimi formatlıyorum. Sıcak bunaltıyor, saat 13.00, bambu gölgeliklere sığınıyoruz, kumlar üzerinde bir müddet güneşlendikten sonra.

Gölgelikteki uzun masayı çeşitli yiyecekler içeren bir menü ile donatıyor tekne görevlileri, balık, tavuk, patlıcan salatası ve her zamanki gibi pilav, bol meyve. Yemek sonrası, kumsal daha da sessizleşiyor, herkes sıcağın zulmünden bir gölge köşe bulup uzanıyor.

Denizde bol bol jellyfish ( deniz anası ) ve sığ olmayan dipte bol bol erişte var. Rehavet saatlerinden sonra Coron’un hit noktası Kayangan Gölü’ne gitmek üzere teknelere biniyoruz.

Coron kentinin ( kasaba mı demeli yoksa ) tam karşısında aynı isimle anılan Coron Adası bulunuyor.  Quin Reef’e giriyoruz, yine denizin dibindeki mercan kumlarının sudaki muhteşem renklerinin arasındayız. Kayangan Gölü’ne gidebilmek için tekneler burada bağlanıyor.  Aslında rahatsız edici bir tekne trafiği var. Zaman zaman, onca tayfunu, yağmuru göze alıp da buralara kış aylarında mı gelmek daha iyiymiş diye düşünüyorum.

Coron Adasında sekiz tane muhteşem göl var doğal cennetin ortasında, ama, turizm otoriteleri sadece Kayangan Gölü’nü turistlere açarak bunu feda etmekle yetinmişler anlaşılan, diğerlerini ziyaret etmek yasak.

Popüler Kayangan Gölü, yanaştığımız yerin önündeki tepenin arkasında, anlaşılan inişli çıkışlı bir patika bizi bekliyor. Bu patikanın Quin Reef’in harika panoramasına hakim bir noktasından çekilmiş fotoğraflar görmüştüm internette. Coron’un hit fotoğraflarıydı bunlar. Yukarı doğru toprak patikadan dik patikaya sarıyor kalabalık. Nefesi kesilenler, boğucu sıcakta kenara çekilip diğerlerine yol veriyor. Nefes nefese meşhur panoramanın olduğu yere geliyoruz, arkadaki muhteşem manzaranın önünde poz verip fotoğraf çektirenlerin, selfie yapanların gitmesini beklemek için bir köşede bekliyoruz.

Sonunda o güzelliği kamerama almaya çalışıyorum, tüm olumsuz ışık şartlarına rağmen. Büyüleyici renk cümbüşü yansıyor mercan resiflerinin kadrajda. Coron tanıtımında büyük payı olan bu panoramanın güzelliğine hayran olmamak elde değil.

Sabahtan beri uğradığımız sahillerde bu denli tekne yoktu, burada yoğun bir tekne ve insan trafiği var. Yürümek zor, fotoğraf çekmek zor, gezi ıstırap vermeye başlıyor kalabalıklar yüzünden.

Kayangan Gölü’ne uzanan ve ıslanınca çamur olup kayan toprak patikadan kaymamaya çalışarak iniyoruz gölün yanına. Kıyılara, ahşap platformlar yapmışlar, eşyaları bırakıp ( dikkat edin, küçük eşyalar ahşap korkulukların arasından kayarak gölün billür suları ile hemhâl olabilir. ) suya giriyoruz. On metreye kadar gölün dipi gömrünüyor, kendini yenileyebilen bir eko sisteme sahip Kayangan Gölü.Japon ve Korelilerin Filipinlere ne kadar rağbet ettiğini burada bir kez daha görüyorum. Sesleri, kahkahaları gölü çevreleyen kireç taşı kayalarda patlıyor, yankılanıyor. Göle giriş 200 PHP, tur biletlerinin içerisinde bu bedel.

Açıkçası, bunca kalabalık, yoğun güneş Kayangan’dan istenen hazzı almamı engelliyor. Ben, yukarıda fotoğraf çektiğim yerde oturup, uzanan panorama ile tefekkürlere dalmayı tercih ederdim.

Bir saat kadar Kayangan Gölü’nde kalıyor, sonra tekrar ( kimselerin kalmadığı ) o muhteşem köşeden fotoğraf çekerek aşağıya teknemizin beklediği Quin Reef’e iniyor ve Coron Town’a dönmek üzere demir alıyoruz.

Coron Town’a yaklaştığımızda mazot bitiyor, bir süre boşta kalıyor tekne, sonra, arkadan gelen bir tekneye bağlanarak sabah bindiğimiz tehlikeli rampadan Lualhati Parkının tozlarına merhaba diyoruz. Parkın kuzey kıyılarından, deniz üzerinde yükselen kazık evlerin arasından geçerek otelimizgeliyoruz,oda sıcaktan tutuşmak üzere. Klima değirmeni andıran sesi ile sıcak ile mücadeleye başlıyor.

Bugün gözüm hep Coron’un arkasında yükselen Tapias Tepesi’nde, sanki buraya çıkmazsam bir şeyler eksik kalacak. San Agustin sokağından kuzeye doğru yürümeye başlıyoruz. Aslında tricycle kiralamak da mümkün, ne hikmetse ben klimanın sesinden uykusuz kalmayayım diyerek adam akıllı yorulmak istiyorum. Sokak bitiyor, orman yolundan devam edince tricycle’ların da tepeye çıkmak isteyenleri burada bıraktığını anlıyorum. Bundan sonra yer yer çökmüş beton merdivenleri tırmanmak gerekecek. Yukarı çıkarken merdivenleri sayayım diyorum, ama; o kadar çok yoruluyor ve mola veriyorum ki her seferinde sayıları unutuyorum. Terden üzerimdeki gömlek tenime yapıştı, sıksam bir bardak su doldururum rahatlıkla.

Sıcaktan bayılmak üzereyim, bunca çıkmışken vazgeçip aşağı inmeyi de yediremiyorum kendime. Sonunda, Tapias Tepesinde yükselen devasa haçın altında, gün batımında yerimi almış oluyorum.

Duş aldığımızda, güneşin hırçın darbelerinin tahribatı azalıyor sanki. Biraz istirahat sonrası, hava kararırken, yemek için tricycle’ların egemenliğindeki caddelere çıkıyoruz. Kuzeye uzanan kaotik Roxas caddesi üzerinde, yabancıların rağbet ettiği Big Mama Restoranı görüyor ve boş kalmış tek masaya çöküyoruz.

Ben, beef curry ( köri dana ) ve pilav ( 135 PHP ) ile San Miguel bira ( 50 PHP ) alıyorum. Yediklerimi yazmayı hiç sevmiyorum, ne var ki, okurlar bütçe konusunda fikir sahibi olsunlar diye yazıyorum yediğim yemekleri ve fiyatları. Keyifli, lezzetli bir yemek sonrası sahile, sabah dolaşırken gördüğüm Sirene Restoran’ın yanındaki iskeledeki çardağa oturuyor, hafif esen rüzgarda, denizin yorgun çırpınışlarını dinliyoruz. Otelin lobisinde Türk işi kahve yapıyor eşim, bir müddet sonra da odamıza çekiliyoruz.

 

 

21 MART 2016   (  CORON  )

Yine Coron’un kargaları kahvaltılarını yapmadan ayaktayım her zamanki gibi. Sağ tarafa doğru yürümeye, yürürken de, özellikle ara sokaklara girmeye, kazık evlerin bulunduğu suyun üzerinde yükselen ahşap iskelelerde evleri gözlemeye çalışıyorum.

Karşıma, yarının büyükleri çocuklar çıkıyor, kimisi bu erken saatte boş arazilerde mafiacılık oynuyorlar, kimisi uykulu gözlerle mahalle bakkallarının tel örgülü pencerelerinin önünde dizilmişler, kimisi de tertemiz önlükleri ile okula gidiyorlar, göz göze geldiğimizde ürkek bakıyorlar bana..

Sokakta gördüğüm tek tük insanların ilgilendiği yok, selam verirsem başlarını eğerek karşılık veriyorlar, huzur bozacak bir hareketle karşılaşmıyorum. Sonra, kazık evlerin girdaplarında dolaşıyorum, ara sıra denize boşalan su sesleri geliyor, kulübelerin tuvaletlerinden.

Bir ara lüks bir tesisin önünde buluyorum kendimi, içeri giriyorum, karışan eden yok, zaten bu saatte misafirlerin hepsi uykuda anlaşılan. Coron’un kaosundan uzak huzur, lüks ve konfor kokan bir tesis burası. Suit odaların fiyatı bin TL’ye kadar çıkıyor. Çıkışta, sağdaki duvarın arkasından gelen sesler duyuyorum. Yaklaşıp baktığımda bir çeşmenin önünde kapları ile sıraya girmiş, su ihtiyaçlarını karşılayan kadınlı erkekli insanlar görüyorum. Köpeklerin oyunları esnasında havaya kalkan toz, güneş ışıklarının önünde yaldızlar gibi parlıyor.

Eninde sonunda bu çelişki bir yerlerde bir zaman patlayacak diye düşünüyorum bu sefaleti ve yanı başındaki nefaseti görünce.

Kahvaltı sonrası, bugün aldığımız B turu için yola revan oluyoruz. İlk molayı Skeleton Wreck’te vereceğiz. vereceğiz, elimdeki programa göre. 2. Dünya Savaşı’nın adamakıllı kızıştığı son döneminde, özellikle 24 Eylül 1944 günü, Busuanga ve Palawan Adaları’nın kuytu koylarına sığınan Japon savaş gemileri Amerikan Helldiver savaş uçakları tarafından teker teker batırılmış. Rivayet odur ki, bu arada esmeye başlayan tayfun da Japon savaş gemilerini bulundukları yere kilitleyince, başta ağır silahlı Akitsushima ve Okikawa Maru tanker gemileri aldıkları ağır yaralarla perişan edildiler.

Aşağıda fotoğrafta görüldüğü gibi, Busuanga Adasının Coron koylarında yatan bu gemiler, bir yandan deniz eko sistemine katkı sağlarken, emperyalizmin bir kolu olan Japon gemilerinin leşleri de fakir Filipin halklarına geçim kapısı oluyor. Palawan ve Busuanga’ya her yıl, binlerce insan bu batıkları görmek ve fotoğraflamak için gelerek döviz bırakıyor.

Skeleton Wreck, kabuğu tamamen soyulmuş, çelik omurgaları görülebilen 25 metre uzunluğunda, ancak, zemin bozuk olduğu için baş tarafı 5 metre, kıç tarafında 22 metre derinliğinde. Şnorkelimi, gopro’mu kuşanıp dalıyorum, ancak, buraya üşüşmüş teknelerde denize inen meraklılar öylesine çoğalmış ki, sadece rengarenk popolar üzerinde bikiniler görebiliyorum. Civarda biraz oyalanıp, daldıktan sonra, batığa ilginin azaldığı bir anda, yaklaşıyorum. Tabii, timpano plasti ( kulak zarı ameliyatı ) geçirdiğim için bırakın dalmayı, denize bile ancak kaçamak olarak girdiğimden, bir metre kadar dalıyor, gopro ile fotoğraflamayı deniyorum. Deniz, yaklaşık 5 metre derinliğinde ama, yoğun ilgiden öylesine bulanmış ki, hayal meyal omurgasını görebiliyorum. Bu boyda bir teknenin, savaş gemileri arasında ne işi olabilir diye düşünüyor, muhtemelen tayfunda karaya vurmuş bir balıkçı teknesi olduğu varsayımıyla, şnorkel yüzüşüne devam ediyorum, kulak zarımın bekâretini pür dikkat kollamaya çalışarak.

