Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Şubat '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Fotoğraftaki sır

Fotoğraftaki sır
 

İsmet İnönü'nün bilinmeyen sırrı


Tanrım, aklımda anlatılacak o kadar çok şey var ki. Üç koca yılımı İsmet İnönü’yle yan yana fotoğraf çektiren kadını aramakla geçirdim. Tüm araştırmamı çalıştığım gazetenin yazı işleri müdürüyle beraber yürüttüğüm için hiç kimse bana “Sen ne yaparsın?” demedi.

Ancak, iki hafta önce gelen yeni yazı işleri müdürünün ilk işi “Sen ne iş yaparsın!” demek oldu. Yıllarca beraber çalıştığım eski müdür tamda kızının düğün gecesi geçirdiği kalp krizinden dolayı ölünce, araştırmaya tek başıma devam ettim. Şimdi ise…

“Sizi bekliyor efendim” dedi sekreter.

Gençti, üzerinde dekolte bir giysi vardı. Müdürle beraber sekreterde değişmişti.

Küçük not defterime yazdığım cümleyi bitiremeden, “Tamam” diyerek oturduğum sandalyeden ayağa kalkıp; not defterimi ve kalemimi cebime koydum. Müdürün odasına yaklaşarak kapıyı üç kere tıklattım. İçerden tok bir ses, “Girin” dedi.

Odaya girdiğimde şaşırdım. Her şeyin yeri değişmişti. Kapıdan girer girmez hemen karşıdaki pencerenin önünde bulunan çalışma masası artık kapının hemen sağındaydı. Pencerelerin önünü süsleyen çiçeklerden de eser yoktu. Devamlı aydınlık olan oda, jalûzilerle loştu. Kasvetli bir görünüşü vardı yeni müdürün odasının; sanki karanlık işler çeviren adamların yaşadığı yerler gibi…

Daha değişen birçok ayrıntı vardı ama gözlerim onları ararken, “Oturun” dedi müdür.

Çalışma masasının hemen önünde bulunan koltuğa oturduğumda garip bir ses kulaklarımda çınladı, hava kaçıran araba lastikleri gibi…

Bunlar deri koltuklardı. Gülümsedim, genç müdürün yüzüne bakarken, “Mütevazılık yaşla orantılıymış” diyerek düşünmeye başladım. Müdür önündeki kâğıtlara bakıyordu. Üzerimde bir otorite kurmak için başka işle uğraşıyormuş havasındaydı. Siyah bir takım elbise giymişti ve saçları artık jöle denen yapıştırıcıyla parlıyordu; bu asla limon olamazdı.

Eskiden sadece limon vardı ve kokusundan saçınıza sürdüğünüzde hemen anlaşılırdı. Takımın içinde beyaz bir gömlek ve hiç alakası olmayan kırmızı bir kravat. Kıpkırmızı kravat, “Ben buradayım” dercesine sırıtıyordu. Otuzlu yaşlarında ya vardı ya da yoktu. Bu genç yaşta nasıl müdür olmuştu.

Birden masadaki kâğıtları toplayarak, “Hiç tanışmadık adım Çetin” diyerek oturduğu yerden kalkmadan elini bana uzattı. Bende aynı şekilde elimi uzatarak, “Nusret” dedim.

Bu ne saygısızlıktı, hiç değilse insan nezaketen ayağa kalkardı ya da beni ayakta karşılayıp tokalaşırdı. Ne yapalım, doğru bildiklerimiz değişmeye başlamıştı. Değişmeyense saygının gösterilmediği aksine kazanılmasıydı.

—Güzel isim, kim koymuş adınızı?

—Dedem.

—Neden?

—Çanakkale Savaşında tarihe geçen “Nusrat Mayın Gemisi”nde görevliymiş.

Çetin, anlamış gibi başını salladı, “Neden burada olduğunuzu biliyorsunuzdur?”

—Biliyorum, üç yıl boyunca tek bir işle uğraştım.

—Duydum, umarım bomba bir haber yakalamışsınızdır?

