Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '11

 
Kategori
Fotoğraf
 

Fotografları çekilip Ayasofya'ya asılası memurin tabakası

YAZI DİZİSİ: 06

Türk insanı – Türk’ün san’at anlayışı – Türk fotograf tarihçesine özet bakış –  Türk’ün Dünya ülkeleri önünde medeniyet katına çıkamama sebepleri – San’at dünyasında acı rekabetin vurduğu piyasa ve iş adamları – Adı rekabet olan, aslı rezaleti aşamayan işler sonunda, bugün Türkiye’nin vardığı olumsuz  neticeler.

Fotograf Müzesi konusunda, artık sadede gelirken, maalesef gelecek olan fırtına da belliyken, buraya kadar yazdıklarımın, bütün taraflar için bir özetini çıkartmak isterim. Tabii Telgraftan Tangoya, Atomdan Ayasofya’ya kadar, Bir “Fotograf Müzesi” ile sanki hiç ilgisi yokmuş gibi, ipe sapa gelmez manada, yazılar yazmışa benziyorum. Ancak ben fotografçı olduğum kadar, hatta çok daha fazla, edebiyatçı da olduğum için, bu tür bir hata yapmam. Hatta bazı dostların, bu yazı dizisini çok uzun bulmalarına rağmen, kalemin yularını epey serbest bıraktım ki; hepimiz ne menem işlere muhatap olmuşuz ve ne menem işlere muhatap olmaktayız? Bunu iyice anlayalım istedim. Yeni neslin çok sevdiği hiçbir işe yaramaz, bu sebeple de, bir TV dizisine mehenk olmuş olan, bir cümle var. Sıkıya geldiklerinde tüm gençler bu cümleyi kullanıp, “-Ne ilgisi var?” diyorlar. İlk bakışta çok haklılar. Birçok olay, birbiri ile ilgili değilmiş gibi görünebilir. Ama bilgili bir insan, olaylar arasındaki ilgiyi, çok büyük bir süratle görür.  Bu sebeple de, Fotograf Müzesi gibi, diğer konulara göre, bu basit işte bile, bütün bu meselelerin birbirleri ile derin ilgisi olduğunu ortaya koyar. Bu derin ilgi ne yazıktır ki; Türk’ün ciddi bir yekûn teşkil eden, bazı insan malzemesidir.

Can alıcı ve tabii akılda kalıcı bir meseleyi tekrar edeyim. Yaradan’ın kelâmı olarak kabul ettiğimiz Kitabımızda mealen “- Diyar-ı Rum’u fetih eden er kişinin makamı, Peygamberimin bir ardıdır.” deniyor.  Bu kelâm Cenab-ı Hakk’ın kelâmı. Sonra kubbesi çatılamayan Ayasofya için görülen manada, papazlar muhtemelen o kilisenin cami olacağını da görüyorlar. Buna göre SAV Hz. Muhammet Efendimizden Kâbe toprağı ve Zemzem suyu istiyorlar. SAV Efendimiz de, kubbesi tutmayan Ayasofya’ya cami olacağı için Zemzem suyu ve Kâbe toprağını seve seve veriyor. Bu işten asırlar sonra, Diyar-ı Rum’u fetih eden Cihangir Han, O kiliseyi kendisinden istenen son kuruşuna kadar bedelini ödeyerek satın alıyor. İlk Cuma namazı öncesi, Hocası Ak Şemseddin Hazretleri, keramette bulunuyor. Bunun ardından Fatih İstanbul’a rahmet ya da lânet dileyerek “-Ayasofya’da Beş vakit namaz kılına.” diye vasiyet ediyor. Aradan yine asırlar geçiyor. Ve Atatürk yukarıda anlattıklarımın hepsini bilerek, abık sabık hoca, imam, müezzin elinde rezili çıkmış olan Ayasofya’yı, bakıma aldırıyor. Cami olarak ibadete açık Ayasofya, yıllar sonra müze olarak ziyarete açık bir şekilde halkın emrine sunuluyor.

Eyyyyt be!.. Breh, breh, breh...Var mı o memura/memurlara yan bakan? Bir ya da birkaç adamın önüne taktığı Zümreye bir bakın da; hiç-bir-şey olamadığınıza yanın. Bunu yapan bir ya da iki memur. Bizlerin ödediği vergiler ile aylık alan ve bizlerin emrinde olması gerekirken, sadece kendi sıfır vicdan ve akıllarından  emir alan devlet memuru... Adamlar bağcı falan dövmüyor. Halktan Hakk’a kadar yoluna çıkan herkese, silsile-i meratib takibi ile dayak atmaya devam ediyor. Önüne geleni ezip geçiyor. Böyle müthiş bir olay, hiçbir millette rastlanabilir bir olay değildir! Ben bu yazının bu bölümünü yazarken bile, perişânım. Atatürk’ün, Fatih’in, Ak Şemseddin’in, Peygamberimizin, Papazların,  ve tabiî Cenab-ı Hakk ile halkın önünde milletim adına rezil-i rüsvayım. Böyle insanlık mı, vatandaşlık mı olur? Ceddinin vasiyet ve mirasına sahip çıkmak bu mudur? Bilmem İstanbul’da hayatın, neden Bir Cehennem azabı olduğu anlaşılmış mıdır? Bu yazıyı yazarken, tansiyonum kim bilir kaça çıkıyor? Ama o memurlar, benim gözümde 0x0=0 olan o memurlar, belleri sıkıldığında ellerini zilli bebek gibi çarpan memurlar, Bir milleti, Dünya milletleri ve ceddinin önünde düşürdükleri bu hale bakarak, muhtemelen bu rezilliğin sefasını sürüyorlar ve hatta bizimle alay dahî ediyorlardır. Bu affı ve kabulü mümkün olamayacak olaya ve değindiğim diğer olayları da dikkate almak suretiyle, buraya kadar çektiğim genel fotografa bakarak, şayet hep birlikte, bu durumun vahametini anladıysak; benim derdimi herkese, bu ve her konuda anlatmam, zannımca çok kolay olacaktır.