Henüz, sahillerinin teknelerle dolup, selfie meraklıları ile yoğuşmadığı saatlerde yanaşıyoruz Smith Beach’e. Küçük bir cennet burası da. Bambu kamışlarından yapılmış gölgelikler olmasa, insan mola sürecinde bile sıcaktan buharlaşıp, yokluğu ile tekne kaptanını telaşa düşürebilir.

Yine aynı mercan kumlar hâkim sahile, insanın tenine pudralar gibi yapışan. Havlumuzu atıp, güneş görmemişler gibi eşimle seriliyoruz güneşin altına. Henüz yarım saat geçmeden, bambu gölgeliklerin altında buluyorum kendimi. Tenimden fışkıran ter, uzun süre varlığını hissettiriyor.

Belki de Smith Beach sahillerinin tek sevimsiz tarafı, turkuaz suların arasında güçlü dalgaların kopardığı deniz eriştelerinin yüzeyi kaplaması. Bu da doğanın hikmeti diyerek sineye çekilebilir tabii ki. Günlük turlardan beklenmeyecek nitelikte bir öğle yemeği servis ediliyor, bambuların serin gölgesinde. Menü oldukça zengin; balık, kalamar, patlıcan salatası, tropikal meyveler, karpuz ile umulmadık bir şölen içinde buluyorum kendimi. Yemek sonrası daha bir rehavet çöküyor, sessizleşiyor ortalık. Beyaz mercan kumlara vuran, yorgun dalgaların şırıltısından gayrı bir şey duyulmaz oluyor.

Güney Çin Denizi’nin pek çok mucizeler, hazineler barındıran noktalarından birinde, Coron Adası’nın açıklarında ani karar vermişçesine demir atıyor kaptanımız. Daha önce de dediğim gibi bu demir atma işini hiç sevemedim, zira, altta güzelim mercan kayaları çapaların denizde taraması ile tarümar oluyor. Elimdeki programda Reef Garden yazıyor. Dalınca anlıyorum ki, gerçekten bir bahçe suyun altı, mercan kayalarının arasında, deniz florası akla ziyan güzellikleri ile karşılıyor. Bu anda, elinde düzgün ekipmanları ve deniz altı fotoğraf bilgisi olan birisi olmayı şiddetle arzu ediyorum.

Yardımcı çocuk  küçücük adalar gurubunun birinin eteklerinde bir tonoza bağlayınca dikkatimi çekiyor. Zira, hep çapa atıyorlardı, burada hazırlanmış tonozlar ve az ilerideki ikaz yazılarını görünce korunan bir yer olduğunu anladım sevinerek. Sığ bir deniz, mercan kayalarının yoğunluğu görünüyor, yemyeşil denizin altında. Gopromu alıp hemen dalıyorum, öyle sığ ki, mercanlar göğsümü çiziyor yüzerken. Ayağa kalkıp basmak tehlikeli, birincisi ayak tabanlarını delerek perişan edecek mercanları ikincisi, her ayak bir parça mercanı tahrip edecek, uzun yılların sabırla inşaa ettiği güzelim mercanları.

Filipinler’de gezim süresince gördüğüm ve hayran kaldığım su altı zenginliği burada idi bence. Tabii, ancak şnorkel yüzüşü yapılabilen ve dalış teknelerinin sertifikalı dalışçıları götürdüğü açık deniz zenginliklerini bilemem. Mor lâcivert balıklar, hâreler içinde deniz kestaneleri, zamanın nakışladığı mercanları hayranlık içinde izliyorum, yüzümde tebessümle. Bir balık kafayı takıyor, karşıma geçip iki de bir hamle yapıp göğsümü ısırıyorum. Mülkiyet duygusu burada ve bu balıklarda gelişmiş olmalı diyorum gülerek. Vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Süre dolmuş, herkes tekneye binmiş, bana sesleniyorlarmış. Ben, denizle hemhâl olmuş, kendimden geçmiş halde bir şey duymuyorum. Kaptan yardımcısı çocuk yüzerek geliyor yanıma ve artık dönmem için işaret yapıyor. Böylece, dünyadan koptuğum ender anlardan biri bitiyor, tekneye dönüyorum, gözlerim Siete Picados’un hâreli sularına bakarak.

Twin Lagün var sırada. Coron tekne turlarının Kayangan Gölünden sonra en popüler yerlerinden. Coron Adası’nın kuzeyinde yer alıyor, aslında Kayangan Gölü, Twin Lagün ve Baracuda Gölü birbirlerine çok yakınlar. Ancak, ticari kaygılarla bunları A,B,C gibi turlara serpiştirmişler. Kısacası, özel tekne kiralayarak ve seri hareket ederek bir günde tüm görülecek yerleri gezmek mümkün olabilir.

Tekne, rüzgarlı bir boğazdan girip sakin sularda, bıçak gibi keskin kireçtaşı kayalarının çevirdiği bir cennette duruyor. İleride görünen uyduruk merdivenleri kaymadan tırmanmayı becerebilenler arkadaki göle kavuşuyorlar. Asalında burası da göl değil, belki lagün de değil. Google Earth’den bakıldığında denizle irtibatlı olduğu görülebiliyor. Ama, şurası gerçek ki, bölgenin her karış yeri muhteşem renk cümbüşüne ve güzelliklerine sahip.

Hep, Uzak Doğu coğrafyasının fantastik dünyasına sezon dışı gelmeyi istemişimdir, ne hikmetse yine de, kitle turizminin en yoğun olduğu dönemlerde geliyorum. Bunda, Muson yağmurlarının, tayfunlarının payı da var tabii. Öyle olunca da, bunca güzellikler içinde dilediğim gibi fotoğraf çekememenin gerginliğini yaşıyorum çoğu kez.

Çok yakınlarda başka bir noktaya Baraküda Gölüne gidiyoruz. Kayangan Gölü’nün benzeri bir göl. Baraküda balığı bulunduğu için bu isimle anıldığını duydum. Dalanların çığlıklarına bakılırsa tek tük de olsa baraküda görüyor olmalılar. Gölün tabanından sıcak su çıktığı için, yüzeyde hârelenmeleri kısmen izlemek mümkün. Açıkçası, sabahtan beri kalabalıklardan sıkıldığım için, kısa bir dalış sonrası, gölgede oturmayı tercih ettim. Tabii, tüm gün tuzlu su ve güneşten lâkerdaya dönmüş vücudum tatlı suyu görünce eski halini hatırlıyor olmalı, ferahlıyorum.

Tabii, teknelerin yanaştığı yerden arkadaki Baraküda Gölüne ahşap merdivenlerle iniliyor. Islak ayakların bastığı merdivenler öylesine kayıyıo ki, günde binlerce kişinin basıp risk aldığı bu uyduruk merdivenler neden ıslah edilip tehlikeler önlenmez diye düşünmeden edemiyorum.

Sabahtan beri Coron ufukları bulutlu, zaman zaman yağmur yağacakmışçasına kapanıyor ortalık ve denizin yeşil-mavi rengi ışıksız kalınca tüm cazibesini yitiriyor.

Güzel bir gün saat 17.00’de Coron Lualhati park’ın tozlu köşesinde, turistlerden nemalanan bir sektöre yakışmayan çirkin iskelede ( merdiven mi demeli yoksa ) son buluyor.

Kaldığımız Palanka Guesthouse geliyor, duş alıp, yorgunluğun iyice bastırdığı saatlerde hem Palawan Adasındaki yeni hedefimiz El Nido’ya gidecek teknenin kalkacağı iskeleyi görmek, hem de yerel yaşamı gözlemlemek için İnternational Highway boyunca yürümeye başlıyoruz. Tao’dan günlük tur ve El Nido biletlerini alırken görevli kızın " pantalan “ deyip durduğu kelimeyi anlamamıştım. Sonradan, bunun dock veya iskele anlamına geldiğini farkettim.

Evlere şenlik bir “ highway “ üzerinde, toz, bitip tükenmeyen motosiklet ve tricycle trafiği içinde yürüyoruz. Hava kararıyor, highway’de sokak lambaları yok, cadde boyundaki derbeder evlerden ve küçük tel örgülü penceresi olan bakkal dükkânlarından sızan ışıklar ile kaotik araçların far ışıkları olmasa önümüzü görmekte zorlanacağız. Sonra, demir kapılarla kapalı, iskele önüne geliyor ve girişteki küçük kulübede oturan güvenlik görevlisinden El Nido’ya gidecek teknenin buradan kalktığının teyidini alıyorum.

Dönüşte karanlık ve toz bulutları arasında yürümeye cesaret edemeyip tricycle’a biniyoruz( 40 PHP ). Dün akşam yemek yediğimiz Big Mama’da, akşam yemeğimizi alıp, San Miguel şişesine sarılıyorum dört elle.

 

22 MART 2016  (  BUSUANGA ADASI-coron /  PALAWAN ADASI- el nido  )

Sabah, 03.30’da uyanıyorum, uzaklardan müzik sesleri ve bağırışlar geliyor. Akşamdan kalmaların safahatı olmalı. Biraz El Nido çalışıp, tekrar uykuya teslim oluyor ve 06.30’a kadar uyuyorum. Don Pedro caddesinin hayata katılmadığı saatlerde iniyorum aşağıya, iki gündür, caddenin başındaki marketten kahvaltı için ekmek alıyordum, bitmiş bugün. Naylon pakette sandviçlerden alıp, odamın yolunu tutuyorum. Kahvaltı yine mükemmel, memleket işi peynir, zeytin ve reçellerle devam ediyor.

Çantalarımızla son kez Don Pedro caddesine iniyor ve tricycle’a yüklüyoruz ( 40 PHP ). El Nido’ya götürecek Bunso isimli tekne iskelede bekliyor. Rahat oturma salonunda bir müddet bekledikten sonra Bunso’ya alıyorlar.

El Nido’ya gitmek için başka yollar da var, birincisi uçakla gitmek, ikincisi Filipinler’den kalkan Attienza işletmesinin feribotu. Ne var ki, internetten incelemelerimde buna rezervasyonun hayli zor olduğunu öğrendim, üstelik Manila’dan kalktığı için genellikle dolu oluyordu.

Bunso, bu teknelerin içinde en iyisi galiba okuduklarım doğruysa. Bir de Jesabelle adında tekne var ki, ne hikmetse herkes illallah demiş. Bunso, Coron’dan El Nido’ya Salı, Perşembe, Cuma ve Pazar günleri hareket ediyor.