—Siz karar verirsiniz.

Müdür bir duraksadı, şaşırarak Nusret’e baktı, “Anlatacakların var galiba?”

—Evet, biraz karışık gibi duruyor ama tarihleri aklınızda tutarsanız iyi anlarsınız.

“Buyrun” dedi Çetin, arkasına doğru yaslanarak.

—Olayı benim araştırmam doğrultusunda anlatacağım.

Müdür başını hafifçe öne eğdi tekrar “Buyrun” dercesine…

—Üç yıl evvel İsmet İnönü’nün yirminci ölüm yıldönümüydü. Yazı işleri benden bu konu hakkında bir dosya hazırlamamı istedi. Çalışma tarzım gereği kapsamlı bir dosya oluşturmak için devlet arşivlerine, İsmet Bey hakkında yazılan kitaplara ve araştırmalara başvurdum; son olarak da ailesinden ve akrabalarından olan insanlara.

Esas amacım şimdiye kadar yayımlanmamış fotoğrafları bulmaktı. Yaklaşık bir ay boyunca oğlu Erdal İnönü’de bulunan aile albümüne ulaşmaya çalıştım. Erdal Bey her telefonuma “Hayır” cevabını verdikçe; ben daha sık aramaya başladım. O kadar nazik bir insan ki ben olduğumu bildiği halde her telefonuma çıkıyor ve kendisini yok dedirtmiyordu. Aramalarımdan sıkılmış olacak ki albümdeki fotoğrafları incelemem için bana izin verdi. Fotoğraflar çok özeldi; şimdiye kadar hiçbiri yayımlanmamıştı. Yaklaşık 70 tane fotoğraf vardı. Onları incelerken içlerinden bir tanesi dikkatimi çekti; İsmet Bey, bir kadın ve iki çocuk. Fotoğrafın üzerinde İngilizce olarak “Sonsuz sevgilerimizle, Madam Colm” yazıyordu. Birden içimden gelen bir hisle bu kadını araştırmaya başladım.

İsmet Bey’in yaşayan tüm akrabalarına bu kadını sordum. Kimsenin Madam Colm’dan haberi yoktu. Fotoğrafı çoğaltmak için albümden çıkardığımda büyük bir hata yaptığımı fark ettim. Fotoğrafın arkasında ne zaman, nerede ve kim tarafından gönderildiği yazılmıştı; ilk gördüğümde arkasına bakmamam tam bir ayıma mal olmuştu. Artık yaşlanmaya başladığımı da ilk o zaman düşündüm.

Fotoğraf, Nevşehir’deki bir postaneden bir kart postal gibi gönderilmişti. Yine İngilizce olarak arkasında, “Kocam, çektiği fotoğrafı yeni tap ettirdiği için geç olsa da gönderiyoruz. Buralar çok güzel, bizi ağırladığınız için tekrar teşekkürler.” yazıyordu. En alt sağdaysa, Colm Hainberg ve ailesi.

—Kadının adı “Colm Hainberg” dedi müdür.

—Evet, ailecek 1967 yılında İsmet İnönü’nün Pembe Köşkü’nde ağırlanmışlar. Madam Colm evli ve iki çocuğu varmış.

—Peki, İsmet Beyle ne gibi bir bağlantıları varmış?

—İşte beni tam iki yıl boyunca uğraştıran soru.

—İki yılda mı buldunuz?

Başını hafifçe öne ve arkaya sallayan Nusret Bey, “Maalesef” diyerek anlatmaya devam etti.

—İsmet İnönü’nün yurt dışından bildiği, tanıdığı ve görüştüğü her ismi teker teker kontrol ettim fakat Madam Colm’dan hiçbir iz yoktu. Sonra aklıma İsmet Bey’in talimatlarıyla gönderilen resmi belgeler geldi. Özel izinle belgeleri incelerken 1939 yılına ait Fransa hükümetine gönderilmiş bir resmi belge dikkatimi çekti. Kısaca, “Almanlardan kaçan Buruno Hainberg ve ailesinin, Türkiye’ye dönmesi için Fransa’dan yardım isteniyordu.”