Öncelikle ve açıkça, beni bazı meslektaşlarımdan ayıran ana hususun, fotograf ve çılık kavramları üzerinde olduğuna kaniim. Ben fotograf san’atına, bilgi ve doküman için değil de; doğru düzgün san’at için yapılması halinde, fotograf-çılık olarak bakmıyorum. Fotografçı başka biridir. Fotograf san’atkârı başka biridir. Fotograf san’atkârı isterse fotografçılık yapabilir ama bir fotografçı şıp diye fotograf san’atkârı olamaz. İkinci önemli husus da; bu meslek erbabının meslek tarifini, şayet o kişi erbap ve duayen bir san’atkâr ise; ben, Dünya’da ya da bu ülkede yapıldığı ve bilindiği gibi yapmıyorum. Birileri için en bilindik hali ile “Fotograf san’atı bakmakla görmek arasındaki farkı, ortaya koyan sanat dalı.” olabilir. Benim için bu tarif, tarifin altına bütün Dünya imza atsa bile; çok kolay ve yapılan/ veya yapılacak olan her işi, fazla ucuzlaştıran bir tariftir. Ve ne yazıktır ki; çoğu fotograf çeken kişi de, bu sıradan tarifin peşinde iz sürmektedir. Bu şekilde de elbet bazı neticeler elde etmek mümkündür. Ancak, o neticelerden san’ata dair bir netice istimâli, oldukça zor, hatta imkânsız gibidir. Zîra, çok güzel ve çok doğru bir fotograf, büyük bir san’at eseri demek hiç değildir. Hatta çoğu zaman mevcudun 1/1 tespitinden başka bir şey de değildir.

Benim içinse, “Fotograf san’atı, baktığını görme san’atı değil; gördüğünü istediğin gibi gösterebilme san’atıdır.” Beste de yapsan, şiir de yazsan, resim de yapsan, heykel ya da bir anıtla da uğraşsan, hem baktığını hem de yaptığını görmeye, anlamaya, hissetmeye mecbursundur. Bu sebeple de aslolan: Senin ve de belki başkalarının gerçek olarak gördüğünü, fotografa nasıl yansıttığındır? Ezcümle: gördüğün Temmuz ortası bir öğlen güneşi, ama o çıplak ve kızgın güneşten yansıttığın bir mum, bir kandil ya da bir aşk ateşinin fotografı ise; yaptığın tabiî san’attır. Ben gözlerimi de riske sokarak elbet bunu yapmışımdır. Ve muhtemelen şu an onun için dekolman ameliyatları ile boğuşmaktayımdır. Ancak san’at için de milletim için de, buna değer. Diğer tarafta, İstanbul ait Dünya’nın sayılı gurup fotograflarından birini de, ben çekmişimdir. Ancak o grup fotografı, İstanbul’un o akşam üzerine, Yaradan’ın bahşettiği bir lûtfudur. Yaradan ufku yangın yerine çevirmezse, filtreler ile yapılabilecek çok şey yoktur. Gök kubbenin tam tepesindeki cascavlak, bir öğlen güneşi ile çektiğim kırk fotograf ise; Yaradan’ın benim beynime ve gönlüme san’at adına bahşettiği, müthiş bir lûtfudur. Ve tabii halk bu İki ayrı değerdeki fotograflara baktığı zaman, kendi san’at kültürlerine ve anlayışına göre, her iki güneşten birini seçebilir. Muhtemelen alıştığı şekilde standart gurup fotografını da seçebilir. Ancak halk onu beğendi ve seçti diye, o fotograf san’at fotografı olmaz, olamaz. Tabii ki,  gerçek san’at eseri tartışmasız diğeridir.  Çünkü üzerinde inanılmaz bir çaba ve çok ciddi estetik kaygıların neticesi vardır. Dolayısı ile ben, ülkendeki meslektaşlarımdan iki ana sebeple ayrı düşmekte ve bu san’at dalı için de, müşteri talepleri dışında, senelerdir salt san’at eserleri üretmeye çalışan bir kişi olarak bilinmekteyimdir.