Tahta banklara yayılıyor elliyi aşkın yolcu. Hareket etmeden önce can yelekleri dağıtılıyor, iyi de oluyor, herkes ya poposunun altına koyuyor, kuru tahtayı konforlu hale getirmek için, ya da uzanıp başına yastık yapıyor. Ardından Sahil Güvenlik görevlisi olduğu anlaşılan bir ekip geliyor, içlerinden bir kadın bizi kameraya kaydediyor tek tek, diğerleri can yeleklerini kontrol ederken. Sanki yolcuları son kez görüyorlarmış gibi geliyor bana, belki de, Coron-El Nido arasında çalışan teknelerin güvensizliğine dair okuduklarımın etkisindeyim hâlâ.

Saatinde hareket ediyor Bunso4, Coron town’un kazıklı kulübeleri, tek tük çok katlı yapıları giderek kayboluyor, denizin rengi berraklaşıyor, iyot kokusu dolduruyor ciğerlerimizi. Yaklaşık 30 km/ saat hızla hareket ediyor bankamız. Banka, yerel isimde bu tür geleneksel teknelere verilen ad. İki yana kalın halatlarla ( kesinlikle çivi veya vida kullanılmadan ) bağlanmış denge ağırlıkları ile güvenle hareket mümkün oluyor, eni oldukça dar olan bu teknelerle. Güney Çin Denizinde zaman zaman ürküten dalgaların içinde ilerliyoruz. Denge ağırlıklarını oluşturan bambuların suya her dalışında bağlı oldukları halatlardan ve tekneden çatırtılar yükseliyor. Ancak, ilerleyen saatlerde bu seslere duyarlılığımız azalıyor. Teknenin yanlarında hiçbir önlem, denizci dilinde vardavela konulmamış. Kayıp dalgaların arasında kaybolmak işten değil.

Teknenin yan tarafında, diyelim güvertede, ahşap ızgaralı zemine oturup, bambu çubukların dalgalarla hemhâl oluşunu izliyorum. Hareket edeli bir saat oldu, dalgalar hayli sertleşti, içerideki salonda sesler kesildi, uzanıp camsız pencereden bakıyorum, herkes derin uykulara dalmış.

Saat 11.00’de strafor tabaklar içinde, sebze yemeği ve pilav veriliyor. Erken sayılan bu saatte de herkes iştah ile bitiriyor tabaklarındakileri. Motor durmadan homurdanmaya, dalgalara girdikçe zavallı Bunso4 çatırdamaya devam ediyor. Pek çok cenneti andıran bâkir yerleşimlerden geçiyorum, mercan kumları ile kaplı, Hindistan cevizi ağaçları kaplı rüya gibi sahillerden. Bazen, önünde demirlemiş küçücük teknelerin olduğu balıkçı köylerini görüyorum hayal meyal.

Saat 13.30’da El Nido görünmeye başlıyor. Sekiz saat süreceği söylenen yolculuk altı saat sonra kazasız belâsız bitiyor. İnsafını yitirmiş bir güneşin yakıcı ışıkları altında otel aram faslı başlıyor. Ölçülerimize göre otel yok, ya çok pis, ya da çoğu dolu. Motor ve tricycle kaosu Corondan da beter El Nido’da. Neredeyse El Nido’nun tüm sokaklarını dolaşıyoruz. Sonunda, ilk başta burnumuzun batmadığı, daha doğrusu fiyatını yüksek bulduğum Gonzales Pension’a karar veriyoruz( 1000 PHP ).

Otel ararken neredeyse El Nido’nun tamamını gezdim demiştim, bu arada hemen her evin bahçesinde horoz kulübesi gördüm. Filipinliler horoz dövüşüne çok meraklılar. Horoz dövüşü, bildim kadarıyla Eski Çin, Roma ve Yunanistan’da da çok yaygındı. Halen Güney Amerika ülkelerinde, Meksika’da, Antil ülkelerinde ve Filipinler’de en yaygın eğlence olarak kabul edilir. Dövüştürülecek horozlar özel beslenir ve yetiştirilir. Kıyasıya dövüşüp enerjileri tükenen horozlardan dövüş sonunda üç dakika ayakta kalan kazanmış sayılır.

Neyse, El Nido’ya horoz sohbeti ile başladım galiba. Odamıza yerleştikten sonra, akşam yemeği için caddelere ve sahile çıkıyoruz. Tricycle’ların egzost ve gürültüsü, tıkalı yollarda slalom yapan sürücülerin yarattığı risk ve her adımda önümüzü keserek inci satan kadınların varlığı El Nido’daki ilk anlarımızı oluşturuyor.

Karanlık bir sokakta yoğun pizzacı dikkatimizi çekince eşimle giriyoruz. Yabancıların tercih ettiği, temiz, servisi hızlı bulunca beğeniyoruz. Yalnız istediğim Red Horse birasını öyle dondurmuşlar ki, ağzıma buz parçacıkları geliyor, bira tadını alamıyorum ve ilk defa bir bira şişesini dolu olarak bırakıyorum masada. Altı saat dalgalar arasında çalkalanmanın verdiği rehavet ağır ağır hissettiriyor kendini, , fanın serinlettiği odamıza dönüyoruz.

 

23 MART 2016   (  EL NİDO / maremegmeg, las cabanas ve dolarog sahilleri  )

Kaldığımız tesis El Nido’nun ana arterlerinden Rizal caddesi üzerinde olunca, tüm gece boyu, tricycle’ların gürültüleri ile bölündü uykumuz. Yine de, 06.00’dadinç olarak güne başlıyor ve kuzeye doğru ilerliyorum. Sahilde kimseler yok henüz bomboş kumsalda birbiriyle oynayan köpeklerden başka. Güneş El Nido’nun sırtını dayadığı 220 metre yüksekliğindeki tepeden çıkmadı henüz, şimdilik ortalığı aydınlatmakla yetiniyor.

Koyda dizili bankalar ( bu coğrafyadaki geleneksel teknelere banka deniliyor. ) sakin suda, bugün gezdirecekleri müşterilerini bekliyorlar. Sahil boyunca dolaşıyorum, henüz ışık yetersiz olduğu için fotoğraflar keyif vermiyor. Geri dönüyor, kaldığımız pansiyonun yanında, önünde tam gün kuyruklar oluşan fırından ekmek alıp sabah kahvaltısı için odama dönüyorum.

Yarın için ada turlarından A turunu seçiyoruz. Zar zor %25 indirip yaptırıp 1000 PHP/kişi ödüyoruz. Mola verilecek yerlerde ödenecek 200 PHP hariç. Filipinler ( diğer bölgelerini bilemem ) gezi esnasında uğranacak yerlerden giriş ücreti alıyor. Bazı yerlerde ciddi ciddi bilet verildi elimize. Bu bedelin içinde olduğu turlarda, herhangi bir belge verilmedi. Günahlarını almayayım ama, yörenin denetim mekanizmasına göre bu giriş ücretleri istismar konusu olabiliyor gibi geldi bana.

Turizm ofisinden bir harita alıp, bugünü geçireceğimiz sakin bir koy arıyorum. Sabah yürüdüğüm El Nido’nun kuzeyindeki koylar oldukça pis ve bakımsızdı. Bu nedenle El Nido havaalanının da kuzeyinde  Pasadena koyunda El Nido Cove adlı tesisin bulunduğu sahili gözüme kestiriyorum. Turizm ofisindeki kadın Pasadena için tricycle’a ödenecek paranın 200 PHP civarında olduğunu söyleyince,  bir tricycle’a biniyor ve kuzeye uzanan yollara revan oluyoruz. Yaklaşık sekiz kilometre sonra asfalt bitiyor, kırmızı toprak yolda bizler de kırmızı tozlara bulanarak ilerliyoruz. Yol boyu, birbirine yapışmış, eskimiş bambudan evler, küçücük bakkal dükkanlarının önünde sabahın köründe coıca cola ve patates cips almak için ayakları çıplak zavallı çocukları görüyorum. Yaklaşık 20 km. sonra El Nido Cove tesisinin levhasını görüp yoldan ayrılıp, iyice darlaşan patikada toz içinde, kumlara pata çıka devam ediyoruz. Önümüze çıkan kocaman demir kapı ile yolculuğumuz bitiyor. Aynı anda, kapının ardındaki bekçi kulübesinden iki üniformalı görevli fırlıyor ve ellerindeki listeye bakıp adımı soruyorlar. Eyvah diyorum o anda, geldiğimiz gibi dönmek göründü tekrar. Zira, bizim rezerve yaptırıp tesise geldiğimizi sanmış olmalılar. Müşteri olmadığımızı sadece Pasadena koyunda yüzmek istediğimizi söyleyince yüzleri asılıyor ve özel mülkiyet olduğunu girmenin yasak olduğunu söylüyorlar. Ben, dilimin döndüğünce, deniz ve sahillerin herkese açık olduğunu bu nedenle yasak olmamasını anlatıyorum ümitsizce. Velhasıl geriye dönüyoruz. Tricycle’ın sürücüsü de bizim otele müşteri olduğumuzu sanmış, biz de denizden yararlanıp yararlanamayacağımızı sormayınca onca yolu geri dönmek zorunda kaldık. Sürücü bu kez yanda bir yola giriyor, karşımıza dikenli teller çıkıyor. Şu ana kadar, pek çok boş arazide “ özel mülkiyettir “ girilmez levhası görmüş ve tümünün dikenli tellerle çevrildiğini fark etmiştim.

Sürücüye, rahat denize girebileceğimiz bir yerlere götür deyince, gelkdiğimiz tüm yolları yine kırmızı tozları yutarak geri dönüyor, bu kez El Nido’nun güneyine hareket ediyoruz. Las Cabanas sahilleri, geniş kumsalları ile çok popülermiş oysa. Ben, kentten uzak olsun düşüncesiyle Pasadena’yı yeğlemiştim. Oysa, El Nido’nun 5 km. güneyindeki Las Cabanas ve Marmegmeg sahilleri ne kadar keyifliymiş.

Beach Shack’in yanı başındaki bir kauçuk ağacınına gölgesine yayılıp, kâh denize giriyor kâh yandaki kafeden Red Horse birası ile demleniyorum. Güneş iyice yükselmeden ayaklarımı kesen mercan parçacıkları üzerinde yürüyerek daha güneye Dolarog sahillerine yürüyorum. El Nido’nun ve Las Cabanas’ın yoğunluğundan eser yok buralarda. Kokonat gölgesine sinmiş, meşk içindeki aşıklar, dili bir karış dışarıda kendinden geçmiş köpeklerden başka kimse yok, benden başka da hareket halinde bir canlı yok. Salaş tesislerin çoğu kapalı. Ben de bir ağaç gölgesine sığınıp, çılgın kalabalıklardan uzak günlerce kalabilirim burada.

Kumların arasındaki kırık mercanlart ayaklarıma, gittikçe insafsızlaşan güneş cildime azap vermeye başladı, dönüyor, o ağacın altına ve Red Horse birasının serinliğine sığınıyorum tekrar. Güneş tepemizde artık, denizin renk oyunları, hârelenmeleri bitti. Sıcak arttıkça civarda güneşlenenler, ağacımızın gölgesine sokuluyor, bir an geliyor adamakıllı haşır neşir oluyoruz Rus gençlerle.