—Buruno Hainberg, Madam Colm’un kocası mı?

—“Hayır” dedi Nusret. Buruno Hainberg Lozan Barış Konferansında Polonya’yı temsil eden bir diplomattı ve Madam Colm’un babasıydı. Konferansta, Avrupa ülkelerinden temsilciler bulunmaktaydı. İsmet Bey, Buruno ile arkadaşlığını zamanla ilerleterek; birbirleriyle mektuplaşmaya kadar götürmüştü. Son mektup 1939 yılında Ankara’ya gelmişti. Buruno, Almanların işgal hazırlıklarından dolayı Fransa’ya kaçmayı planladığını ve oradan da Türkiye’ye gelmek için İsmet Bey’den yardım istediğini mektubuna yazmıştı. Türkiye’den giden mektup yoldayken Almanya, Polonya’yı işgal etti. Buruno ve ailesi mektubu beklerken işgali duyup Fransa’ya doğru kaçmaya başladı.

—Siz nasıl biliyorsunuz Buruno’nun, İsmet Bey’den mektup beklediğini?

—Madam Colm’la konuştum yani fotoğraftaki kadınla.

—Kadın hâlâ yaşıyor, diyerek şaşırdı Çetin.

—Evet, hem de Ankara’da.

—Burada yani.

—Nerede kaldım, tamam. Fransa’ya kaçarlarken yolda Buruno ve karısı öldürülür. Madam Colm hayatta kalmayı başarır.

—Nasıl öldürülmüşler?

—Almanlar sınırda bunları yakalayıp kurşuna dizmişler ama yan yana değil arka arkaya. Çok kurşun harcamak istemeyen Almanlar öldürmek istediklerini arka arkaya kurşuna dizerlermiş. Anne ve babasının hemen arkasında sıraya giren Madam Colm, babasının üstüne düşmesiyle kendisini yere atıp ölü taklidi yapmış.

—Kurşun babasından kızına geçememiş.

—Evet, sonrada Alman askerlerinin gittiklerinden emin olduktan sonra babasının cebindeki resmi kağıtları alıp sınırdan Fransa’ya geçmiş ve burada Türk Büyük Elçiliğine sığınmış. İşte biraz önce size anlattığım dışişlerinden Fransa’ya gönderilen resmi belge Madam Colm’un yardım isteği üzerine gönderilmiş.

—Türkiye’ye gelince de Ankara’ya yerleşmiş, dedi Çetin.

—Hayır, İstanbul’da altı ay kadar kalmış ama yapamamış. Amerika’daki akrabalarının yanına gitmek için İsmet İnönü’den tekrar yardım almış.

—Hikâyenin tutarlılığı için tüm belgeler elinizde değil mi?

—Elimde, hatta Madam Colm’un ses kayıtları bile var, dedi Nusret Bey gözleri parlayarak.

—Güzel, çok güzel Nusret Bey. Bunu bir yazı dizisi haline getirelim.

—Siz bilirsiniz.

—Lütfen, hikâye sizin Nusret Bey.

—Yalnız hikâye daha bitmedi.

—Nasıl yani, işte Ankara’ya gidiyor sonra 1965 miydi o yıllarda Türkiye’ye ziyarete geliyor ve İsmet Bey’le fotoğraf çektiriyor.

—1965 değil 1967 yılında Türkiye’ye İsmet İnönü’nün daveti üzerine gelip Pembe Köşk’te ağırlanıyor ve tüm bunları ortaya çıkaran fotoğrafı çektiriyor. Sonra ailesiyle Türkiye’yi gezmek için yola çıkıyor; ilk durak peri bacaları. Nevşehir’de fotoğrafı tap ettiklerinde İsmet İnönü’ye bir tanesini yollayıp; Antalya’ya otobüs bulamadıkları için bir taksi kiralayarak yola çıkıyorlar. Mevsimlerden kış olunca ve yollar o yıllarda çok iyi olmadığından bindikleri araba uçurumdan nehre düşüyor. Madam Colm hariç arabada bulunan kocası, çocukları ve şoför boğularak ölüyor. Son bir çabayla nehirde sürüklenerek giden arabadan dışarıya çıkan Madam Colm, ailesini kaybetmesinin üzüntüsüyle aklını kaybediyor. Şuursuz olarak yürüdüğü yolda köylüler tarafından bulunarak, jandarmaya teslim ediliyor. Kadının son durağı Ankara Sağlık Müdürlüğüne bağlı bir akıl hastanesi oluyor.