Daha bitmedi. Fotografın san’at kısmı, damdan düşmediği, diğer tüm san’at dalları ile birlikte yaşadığı ve resmin de içinden çıktığı için, Tüm san’at dalları ve san’atkârlar için de, bir bilgiyi tekrar edelim. Önceki yazımızda da değinmiştik. Ana san’at dalları: Müzik, şiir edebiyat, resim, heykel, mimarî ve onların alt dalları şeklinde sıralanır diye. Bu san’at dallarının erbaplarına göre: Bu dizilim, san’at dallarının kendi gücüne göre bir dizilimdir. Yani Onlar için, müzik en büyük ve yüce dal, mimarî en küçük ve cüce daldır. Bir tarafta Süleymaniye camii, diğer tarafta hard-rock bir eser. Yücelik ve cücelik konusunda tabiî takdir sizindir. Buyurun istediğinizi Siz seçin. Adamlar Ayasofya kubbesini tutturamamışlar. Mimar Sinan kaç asır sonra, yanlış mimariyi çözümü fark ederek, İki kalın minareyi yaparken, Ayasofya’ya dört de müthiş istinat duvarı koyarak Ayasofya’yı kurtarmış. “-İbo çeksin bir türkü de, bitsin bu işkence.” dememiş. Çok zor bir iştir, temelden kubbeye bir şaheseri, kusursuz bina etmek. Ve onu asırlarca ilerideki nesillere mâl edebilmek. Sinan olmasa, bugün Ayasofya da belki bir harabeydi. O zaman bu sıralama neye göredir? Bu sıralama, bu san’at dallarının taşınabilirlik kolaylıklarına göredir. Bir besteyi ıslıkla taşırsınız. Şiiri ezberinizde götürebilirsiniz. Ama iş nesre gelince kitaba, resme gelince tuvale, heykele gelince büste, mimariye gelince binaya ihtiyaç vardır. Ve en azından heykel ile binayı 1/1 taşımakta tıkanır kalırsınız. İşte sıralama bu ana sebebe göre, doğal olarak gerçekleşmiştir.. Bugünün teknolojisi ise, burada fotograf ve film san’atına müthiş imkânlar tanımaktadır. Bu ve benzeri imkânlar sebebi ile hiçbir gerçek san’atkârın da, kabiliyetsizliği, basiretsizliği, terbiyesizliği sebebi ile herhangi bir mesele tahtında, cemiyetin ya da meslektaşlarının ve/veya rakiplerinin karşısında sığınabileceği, hiçbir mazereti yoktur. Daha açıkçası dağ başındaki birine, şehrin göbeğinden, onun WEB sayfası ile ulaşmak, işten bile değildir. İş ki; o insana ulaşmak ve o insanı tanımak ve tanıtmak iste. Meramın halisse sorun yoktur zîra.

İşin daha da enteresan bir başka boyutu olduğuna da parmak basayım. Artık bu tür işlerde kör ile yatan şaşı da kalkamaz.. Doğrudan doğruya kör kalkar. Öyle de oluyor zaten. Eskiden olan duyulana kadar, çeyrek asır geçerdi. Şimdi olan ile duyulan arasındaki mesafe, iki haber arası bile değil. Bazen bazıları için, kaderde alttan geçen yazıda, haber olmak da söz konusu. Bazı işler için, yerinden kalkmaya da gerek yok. Meselâ Büyük şehir belediyesi ruhsat esnasında, doğacak olan vahim görüntüyü atlamış olsa bile, Zeytinburnu’nda yapılan ve İstanbul’un o canım görüntüsünü rezil eden/edecek olan yapıdan, Van depremine rağmen, Vanlı’ların bile haberleri var. Ne sayede? Görsel işitsel medya sayesinde. Evet şimdilik, İstanbul’da herkes topu birbirine atıyor ama neticede o bina inecek aşağıya. Kim yanlış iş yaparsa, bundan böyle, o yanlış işi, bizzat düzeltmek durumunda kalacaktır. O binanın akıl almaz bu fecî durumunu da fark eden, yine belgesel fotograflar çeken bir kardeşimiz olmuştur. Allah kendisinden razı olsun. Ve inşâallah mesleğini san’at cihetine doğrultsun. Evet bu durum: Esasen bakmakla görmek arasındaki farka da işaret eder. Ancak, benim savunduğum teze ise: Harita üzerinde ve ortada hiçbir bina yokken, istikbâli görmek ve herkese durumu ikaz etmek, şekli işaret edebilir. Haritadan şehri iyi okuyan san’atkâr mimarlar olsaydı, o bina yapılmazdı. Yapılamazdı. Yapmaya kalkanlar da izin alamazdı. 

Haydar Volkan

Çiftehavızlar: 30.11.2011

Bu yazı dizisi, başlığındaki konularla ilgili olarak, devam edecektir. Lûtfen takip ediniz. Ki; bilmediğiniz çok enteresan konulara vakıf olunuz. Hem kendinizi hem de çevrenizi tanıyınız. 

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..