Las Cabanas’da güzel anlar yaşıyoruz, 16.30’da toparlanıp tricycle’ların bulunduğu yere yürüyoruz. Girişi engellenmiş büyük bir arazinin yanında incecik kum bir patikanın kuytuluğunda güneşin verdiği tükenmişlikle adım atarken, Ağustos ayının Patara’sını anımsıyorum bir an. Trycle ordusundan birini seçerek El Nido’ya, odamızın serinine sığınıyoruz( 50 PHP ).

Dinlenmenin ardından El Nido’da hediyelik eşya stantlarını dolaşıyor, hediyelik bir şeyler arıyoruz, ne yazık ki, bunca güzel ürünlere rağmen kayda değer bir şey bulmakta zorlanıyoruz. Bulunduğumuz Rizal caddesinin sahille buluştuğu sağ köşede çok hareketli bir restoran görüyoruz. Çok çeşitli balıklar, dev karidesler, istakozlar teşhir ediliyor, seçip tartıp kilo hesabı ödeme yapıyorsunuz. Çok kalabalık olmasına rağmen, servis bekletmeden geliyor. İri bir kalamar ,ile yerel balıklardan Red Snipper alıyoruz ( 600 PHP ), yanında pilav ve San Miguel birası ile şölene dönüşüyor kumlar üzerindeki masada yemeğimiz.

24 MART 2016 (  EL NİDO  )

Bugün A tipi tekne turu almıştık ( 1000 PHP ) günümüz denizde geçecek yani.  El Nido’ya sükûnetin hâkim olduğu saatlerde kalkıyor ve sahile yürüyorum. Birkaç ikircikli adam teknelerini temizlemeye başlamışlar bile. Bir ahşap binanın ikinci katındaki minik terasına tünüyorum adeta ve ışığın ipek olduğu saatlerde peş peşe fotoğraflar çekmeye başlıyorum.

Kahvaltı için otele dönüyor, yeni maceralara açılmak için çantalarımız elimizde tekneye binmek üzere sahile geliyoruz. Tabii, önce, Turizm Ofisi’ne gidip kişi başı 200 PHP vererek giriş fişi alıyorum. Asalında, bilet satan acentalar da bu bedeli alıyorlar, ama; bana biraz sorunlu geliyor bu paranın yerini bulabilmesi, bu nedenle ilk elden Turizm Ofisine kesilmeyi tercih ediyorum.

Saat 09.00, sahilde bekliyoruz, şimdiden güneşin altında durmak mümkün değil. Bizim tekneyi diğer teknelerin arasından manevra yaparak yanımıza getirmek, akla zarar beceriksizliklerle uzayıp gidiyor. Sonunda, banka sahile yaklaşabiliyor. Yaklaşıyor diyorum çünkü, bele kadar suya girmek, tabii bu arada, ıslanacak değerleri eşyaları sudan korumak gerekiyor.

Özellikle hanımlar, daha yolun başında pişman olacak kadar akrobasi yapmaları gerekiyor, tekneye binene kadar. İlk durağımız 7 Command Beach ( Yedi Komando Plajı ), geniş beyaz mercan kumlu sahili, türkuvaz denizi ve sempatik bambu gölgelikleri ile keyifli bir yer burası. Arkada boydan boya kokonat ağaçları uzanıyor. Filipinler’in olmazsa olmaz panoramaları içindeyiz yine.

7 Seven Beach, El Nido’ya hakim tepenin tam arkasında kalıyor. Keyifli moladan sonra hareket ediyoruz. Az sonra tekne arıza yapıyor. Kaptan elinde çekiçle insafsızca vuruyor bir yerlere. Sanırım, şanzıman ile ilgili bir sorun var. Bu coğrafyada teknelerin ikide bir deniz ortasında arızalanması sık karşılaşılan bir durum. Neredeyse alıştık artık, her arıza giderilmesinde yolcuları oyalayıp, sıkılmadan zaman geçirmeleri için söyledikleri, “ here is coral reef “ mavalına da.

Yarım saat süren tamir sürecinden sonra “ small lagün”e devam ediyoruz. Şaşırtıcı bir tekne trafiği ve denize dökülmüşçesine yoğun insan kalabalığı ile karşılaşıyoruz. Teknelerin egzost kokularına, mangalların dumanları karışıyor. Tam bir curcuna, kaptanın; deniz anası dokunur, deniz kestanesi batar ayağınıza “ ikazlarını dahi dinlemeden herkes dökülüyor denize. Burada kano ( burada kayak deniyor ) kiralamak çok popüler ( 300 PHP ).

Snorkelimi kuşanıp, lagün içlerine ilerliyorum suyun altındaki harika varlıkları seyrederek. Su genelde sığ, bir de yoğun insan baskısı ile bulanmış su içindeki güzelliklerin detaylarını gizlese de muhteşem bir yerde olduğuma inanıyorum. Mercanlar, deniz kestaneleri ve çok renkli tropikal balıklar ile iç içe olmanın unutulmaz anlarını yaşıyorum.

Saat 13.00’de harika bir yemek masası donatılıyor teknede. Nerdeyse tüm deniz ürünlerinin dizildiği masa, small lagün’ü daha da güzelleştiriyor.

Kısa bir rehavet döneminden sonra büyük lagün’e yola çıkıyoruz. Tekneler peş peşe aynı yerlere akınca kalabalık çekilmez oluyor. Bu lagünde de su doğal olarak sığ, yüzlerce kişinin suda yürümesü suyu neredeyse görünmez kılıyor. Üstelik su içinde yürürken yürürken gerekli olan deniz ayakkabılarımı takmayınca, mercan kırıkları ayaklarıma dayanılmaz masajlar uyguluyor. Uzunca bir yürüyüşten sonra aniden derinleşiyor su ve burada yer yer yine mercan kayaları, tropikal balıkları gözlemliyorum.

14.45’de demir alıyor bir başka cennet koya Secret Lagün’ün solunda bir tonoza bağlanıyoruz. Burada da şnorkelimle dolaşıyor ve öpüşen mavi balıkları fotoğraflamaya çalışıyorum. Tekne gölgede kalınca, tüm gün güneşi yemenin verdiği darbe ile ürperiyor, etrafı seyretme yetinip denize girmiyoruz.El Nido’ya hareket ediyoruz, güneşin insafsızlığını terk ettiği saatlerde. Yine sorunlu demirlemeden sonra, çantalar omuzlarımızın üzerinde yarı belimize kadar su içinde karaya yürüyoruz.

Teknede öyle keyifle yemek yemişiz ki, akşam yemeğini meyve ile geçiştiriyoruz. Elimdeki pesolar bitti. Döviz bozdurmamız lazım, kaldığımız pansiyonun paraları ödenecek. Puerto Princesa’ya gitmek için bilet almam gerekiyor. Ayın 25 ve 26’sı resmi tatilmiş. Yarın “ good friday “ dedikleri günleri var, cumartesi günü ise “ black Saturday “ isimli bir günü kutluyorlar. Good Friday katolikler için çok önemli, Paskalya öncesi Cuma günü kutlanıyor ve İsa’nın çarmıha gerilmesi anılıyor. Black Saturday ise Paskalyanın kutlandığı kutsal haftanın son cumartesi kutlanıyor.

Dolaşıyorum, El Nido’da tüm döviz büroları kapalı. Küçük pankartlar asılmış ve düşük fiyatla bozan birkaç ev görüyorum. Normalde 1 €= 52 PHP iken yaşlı kadın Mama, 46 PHP’den bozuyor ve parasız kalmadığım için bu küçük kurnazlığı sineye çekiyorum.

 

25 MART 2016   (   EL  NİDO /  NACPAN /  EL  NİDO  )

Gece sıcak nedeni ile sık sık bölünüyor uykum. Hiç sevmediğim halde klimayı arar oldum, odada değirmen gürültüsü ile çalışan fan nedense bu akşam yetersiz kalıyor.

Erken saatlerde yine sahildeyim. Bulutlar, güneş ışıklarını adam akıllı kesiyor. Karşıdaki ada, güneşin ışık oyunları içinde zaman zaman bıçakla kesilmiş gibi şekiller alıyor. Dün sabah tünediğim minik terasıma gidiyorum yine, güneşin izin verdiği kadarı ile El Nido’yu ve bankalarını fotoğraflıyorum.

Yandaki fırından dumanı üzerinde ekmeklerden alarak kahvaltı için odama dönüyorum. Bugün El Nido’da son günümüz, yarın Filipinler gezimizin son ayağı olan Purto Princesa’ya geçeceğiz. Oradan bineceğimiz uçak bizi Tayland’a Bangkok’a götürecek ve İstanbul’a uçarak geziyi sonlandıracağız. Purto Princesa’ya klimalı minübüsler gidiyor ve yol 5-5.5 saat kadar sürüyor( 500PHP ).

Bugünü Nacpan sahillerinde geçireceğiz. Yoldan çevirdiğim tricycle 1500 PHP istiyor, 1000 PHP’ye anlaşıyoruz. 45 kilometrelik yol, yer yer toz duman içinde, kumların arasında bir saat sürüyor. Aslında iki gün önce gelip Las Cabanas sahillerine döndüğümüz Pasadena Nacpan’a oldukça yakınmış. O gün buralara gelmişken daha kuzeye Nacpan’a gidebilirmişiz. Ehh, gezgin halleri, böyle poylar kırılıyor zaman zaman. Denize dönen dar patika tamamen kumla kaplı olunca kayarak toz içinde ilerliyoruz Nacpan sahillerine.

4.5 kilometre uzunluğunda sarı incecik kumlarla kaplanmış, kokonat ağaçlarının sıralandığı harika bir sahilmiş Nacpan. Sakin, rüzgarsız bir anda ayak basıyoruz Nacpan’a, trycyle sürücüsü akşam üzerine kadar bizi bekleyecek. Güneş yükselmeden fotoğraf makinemi alıp, güneye yemyeşil Calitang tepesine doğru yürümeye başlıyorum.

Az sonra Nacpan balıkçı köyünün yanına geliyorum. Tipik hasır panellerden oluşan duvarları, kokonat yaprağı ile örtülü çatıları ile kokonat ağaçlarının gölgesinde balıkçıların yanyana dizilmiş evleri öylesine şirin gözüküyor ki. Sahile çekilmiş balıkçı teknelerinin arasında çocuklar oynuyorlar. Fotoğraf çekerken içlerinden biri yaklaşıp selâm veriyor. Adı James, köyü gezdirebilirim diyor, kabul ediyorum. Sahil boyunca, karşıda yaklaşık 100 metre yüksekliğindeki Calitang tepesine doğru yürüyoruz. Dar bir boğaz deniz ile köyün yanı başındaki göleti ayırıyor, gölün yanında da Calitang tepesi yükseliyor. Tozlu patika çok dik, kıyıdaki otlara tutunarak yürüyebiliyorum, terden sırılsaklam olmuş ayaklarım sandaletin içinde sürekli kayıyor. Önümde mükemmel görünüşüyle Nacpan sahilleri, uzaklarda sisler içinde Lalutaya Adası görünüyor. Calitang tepesinin karşısındaki küçük ada da çok şirin. Önünde, bölgenin en ciddi tur operatörlerinden Tao’nun bir gezi teknesi türkuvaz sularda uyuyor. Tao, bölgede farklı süre ve niteliklerde geziler düzenliyor. Ancak, Batılılar Tao’ya öyle ilgi gösteriyorlar ki, ben daha geziye çıkmadan önce internetten baktığımda düzenlediği turların hemen hepsi rezerve edilmişti.