—Kadın deli mi?, diyerek söze girdi Çetin.

—Hayır, sadece hiçbir şey hatırlamadığı için 1967’den beri hastanede.

—Tam otuz yıl.

—Maalesef, hastane kayıtları da bunu doğruluyor.

—Konuşkan biri miydi? Hem otuz yıl boyunca orada nasıl kalmış!

—Şizofren olduğu için…

—Şizofren mi?

Nusret Bey gülümseyerek konuşmasına devam etti:

—Şizofren olduğu için ve bir türlü düzelememesinden dolayı akıl hastanesinde.

—Kadının her söylediği doğru değil mi? Sonra başımız derde girmesin yalan haber yapıyorlar diye!

—Aman efendim, ben işe yeni başlayan bir gazeteci miyim?

—Değilsiniz ama…

—Jandarma kayıtlarında 1967 yılında Madam Colm’un köyüler tarafından bulunması ve 1978 yılında da Mersi’nin Demirkazık çayında bir arabanın ortaya çıkması yer almaktadır. Arabanın plakaları yoktur fakat Madam Colm’un kiraladığı arabanın markasıyla aynıdır.

—Belgelerin tam ve hikâyenin başkahramanı bir deli ha!

—Yani, tamda deli değil. Arada yine kendi kendisiyle konuşuyormuş doktoru öyle söyledi ama görseniz çok sakin bir insan. Hem akıl hastanesinde efsane olmuş durumda. Hastanede çalışan her doktor onu konuşturmaya çalışmış fakat başaramamış.

—Otuz yıl hiç konuşmamış!

—Evet.

—Peki, doktorların yapamadığını siz nasıl başardınız?

—Son çektirdiği fotoğrafı ona gösterdim. Titreyen elleriyle fotoğraftaki çocuklarını sevdi ve ağladı.

—Ağladıktan sonrada sizle konuştu.

—Evet, dedi Nusret “Bu gün ne kadar çok evet dedim acaba” diyerek içinden.

—Tebrikler Nusret Bey, üç yılın sonunda bomba olmasa da tarihe tanıklık etmiş önemli insanların içinde bulunduğu bir hikâyeye sahipsiniz.

“Dediğim gibi uzun bir yazı dizisi bunca emeğinizi karşılar” diyerek ayağa kalktı ve elini hemen karşısında bulunan Nusret Bey’e uzattı yeni yazı işleri müdürü, “İyi çalışmalar, başarılarınız devamını dilerim.”

“Sağ olun” diyerek tokalaşan Nusret Bey, odadan çıktığı gibi kendi çalışma masasına yürümeye başladı. “Boş adam değilmiş, konuşmamızın başında bana mesafeli durdu; hatta oturarak elimi sıktı ama giderken saygısını kazandığımı bana gösterdi. Bu çok iyi fakat doktorların başaramadığını bende yapamamıştım ki. Fotoğrafı gören Madam Colm, benle sadece her şeyi anlatan gözleriyle konuşmuştu. Yeni müdürüme hikâyenin eksik kalan yerlerini ben doldurdum diyemedim…”

Kendi kendisine konuşan Nusret Bey, daktilosunun başına geçti ve yazmaya başladı; başlık çok basitti: “Siz Madam K’yı tanır mısınız?”

 
Toplam blog
: 27
: 890
Kayıt tarihi
: 27.12.07
 
 

İletişim fakültesi mezunuyum. Medya sektöründe çalışmaktayım. Yazı yazmayı seviyorum ..