Bolca fotoğraf çekerek aşağı iniyor, James’e 50 PHP ( yaklaşık 1 euro ), yüzü sevinçle doluyor, öğrenciymiş, babası da köyde balıkçılık yapıyormuş.

Fotoğraf çeke çeke, yürüyüşe başladığım noktaya, eşimin yanına geliyorum saatler sonra. Bugün, Good Friday, tatil olduğu için ilerleyen saatlerde yerel halk da geliyor. Giderek, sabahın büyüsü kayboluyor Nacpan sahillerinde. Güneş yükseldikçe denizin renkleri tek düzeleşiyor. Gölgeye çekilip San Miguel ve kokonat ağaçlarının serinliğine sığınma zamanı artık.

 17.00’ye kadar denize giriyor, bira içiyor, etrafın güzelliğini seyreyliyorum. Sonra, içerilerde bir kulübenin önünde diğer sürücülerle kağıt oynayan sürücümüzü bulup El Nido’ya yola revan oluyoruz.

Yine, kumların içinde kayarak, sarı toprak patikalarda toz içinde kalarak ana yola çıkıyoruz. Bu sefer de El Nido’ya yaklaşırken bir yokuşu çıkamıyor tricycle. ERşimle iniyoruz, trcycle geri dönüyor, düzlükte kaptırıyor ve ancak 300 metre ileride duruyor. Eşimle ben, sıcakta peşinden yürüyoruz, gelen geçen yereller gülerek bakıyor halimize.

El Nido’ya varıyoruz sonunda ve kaldığımız Gonzales Pansiyonun önünde iniyoruz. Güneşin dayak attığı gün boyu gevşeyen vücudum banyo sonrası dirilir gibi oluyor. Fırsat bilip, yine sokağa atıyorum kendimi. Rizal caddesine çıkan yolu motosikletli polisler kapamış. Gelirken, ellerinde mumlarla ilerlediğini gördüğümüz konvoy, buraya kadar gelmiş ağır adımlar. Good Friday kutlamaları yapılıyor anlaşılan. Camdan bir tabut içinde İsa’nın cenazesi taşınıyor omuzlar üzerinde. Çevresinde farklı renklerde cübbeler giymiş gençler yürüyor. Hemen arkasında bir adam gitar çalarak izliyor onu. El Nido’lular da ellerinde kandiller ve mumlarla iki sıra halinde çok ağır adımlarla yürüyerek ilahiler söylüyorlar.

Filipinlerde dini inançlar çok farklı olmasına rağmen ana ekseni %92.5 çoğunlukla Hristiyanlar oluşturuyor. Bunların içinde Ortodoks, Protestan, çoğunluk olmak üzere Katolik,  250000 civarında Bahaî, Budist ve kâdim mitolojik geleneklere yaslanmış inançlar bulunuyor. Gözlediğim kadarı ile evrensel Katolikliğin içine geleneksel motifler de karışmış gibi geldi bana.

Kiliseye doluyor konvoy, rahip elindeki şişedeki sıvıyı sıraları dolaşarak halkın üzerine döküyor, kürsüde gülerek bir şeyler anlatıyor ve cemaatin alkışıyla tören son buluyor.

Giderek hava kararıyor, midyeli, kalamarlı pizzaya tav oluyor ( 390 PHP ) ve günü bitiriyoruz. Lobide zayıf wi-fi ile dünyayla bağlantı kurma çabalarımız bıktırıyor, vazgeçip yataklarımıza çekiliyoruz.

26 MART 2016       (  EL NİDO  -  PUERTO PRİNCESA  )

El Nido’da son gün ve son saatlerimiz. 10.30’da minübüsle son kentimiz Puerto Princesa’ya gideceğiz. Her zamanki gibi, sahile çıkıyorum önce, rüzgâr ve dalga var. Tekne turuna çıkacakların Allah yardımcısı olsun, ıslanmadan nasıl binecekler diye düşünmeden yapamıyorum.

Yolda bir trycyle çeviriyor ve otobüs terminaline gidiyoruz( 50 PHP ). Rorobus denilen otobüsler daha çok köylere gidiyor olmalı. Altı, üstü tıka basa eşya ve insan dolu. Bir diğier taşıma aracı, Amerikalıların 2. Dünya Savaşından sonra terk ettiği Jeepney’ler. Hepsi alımlı ve dinç görünüyor, çoğu krom kaplamalı. 70 yıl sonra hâlâ kullanılıyor olmaları inanılır gibi değil.

Sıcak bastırdı, otobüs terminalinin üzeri saç kaplı, ısıyı aşağı veriyor, yine e kızgın güneşten iyidir diyerek oturup hareket saatini bekliyoruz. Kıyıda asılı bir levha dikkatimi çekiyor.

Neyse fazla gecikmeden değil, hareket saatinden tam 45 dakika önce hareket ediyor minibüs Puerto Princesa’ya doğru. Ama, terminalden çıkar çıkmaz polis ekibi çevirip durduruyor aracı. Şoför telaşlanıyor, telefon açıp birileri ile konuşuyor uzun uzun sonra da konuştuğu telefonu polise uzatıyor. Yine uzun ve tartışmalı diyalogdan sonra polis aracın hareket etmesine izin veriyor.

Las Bahamas plajlarının önünden geçerek yola çıkıyoruz. Filipinler’in ulusal kahramanlarından biri olan Jose Rizal’in adına ülkenin her köşesinde rastlamak mümkün. İspanya işgali yıllarında yazıları ve örgütlenmesi ile ön plana çıkan yazar 35 yaşında ölüyor. Yol boyu adına rastladığım için kısaca yazayım istedim. Palawan Adası’nın güneyine uzanan yollar güneyinden çok daha güzel ve bakımlı. Beton yol üzerinde yemyeşil bir dokunun içinde ilerliyoruz. Giderek virajlar başlıyor, bir sağa bir sola savruluyoruz. El Nido civarındaki köylerden daha temiz daha bakımlı yerleşimlerden geçiyoruz. Saat 13.00’de Roxas yakınlarında bir restoranda mola veriyor şoför.

Puerto Princesa’ya yaklaştıkça deniz kenarında oteller, dinlenme tesisleri başlıyor, yolu çevreleyen rengârenk begonviller arasında bitiyor yol ve Rizal caddesinin üzerinde solda abuk bir yerde indiriyor bizi şoför ve sorularımıza cevap ta vermiyor. İyi kötü kenti haritadan öğrenmiş, oteller bölgesini gözüme kestirmiştim. Ancak, ulu orta bırakınca nerede olduğumu da kestiremiyorum. Bir anda etrafımızı yirmi kadar tricycle sürücüsü sarıyor ve çantalarımızı çekiştirmeye başlıyorlar. Bunlardan kurtulmanın yolunu daha önceki deneyimlerimden bildiğim için sert bir şekilde bağırıyorum, etrafımızdaki çember genişliyor bir anda. İçlerinden eli yüzü düzgün birini seçerek, bizi en yakın ucuz ve temiz bir otele götürmesini söylüyorum( 50 PHP ). Birkaç kalitesine göre fiyatı pahalı olan otele baktıktan sonra havaalanının hemen yanında Edezer Pension’u beğeniyoruz ( 1000 PHP ). Havaalanına yakınlığı gürültü olarak rahatsız eder düşüncemiz, günde iki kez uçak kalktığını öğrenince bitiyor.

Biraz dinlenip kendimize gelince Rizal Caddesi boyunca dümdüz yürüyoruz. Puerto Princesa ismi, naif temiz ve romantik bir kent çağrışımı yapıyor. Ancak yürüdükçe hüsrana uğruyoruz. Caddeler ikinci el kullanılmış giyim eşyası satan salaş dükkanlarla dolu. Hele, Rizal caddesinin sonlarındaki Immaculate Conception Katedralinden ileriye limana giden kısım da korkunç bir sefalet görüntüsü var.

Malûm bugün de Black Saturday günü kutlanıyor. Yine ellerinde mumlarla Immaculate Conception Katedraline yürüyen kafileyi görünce biz de katedralin bahçesine giriyoruz. Kafile bahçeyi dolduruyor, epey bekledikten sonra rahip geliyor, inadına güleryüzlü biri, ayine başlıyor, önünde hazırlanmış ateşi tutuşturduktan sonra. Halk yine ellerinde mumlarla iki sıra halinde kent sokaklarını dolaşmaya başlıyor.

Plaza Cuartel, ağdalı kapısının ötesinde sıkıntılı, kasvetli küçük bir park. Ortada duran levhayı okuyunca negatif elektriğin nedeni anlaşılabiliyor. 2. Dünya Savaşı yıllarında, 1944 Aralık ayında Japon askerleri, buradaki Amerikan askerlerinin sığınağına baskın yapıyor ve 150 askeri öldürüyorlar, bunlardan sadece yedisi hayatta kalabiliyor. Panolarda, savaş yıllarında Filipinliler’in ve Amerikan askerlerinin Japonlar tarafından uğradığı katliamlar anlatılıyor. Burada da anlıyorum ki; Amerikan askerleri Filipinler halkını öyle etkilemişler ki, onca istismar ve sömürüye rağmen, ülkelerini işgal eden tüm işgalciler içinde Amerikalı’lara ayrı bir sempati duyuyorlar.

Parkın bir köşesinde ölen Amerikan askerleri için yapılan anıtı görüp, bu negatif atmosferden dışarı atıyoruz kendimizi. Katedraldeki ayinden, giysilerden ve ortada yakılan ateşten anlıyorum ki, hangi yeni dini benimserse benimsesin, kâdim inançlarının tümünden vaz geçemiyor.

Rizal caddesinde akşamüzeri ilk çıktığımızda, neredeyse bomboştu, hava karardıktan sonra insan ve araç ( tricycle tabii ) öyle arttı ki, karşıdan karşıya geçmek bile sorun olmaya başladı. Akşam yemeği için Mang İnasal isimli fast-food zincirine giriyor, balık ve pilav yiyoruz ( 242 PHP/ 2 kişi ).

Sonrasında, kaotik Rizal caddesini kat ederek Edezer Pension’un sessizliğine sığınıyoruz.

 

27 MART 2016  (  PUERTO PRİNCESA )

Havaalanının dibindeyiz, ama, girişi için 500 metre kadar yürümek gerekiyor. Sabah kalkınca hem spor olsun, hem de kafamdaki soruya cevap bulabilmek için, eşimle Rizal caddesi boyunca yürüyor ve çelişkilerle dolu binaları ve çevreyi izliyoruz. Daha önce yazdığım gibi, Tayland-Filipinler arası uçan Cebu Pacific lowcost firmasından internet kanalı ile bilet almak mümkün olmamıştı, Türkiye’de aylarca uğraşmama rağmen. Neticede, Bangkok’ta, Cebu Pacific firmasının bilet satış acentasını bulmuş ve Phuketten Busuanga Adası gidiş, Palawan Adası Puerto Princesa dönüş biletlerimizi, (internet fiyatından 170 $/ kişi fazlasına, 580 $’a ) astronomik fiyatlara alabilmiştik. Puerto Princesa’ya geliş nedenimiz de El Nido’dan Bangkok uçuşu olmadığı içindi. Bangkok’ta Quality Express acentasından aldığım biletlerde terminal fee ( havaalanı vergisi ) ile ilgili sorun çıkacağını seziyorum. Havaalanındaki kız da, bilet aldığım acentadaki Gift’in mailime yazdığı cevapla aynı şeyi söylüyor. Manila-Bangkok uçuşu için vergi ödemeyeceğiz, ancak, Puerto Princesa-Manila için 200 PHP/ kişi  ödeyeceğiz kısacası.

Edezer’e dönüyor, sağlam bir kahvaltıdan sonra, Rizal caddesinin Puerto Princesa Kuzey Yolu ile kesiştiği kavşaktan sağa dönerek, Robinson’s Place’e yürüyoruz. Puerto Princesa’da gezilecek yer fazla yok. Popüler olan Honda Bay gezisini yarın yapmayı düşünüyoruz. Yol üzerinde pek çok hediyelik eşya dükkanı var, ama; özgün, farklılığı olan bir ürün bulmak zor. Robinson’s Place bir AVM zinciri, buradaki döviz bürosundan para bozdurup, dönüşe kadar yetecek peso’yu ayırıp, üzerimdeki Tayland Baht’larını da peso’ya tahvil ediyorum. Hiç sevmediğim halde, bugün AVM ve hediyelik eşya mağazalarını dolaşmak gibi bir sıkıntı geliyor başıma. Yalnız gezilerimde, özgün birkaç biblo, ( özellikle ahşap oyma ) haricinde pek bir şey almam, ama; hanımlar, dönüşte yakınlarına vereceği hediyelik eşya alma derdinde oluyor çoğu kez.

Ben, bir mağazanın kuytu, tozlu bir köşesinde, bıçak ile oyulmuş ahşap biblo görünce dayanamıyor alıyorum ( 300 PHP ).

Amansızca bastıran sıcaktan, enerjimin son kırıntılarını da sergileyerek yürüyerek Edezer Pansiyona geliyorum. 18.00’e kadar odanın önündeki serin avluda dinleniyor, hemen karşımızdaki harabe binada oturan ailenin küçük çocuklarının fotoğraflarını çekiyorum.

Filipinler, Tayland kadar zengin yemek imkanları vermiyor. Lezzet ve tesis olarak Tayland’ın her sokağında dahi yemek bulmak mümkün iken, gezdiğimiz adalarda bunu göremedim. Mesela, Puerto Princesa’da üç beş fast food zincirinden başka bize hitap edecek yer bulamadık. Bu akşam da, Chowking isimli restoranda hamura sarılmış et dolması ve bizim büryanı andıran pilavını sipariş ediyorum(80 PHP ).

Vakit hayli geç oldu, Rizal Av’in kalabalık kaldırımlarına dizilmiş hayat kadınları eşimin yanında bile lâf atıyorlar. Her içkili mekânda çalışan hostes kızlar, gelen geçene sataşıyor, içeri davet ediyor. Anlaşılan, gece yarısından sonra pek çok Filipin kenti gibi burası da kendi yolunda giden insanları barındırmayacak.

Edezer Pansiyonun sessizliğinde notlarımı yazıyor, fotoğraflarımı derliyorum uykum gelene dek.

28  MART  2016  (  PUERTO PRİNCESA  / SABANG / PUERTO PRİNCESA  )

Allahtan klima çok sessiz çalışıyor ve yanı başımızdaki havaalanında geceleri uçuş yok, biz de deliksiz uyuyabiliyoruz. Sabaha karşı yanık kokusu ile uyanıyoruz, arkadaki ailelerden birisi anızlarını yakmış anlaşılan.

 Pansiyonun karşısındaki gecekonduda( burada ne deniyor bilemem ) adam, neredeyse sürekli yerleri süpürüyor çalı süpürgesi ile, kimsede rahatsız etme, edilme kaygısı yok. Ağzında dişleri kalmamış kadıncağız, uzun boylu çalı gibi, beni görünce yanıma gelip günaydın diyor. Bir de sevimli köpekleri var, adı Mono. Büyük kız sevimli cana yakın, ürkek kız kardeşi utanıp benden kaçtıkça yakalayıp fotoğraflarını çekmem için hamağa oturtuyor.

Akşam, resepsiyonda, Yeraltı nehri gezisi için rezervasyon yaptırmıştım( 1500 PHP/kişi ). Bizi alacak minibüs kırkbeş dakika önce kapıya geliyor. Şoföre, daha kahvaltı yapmadığımızı, saatinde gelmesini söylüyorum. Öyleyse, diğerlerini toplayayım diyerek gidiyor.

Yine onbeş dakika önce gelmiş olsa da, hazır olduğumuz için biniyoruz. Önce, Local Turizm Ofisinin önüne gidiyoruz, Yeraltı nehri için kota alabilmek için. Henüz kapalı, şoför ne zaman açılacağını bilmediğini bekleyeceğimizi söylüyor. Tabii, sabahın köründe neden topladın bunca insanı diye sormanın bir mantığı yok. Ofisin önünde numara alıp bekliyorlar. Rehberimiz şişman bir kız, araç hareket edince konuşmaya başlıyor, önce dinleyip anlamaya çalışıyorum, ancak, susmak bilmeyince abandone oluyor ve camdan dışarı bakmaya başlıyorum.

National Highway ( okuyan da otoban zanneder )’de sabah trafiği yavaş yavaş çözülmeye başlıyor. Sabang’a doğru ilerliyoruz. Yeraltı nehri önemli bir yer gezginler için. Belki de bu yüzden Sabang’a giden yollar daha düzgün. Filipinlerde 9 Mayıs 2016’da Başkanlık seçimleri var. Duvarlar, binalar adayların afişleri ile kaplı. Kendi payıma, ezberlediğim fotoğraflardaki yüz ifadelerinden yola çıkarak

Rodrigo Duterte’nin seçimleri kazanacağını tahmin ediyorum. Sert, iddialı ve kıyıcı bir yüz ifadesi var. ( Sonrasında, Duterte seçimi kazanıp Başkan oluyor. 2ay içinde 2400 uyuşturucu kaçakçısını öldürdüğü yazılırken, geçen günlerde Obama’ya o…. çocuğu diyerek daha da gündeme oturmuş oldu.

Ugong kayalıkları civarı turistik bir merkeze dönüştürülmüş. Araçlardan iniyoruz, gölge bir mekâna alıyorlar, kadın bir şeyler anlatıyor. Ugong kayalarından aşağı “zip line “ tesis edilmiş. Bunu öneriyor ve dikkat edilecek hususları anlatıyor. Zip line, eğimli iki nokta arasına gerilmiş çelik halat ve makaralar yardımı ile hızla aşağılara kaymak. Bu bölgede oldukça popüler ve özellikle Japon ve Koreliler ilgi gösteriyor. Filipinli bir çiftin haricinde ilgi gösteren olmuyor. Etrafı dolaşıyoruz, dağılan gruplar dönüyor, yemek faslı veriliyor.

15.15’de Sabang’a hareket ediyoruz. Aslında, pek çok solo gezgin, Yeraltı nehri gezisini, Local Turizm Ofisinden aldıkları permi ile kendileri yapıyor. Ancak, okuduğum kadarı ile belirli kota günden güne ve personelin tutumuna göre değiştiğinden, geriye kalan iki günümüzü riske atmak istemedim. Bu nedenle, yine kitle turizminin akışına ayak uydurmak zorunda kalıyoruz.

Hava bulutlu, Sabang’a yaklaştıkça daha da artıyor yağmur ihtimali. Geleneksel, kuru otlarla kapatılmış çatılı, hasır duvarlı, toz toprak içindeki bahçeli evlerden geçiyoruz. Ağaç dalları ile yapılmış köprülerde endişeye kapılıyoruz. Yol boyu, baragay denilen mahallelerden geçerken gördüklerimizi daha çok Mayıs ayında yapılacak Başkanlık seçim ofisleri oluşturuyor. Baragaylar isimlerini Katolik azizlerden almışlar, San Manuel, San Pedro, San Jose, San Lourdes gibi. Sabang’tayız, kokonat ağaçlarını yerinden sökecekmişçesine esen fırtına, denizde kıyametler koparıyor. Daracık bankalar, Yeraltı Nehrine doğru giderken, zaman zaman dalgaların içinde kayboluyorlar.

Öylesine kalabalık ki, numara veriyor görevliler ve rehberimiz şişman kız görevli kulübesinin yanında sırası gelen grupları çağırıyor. Tekneler, dalgalar yüzünden öyle sallanıyor ki, bir kaya tekneye binmek için iskele gibi kullanılıyor, sular vurdukça, üzerindeki yosunlardan tekneye düşmeden binmek maharet gerektiriyor.

Allahtan bankalar çok denizci tekneler, kenarlarındaki bambu denge çubukları devrilmelerini de, içeri su almalarını da engelliyor.

 

Yüze yakın banka, durmaksızın Yeraltı Nehri’nin bulunduğu mağaraya 6-8 kişi civarında yolcuları büyük bir disiplinle taşıyorlar. Sıra bize geliyor, kazasız belasız bindiğimiz tekne, felâket rüzgar altında çatırdayarak ve dalgalar arasına batıp çıkarak Mağara önündeki sahile getiriyor. Buradan sonra, kürekli botlarla mağara içine gireceğimiz yere kadar uzanan ahşap platformlu patikayı yürüyeceğiz. Patika boyunca, maymunlar konusunda ikaz levhaları asılmış. Zira, maymunlar özellikle parlak renkteki objeleri ani harekeyle kapıp kaçıyorlar. Kolye, küpe ve gözlük gibi, hatta kadınların kulaklarının yırtıldığı oluyor.

 

Artık, paddle boat ( yani rehberin kullanacağı kürekli bot ) lara bineceğimiz yerdeyiz. Dağıtılan kırmızı kask ve yeleklerle itfaiye neferlerine benzedik. Sıramız geliyor biniyoruz, ağır ağır giriyoruz mağaradan içeri. Az sonra zifiri karanlık içindeyiz, rehberin kafa lambasının aydınlattığı noktalar hariç hiçbir yeri görmenin imkânı yok. Dağıtılan audio kulaklık cihazlardan takip edebildiğim kadarı ile bilgileri anlamaya çalışıyorum.

PUERTO PRİNCESA YERALTI NEHRİ HAKKINDA;

Her ne kadar Puerto Princesa adı geçse de, Yeraltı nehri Sabang yerleşimi yakınlarında. Zaten yörenin özgünlüğü, Palawan Adası’nın Conde Nast Traveler Dergisi tarafından iki kez dünyanın en güzel adası seçilmiş. Her yıl milyonlarca kişinin ziyaret ettiği bu yeraltı nehri Unesco’nun Dünyanın Yeni Yedi Harikası listesi içinde yer alması.

Nehirin bilinen uzunluğu 8.2 kilometre, bunun 4.3 kilometresine rahatlıkla ulaşılabiliyor, ancak, bu gezilerde 1.5 kilometre kadarının gezilmesi mümkün olabiliyor. Tur 45 dakika civarında sürüyor. Bazen, kafanızı mağara tavanına çarpmamak için eğerken, bazen 20 metreyi bulan yüksekliklerle karşılaşılıyor.

Yerel halk, öncelikle mağara içindeki kaya formasyonlarını günlük kullandıkları objelere benzetmişler. Gidiş yönündeki kayaları sebze ve meyvelere benzetmişler. Mısır, muz, mantar, sarımsak ve çiçekler gibi. Dönüş yolunda, kazasız belasız dönmenin yüz suyu hürmetine olsa gerek, bu kez kutsal şeylere atıfta bulunmuşlar. Katedral, Meryem Ana, İsa’nın yüz gibi. Aslında, küçücük fenerlerin kayalar üzerinde yaptığı ışık oyunları, içinde bulunduğunuz farklı ortam nedeni ile istediğini istediğiniz şeye benzetebilirsiniz burada.

23 Milyon yol önce, kireç taşı kayalarının aşınması ile oluşan mağaradaki sarkıt ve dikitler içerisinden akan nehir kilometrelerce sonra Güney Çin Deniz’i ile birleşiyor.

Meksika’da Yukatan yarımadasında bulunan yeraltı nehri bulunana kadar yeryüzünün en uzun yeraltı nehri özelliğini taşıyan bu harika yer, gerçek anlamda iyi korunuyor. Günlük ziyaretçi sayısı sınırlandırılmış, mağaraya sadece görevli yetkili rehberler eşliğinde girilebiliyor. Ziyaretçilewr çok sıkı denetim altındalar, bireysel bir kaçışa kesinlikle izin verilmiyor.

Saatler çabuk geçiyor, yine rüzgar ve dalgaların eşliğinde Sabang’a ayak basıyoruz. Önümüzde epeyce serbest zaman var. Küçük hediyelik eşya kulübelerini dolaşıyor, kokonat suyu içiyoruz. Görebildiğim ilginç şeyleri fotoğraflıyorum. Ardından Puerto Princesa’nın yoğun trafiğinde adım adım ilerleyerek geliyor ve odamıza vasıl oluyoruz.

 

29  MART  2016  ( PUERTO PRİNCESA  /  HONDA  KÖRFEZİ /  PUERTO PRİNCESA )

Bugün Honda Bay’a gideceğiz ( körfez ). El Nido minibüsünün Puerto Princesa’ya ilk bıraktığı noktada, bizi Edezer Pansiyon’a getiren trycycle sürücüsü, hemen her sabah uğrayıp tur satmaya kalkıyor, tabii komisyon farkını koyarak. Dünkü, Yeraltı Nehir turunu satamayınca, bu sabah nereye gideceğimizi sordu, Honda Bay deyince gözleri parladı ve 500 PHP istedi. Oysa, ben, Rizal / National Highway kavşağından kalkan Honda Bay jeepneylerinin 20 PHP’ye gittiğini bildiğimden yüz vermedim, bozuldu ve söylenerek gitti.

Kahvaltıdan sonra kısa bir yürüyüşle jeepneyler’in hareket ettiği kavşağa geliyoruz, Honda Bay için yolcu bekleyen ilk araca biniyoruz( 20 PHP/ kişi ). Sabahın yoğun trafiği giderek çözülüyor ve 30 kilometre sonra bu kez de Honda Bay tekne organizasyonlarının yapıldığı kaosun içinde buluyorum kendimi.

Sabang’da olduğu gibi burada da tekneler kooperatiflermiş. Geniş salonda tüm ücretler ayrıntılı olarak bildiriliyor levhalarla. Tur için 1300 PHP, çevre vergisi için 40 PHP, terminal ücreti için de 5 PHP ödüyoruz.

Bize tahsis edilen Baby Raiza isimli teknenin kaptanı bitiyor hemen yanımızda. Herkesin bindiği iskeleden değil de, bir kıyıdan denize sokarak yüz metre kadar taşlı zeminde yürüttükten sonra, tekneye biniyoruz. Yanında bir de yardımcısı var. Üzerlerinde görevli olduklarını belirten kırmızı tişörtleri var.

Honda Körfezi’nin öğleden sonra dalgalı olduğunu okumuştum. Bu nedenle kaptana önce en uzaktaki Pandan Adası’na gidelim diyorum. Tamam diyor, yine de önce Cowrie Adası’na yanaşıyor. Az sonra görevli geliyor 75 PHP giriş ücreti alıyor. Ada çevresinde mercan kayaları yok, sığ, dümdüz ve tertemiz bir deniz uzanıyor. Henüz, sessiz sedasız yüzen birkaç kişiden başka kimseler yok. HGüzel fotoğraflar çekiyorum. Denize giriyor, çevresini dolaşıyorum adanın. Bir saat sonra ayrılıyoruz.

İstikametimiz Pandan Adası. Filipinler’in otel zinciri Elegance Hotel tarafından işletiliyor. Çok bakımlı, tertemiz ve çok sakin bir ada. Bizim banca’mız yanaşırken, pırıl pırıl deniz içindeki deniz yıldızları bir anda sarhoş ediyor beni.

Yanaştıktan sonra, restoranın olduğu pergoleye gidip yöneticiyle konuşuyorum. Bazı kaynaklarda sadece 100 PHP giriş ücreti alındığını duymuştum. Yönetici, fiyat değişikliği yaptıklarını söylüyor. Giriş ücreti, öğle yemeği, iki fotoğraf ve kano aktiviteleri ile birlikte 800 PHP, yaklaşık 50 TL civarında. Ben bayılıyorum buraya, ancak arkadaşlarımız kalmak istemeyince, gözüm de gönlüm de Pandan Adası’nda kalıyor, ayrılıyoruz. Tekne ile yanaşırken çektiğim fotoğraflar anı olarak kalıyor yanıma.

Yeni rotamız Starfish Adası. Daha yanaşmadan denizde kırmızı noktalar görüyorum. Can yelekleri ile denize giren yereller ve Japonlar olmalı. Tekneyi yanaştıracak yer yok.

Sıcak adam akıllı bastırıyor, bir çardağın altına sığınıyoruz. Şnorkelle dalıyorum, deniz yıldızları o kadar çok ki. Adanın arka tarafına dolanıyorum, yoğun mangrov ormanı ile kaplı. Teknelerin yanaştığı sahilin arkasındaki sulak alanda da mangrovlar gelişiyor ve denize doğru ilerliyorlar. Muhtemelen kontrol altında tutuluyor mangrovlar.

Mangrov, gelgit olaylarının sık yaşandığı okyanus kıyılarında yetişen, ağaç ve bitki topluluklarınaverilen isimdir. Bu aynı zamandaorman oluşumuile tam uyumlu mikroorganizmalar (bakteriler, mantarlar, algler) ve faunaya (yengeçler, karidesler, balıklar) da verilen genel bir isimdir. Bu canlı toplulukları yaşadıkları ortamdaki yüksek tuzluluk oranı gibi ağır çevresel koşullara uygun yaratılmışlardır. Örneğin yüksek orandaki tuzun dışarı atılabilmesi için ağaçların yapraklarında tuz bezleri bulunur. Ayrıca bu ağaçlar, gelgite karşı ayakta kalabilmek içindestekleyici köklerve kendinden filizlenen tohum köklergibi farklı yapılara sahiptirler. Daha çok Güneydoğu Asya’dayetişen bu mucizevi ormanlar,muazzam bir canlı çeşitliliğine barınak sağladıkları gibi, bu verimli alanlardan baldan kömüre, sirkeden yapıştırıcıya kadar onlarca çeşit ürün elde edilmektedir.

Mangrovlar denizin içinden yükselen köklerin üzerine kurulu ağaç topluluklarıolarak muhteşem bir görüntü oluştururlar. Aynı zamandaekosistemdekiyerleri de oldukça önemlidir. Oluşturdukları haliçlerde suyun kalitesini artıran birkimya laboratuvarı gibiişlem görmelerinin yanı sıra, büyük karides türlerive ticari açıdan önemli bazı balık türlerininde barınmasını sağlarlar. Dünyada nadir bulunan bu kıyı ormanları,muazzam bircanlı çeşitliliğinide içlerinde barındırırlar.

Ortalama 6 ila 10 metre boyları olan mangrov ağaçları,parlak renkli yapraklara ve yerden yükselerek havadan solunum yapabilen köklere sahiptir. Bu köklerin arasındabalıkların yanı sıra, birçok yengeç ve kabukluya, bazen de pençesiz su samurlarına (Aonyx capensis)rastlanır.

Mangrov ağaçlarının gövdelerinden çıkıp çamura saplanan köklerininaraları birçok balığın üreme alanıdır. Yumurtadan yeni çıkan yavrulara güvenli bir yaşama ortamı sağlayan mangrov ormanı,bölgedeki balık miktarını artırır.

Mangrovlar zengin bir ekosistem teşkil etmektedirler. Bentik ekosistem, deniz dibiyle suların kabarabildiği en ileri nokta arasında yaşayan zemin canlılarını içerir. Bentik omurgasızlar mangrov ağaçlarının yapraklarınınindirgenmesinde aktif rol oynar. Mikrobiyal organizmalar, bira mayası gibi bakteri ve mantarlar da bu yaprakların ayrıştırılıp besleyici tuzların tekrar ortaya çıkışında ve mineralizasyonda çok önemli rol oynarlar. Bu ormanlarınbulunduğu bölgelerdeki hızlı nüfus artışının getirdiği baskı, bu kaynakların kullanımına ilişkin bazı kararlar alınmasını gündeme getirmiştir. Bu amaçla son yıllarda Asya-Pasifik bölgesinde Tayland, Filipinler, Malezya, Endonezya, Bangladeş ve Yeni Gine’debirçok bölgesel ve uluslar arası toplantı düzenlenerek koruma amaçlı kararlar alınmıştır. Biyolojik çeşitlilik ve ekosistem zenginliğibakımından mangrov ormanlarınınkorunması, dünyamızın bugünü ve geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Saat 13.00’e kadar, mangrov fidanlarını inceliyor, dalıyor, fotoğraf çekiyorum. Burası ücretsiz olduğu için giderek de kalabalıklaşıyor.

Yeni hedefimiz Pambato Coral Reef. Denizin ortasında oluşturulan platform üzerinde kaplanmış dev kaplumbağa figürlü çatısı ile ilginç. Buranın giriş ücreti 50 PHP. Yürüme parkurlarından kaplumbağanın altındaki salona gelip, buradaki merdivenlerden şnorkelimle denize iniyor ve Gopro ile mercanları fotoğraflamaya çalışıyorum. Fakat, rüzgar çıktığı için sular oldukça bulanmış. Belki bahşiş koparırım umuduyla, kaptan yardımcısı da benimle denize giriyor ve güya mercanların yoğun ve güzel olduğu noktaları gösteriyor. Fakat hiçbir yerde aradığım güzelliği bulamıyorum. Belki, sabah erken saatlerde rüzgarın başlamadığı anlarda mükemmel görüntüler olabilirdi.

Gezimizin son adası Luli Adası. Yaklaştıkça güzel panoramalarla karşılaşıyorum. Karşıdan Maldivler’i andırıyor. Uzayıp giden küçük lagün boyunca dizilmiş rengârenk flamalar, ayrı bir güzellik katıyor Luli’ye. 130 PHP/ kişi giriş ücreti ödüyoruz buraya da. Lagün, içeride bir Ölüdeniz meydana getirmiş. Ayağımı sokuyor, girilecek ve yüzülecek gibi değil, su çok ısınmış. Dış denizde yüzmek tehlikelidir şeklinde ikaz levhaları var. Ama, yine de denizin serinliğinin cazibesine kapılıp giriyor, serinliyor kendime geliyor.

Sonra, lagünün burnunun diğer ucundaki mangrov ormanlarına yürüyorum. Hemen yanında film platosu gibi, mangrov ormanlarına yaslanmış küçücük kazıklı bir kulübe var.

İçeriden yaşlı bir adam çıkıyor, kulübenin hemen önüne attığı ağa takılan balıkları büyükçe bir şişenin içine dolduruyor sık sık.

Bu köşede, ufuktaki bulutlar, mangrov ormanları ve lagün çok güzel fotoğraf veriyor. 16.00’da geri dönmek üzere tekneye geliyoruz. Deniz hayli sert, 45 dakika sonra, sabah bindiğimiz gibi ayaklarımız taşlara bata bata yürüyüp karaya çıkıyoruz.

Sabahki kaostan eser yok, herkes çekilip gitmiş. Ziyaretçiler yorgun, tekne esnafı kazanmış olarak evlerine dönmüşler. Kenarda bekleyen Purto Princesa jeepney’ine binip dolmasını bekliyoruz.

Kentin kalabalığı, yoğun trafiği başlıyor. Robinson’s Place’de iniyor ve AVM’de Mang Inasal fast fooD’da tavuklu pilav yiyerek, güneşin çaldığı enerjiyi tekrar toplamaya çalışıyoruz( 80 PHP ).

Sonra, bindiğimiz jeepney ile hediyelik eşya mağazalarından Pusabang’a geliyor, dün gözümüze kestirdiğimiz bazı şeyleri alıp, kilitlenmiş akşam trafiğine rağbet etmeden yürüyerek Ederez Pansiyon’un yolunu tutuyoruz.

Tam gün olarak son günümüzdü bugün. Yarın, uzun bir uçuş silsilesi bizi bekliyor. Puerto Princesa-Manila, Manila-Bangkok, Bangkok-İstanbul derken evimize döneceğiz.

 

30  MART 2016      (  PUERTO PRİNCESA – MANİLA – BANGKOK  )

Kahvaltı sonrası odayı boşaltıp çantalarımızı resepsiyona emanet ederek, Rizal caddesi boyunca inerek Malvar caddesinin ticari kaosuna, derken deniz kenarındaki Bay Walk denen sakin sessiz bölgeye geliyoruz. Artık, gayesiz zaman öldürme demlerindeyiz. Esnafın ve yerel halkın kullandığı çok kullanışlı ve zarif süpürgeler dikkatimi çekiyordu. Malvar caddesinde bunlardan buluyor ve iki tane alıyorum ( 120 PHP ). Bilmem, 10000 kilometre uzaktan süpürge alıp götüren oldu mu şimdiye kadar?

Öğle yemeğimizi, China King isimli bir restoranda yine tavuklu pilav yiyerek geçiştiriyoruz(160 PHP ). Çantalarımı alıp, tricycle ile havaalanına geliyoruz( 50 PHP ). İç uçuşlarda alınan havaalanı vergisi için gişeye girip fiş alıyorum. Süpürgeler pasaport geçişinde sorun oluyor. Size over muamelesi görüyor, 120 PHP’lik ( 7.5 TL. ) süpürgeler.

Artık uçağa alınmamızı bekliyoruz. Bir saat rötar var. Bekleme salonunun en gösterişli yerinde bir pano var. Dünyanın üzerine tünemiş Meryem’in elinden saçılan nurlar, aşağıdaki koyun sürüsünü aydınlatıyor. Başının üzerinde de bir yazı var; “ The Lady of all nations “ İster istemez dünyanın üzerindeki koyunlara takılıyor gözüm.

17.30’da havalanıyoruz. Aşağılarda Honda Bay’ın görülmesi ile kaybolması bir oluyor. Sulu Denizinden Güney Çin Denizine derken hep okyanus üzerinde Manila’ya uçuyoruz. Bulutların arasından yüzlerce büyüklü küçüklü adanın üzerinden geçiyoruz. Hemen hepsinin etekleri mercan kumları kaplı sahiller ve türkuvaz denizle kaplı. Malûm, Filipinler 7107 ada ve adacıktan oluşuyor.

16.50’de Manila’dayız. İnerken gördüğüm lüks binalar ve arkalarda dizilmiş teneke evler Uzak Doğu’nun bitmeyen çelişkilerini anlatmak için yeterli bence. Puerto Princesa’da teslim ettiğimiz çantalarımızı Bangkok’ta alacaktık. Her zaman ihtiyatı elden bırakmadığım için, havaalanı çıkışında bagaj bantlarına bakıyorum. Çantalarımızdan biri, bandın üzerinde dolaşıp duruyor, diğeri görünürlerde yok. Bakmasam, çanta bagaj bandında sonsuza kadar dönüp duracak anlaşılan.

Cebu Pacific havayollarının yardım standını buluyor ve durumu anlatıyorum. Genç kız; “ aaa yanlış olmuş, bunu da Bangkok’a yollayalım “ diyerek elimdeki çantayı, check in masasının arkasındaki yürüyen banda koyuyor. Hadi hayırlısı diyerek, kalabalığı omuzlarımızla yara yara, Bangkok uçağına bineceğimiz 3 nolu terminale iniyoruz. Bekleme salonunda gördüğüm bir  elektrik prizinin yanındaki koltuklara çöküyor ve memleket işi güzel bir çay demleyerek, kahvaltı yapıyoruz. Salonda dolaşan görevli dikkatle bakıyor gelip geçerken, bir şeyler söylemek istiyor ama, ne söyleyeceğini kestiremiyor, zira; kimseyi rahatsız etmeyecek bir disiplinle görüyoruz işimizi.

Pasaport kontrolda polis huylanıyor benden, bir pasaporttaki cilalı resmime bir de bir aydır uzamış sakallı yüzüme bakıp duruyor sürekli. “ Buralarda jiletler çok pahalı “ diyorum, kahkahayı patlatıp, pasaportun böğrüne damgayı basıyor.

Bangkok’ta Cebu Pacific biletlerini aldığım tombul Gift, delikanlı kızmış, gerçekten uluslararası uçuşlar için ayrıca havaalanı vergisi ödemiyoruz, aldığı paraların içinde imiş. 21.25’de uçağa biniyoruz, 23.50’de Bangkok’a varmış olacağız. Zor kısmı bundan sonra, 9.5 saatlik bir beklememiz var Bangkok Suvarnabhimi Havaalanında. Sonrasında Katar Havayolları ile Doha’ya, sonra da İstanbul’a uçacağız. Bangkok’a havalanıyoruz, geniş bir alana yayılmış ışıkları seyrediyorum tekrar. Ülkenin lokomotif kentini oluşturan Makati ve Malate bölgelerini uçaktan bile ayırabilmek mümkün. Devasa gökdelenlerin bulunduğu parıltılı semtler ile günde 2 dolara ekmek parası arayan garibanların varoşlarının istiflendiği Malate’nin basık teneke evlerinin parıltısı birbirinden kolaylıkla ayrılabiliyor. Filipinler’in %3 lük zengin kesimi, ekonominin % 90’dan fazlasını yönetiyor. Manila’yı gezmemekle fazla bir şey kaybettiğime inanmıyorum, tıpkı A.B.D’nin tampon mega kentlerini gezmediğim ve hiç istemediğim gibi.

00.50’de, Bangkok yerel saati ile 23.50’de Suvarnabhumi Havaalanına iniyoruz. Manila’da huysuzluk edip bir başına gezmeye çıkan çantamız, bu kez diğer kardeşinin yanında elimize geçiyor inişte. VİP işlemi gören süpürgelerimizi oversize’den alıyoruz.

 

  31  MART 2016   (  BANGKOK  -  DOHA  -  İSTANBUL  )

Geçmiş yıllarda gelip gittiğimiz Don Muang Havaalanına ilave olarak yapılan Suvarnabhumi Havaalanı, Körfez Ülkelerinin görkemli hava alanlarından da heybetli oldu. Yine de bu heybet, dokuz saatlik beklemede bizi tatmin etmez oluyor. Kâh koltuklara uzanıyor, buzhaneye dönen soğuğundan kaçmak için kâh dışarıya çıkıp ısınıyoruz. Zaten, tropikal ülkelerin klima sevdası benim korkulu rüyam, her zaman ve sürekli alerjik rahatsızlıklarım oluyor.

Sabaha karşı 07.00’de kontuar açılıyor ve biletlerimizi alıyoruz. Katar havayolları çok yoğun ve Uzak Doğu ulaşımında büyük rol oynuyor, bu nedenle yine A380-800 Airbus ile geliyoruz Doha’ya. Bu Airbus, dünyanın en büyük yolcu uçağı olma özelliğini taşıyor ve Singapur Havayollarından sonra Katar Havayolları da kullanmaya başlıyor. Neredeyse bir saate yakın gecikme ile hareket ediyor, 10000 metre yukarıda ve yaklaşık saatte 1000 kilometre hızla uçarak Doha’ya yaklaşıyoruz.

Saat 13.00 Doha Havaalanı’na inerken, paranın verdiği gücü ve şımarıklığı seyrediyorum göklerden. Neyse ki, Doha’da fazla beklemeyeceğiz, 45 dakika kalkacak yeni uçağımız, yarısı boş, yolcuların çoğu Körfez Ülkeleri’nde çalışan işçiler.

İki gündür uçak yolculuğu, aktarma beklemeler derken Jetlag’in babasını yemiş olmanın harabatiliği ile 18.00’de Yeşilköy’e iniyoruz. Geriye, free shop’dan alabildiğimiz kadar rakı alıp, sohbetlerle rakılarla anıları yaşatmak kalıyor.

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..