- Kategori
- Gündelik Yaşam
Fransız kaldım ben bu işe
şakası bile komik.
Patron telefon etti geçen gün, dediki Fransızlar "gelecek yarın, "takım elbise giy lütfen."" Yalnız lütfenin tonlamasına dikkat! "Takım giymezsen kabak gibi oyarım seni" dese, en azından daha samimi olacak ve artı bir puan kazanacak gönlümde. Neyseki artık şifreleri çözmeyi öğrendim. Nasıl olsa "mutlaka takım giy" demedi, boş ver ben yine şişmanladığımdan ötürü sürtünmeden kasıkları erimiş ve yırtılmak üzere kot pantolonumla gideyim" demedim. Bir kaç ay önce öyle gelir sonra paparayı yerdim. Vay, adam mı oluyorum?
Sanmıyorum.
Yine de giydim takımı.
Ayıptır söylemesi dolapta beş takımım var. Ama ben böyle ayda yılda bir giyilecekse hep aynı takımı çekiyorum. Gri takım, beyaz gömlek ve pembe-giri çizgili kravatte! Merhaba kravat, merhaba ceket!
Ertesi gün bir alay fransız geldi ve gelenlerin içinde sadece birisi takım giymemişti. O da içlerinde en şakşaklı olanıydı, hepimizin amiri, gözbebeğimizdi. Lakin bu bu gözbebeğimizin rahatlığı biraz fazla gözüme battı. Bu hint asıllı fransız adı da Kerim'di. Ben tanışırken "ben de Kerem" diye eşek gibi sırıttığımda adaş olduğumuz için bir çıkar sağlamayı ummuştum ama avucumu yaladım. Kerim toplantının başında ayakkabılarını çıkardı ve yere çoraplarıyla bastı. 4 saat boyuncada devam etti bu durum. Afferin kerime.
Kerim'in yardımcısı Jan bernar (fransızca yazamicam kimse kusura bakmasın) ise ayrı bir alemdi. O da pembe bir kravat takmıştı ama kravatın üstünde taç-mahal, zeytin dalı, porselen çay fincanı ve çaydanlık desenleri vardı. Hani insanlar düğüne giderken şık giyinir, 8 yaşındaki çocuklarda babalarına özenir de onlarda güzel giyinmek ister. Bu sevimsiz çocuklara yalandan bir takım alınır ve saçları da yandan taranır hani. Sonra da rezalet bir kravat taklır ama o kravat o çocuğa biraz olsun sevimlilik katar. İşte jan bernar aynı o kravattan takmıştı. Afferin jan bernara. Onunla el sıkışıp tanışırken gözüm kravatına öyle bir takılı kaldı ki, elimi indirirken masamdaki çay fincanıma çarptım ve bütün çayı üzerime boca etttim. Gitti güzelim takım, yanda kıllı bacağım. Neyseki benden başka kimseye gelmedi çay, bu da tesellimiz olsun... Afferin bana.
Kalabalık bir toplantının ardından yemeğe gittik. İsimlerimizi birbirimize söylediğimiz çok olmuştu. ali, berk, kemal gibi gayet akılda kalıcı Türkçe isimleri bile 20 ile 30 saniye arasında unutan ben için Fransızca isimleri hatırlamak mümkün değil. Heleki adamın adı lauren mesela, yani ben e-maillerden falan o şekilde biliyorum. "Loren" diyorum kendi kendime. Karşılaştığımızda "Hi, I am LOĞĞĞRAĞğN" gibi bir şey dedi. Ben de onu loren değil de başkası sandım. İkinci tanıştığımın ismini hiç anlamadım. Tekrar da ettiremedim, nasıl olsa yine anlamayacaktım diye. Hem zaten bütün yemek boyunca, sir, mister gibi hitaplarda bulunacaktım. Diğer tanıştıklarımın isimleri hayret verici bir şekilde aklımda kaldı. Pierre ve Oilvie (takım elbisenin altına beyaz çorap giyen, modanın merkezi Paris'ten gelen köylü fransız)
Pierre'in de soyadı ilginç bir şekilde Lotty. Yani bildiğimiz "Piyer Loti" oluyor ismi. Yemeğin ilerleyen dakikalarında ona isminin İstanbul'da bilinen bir isim olduğundan ve orjinal piyer lotiden bahsetmeye karar verdim. Belli bir samimiyeti yakalamayı bekledim ve vakti gelince patlattım. "Biz seni öldü biliyorduk, piyer" diye de ekledim. Önce şöyle bir şaşırdı, asıldı suratı. Sonra da Eski Piyer Loti'yi anlattım. Ardından güldü ya da güler gibi yaptı. Orasını merak ettim, daha bol vaktimiz olursa beni götürür müsün, dedi. Başımla beraber yiğidim, dedim içinde. "Sure" dedim dışımdan. pierre benim yaşlarımda, öğrencilik hayatı Meksika'da geçmiş, cebinde bir çok ilginç anısı olan bir genç adam. Daha uzun sohbet fırsatı bulayım isterdim...
Adını hatırladığım diğer Fransız Olivie ise düşman başına bir karakter. Ben hayatım da bu kadar çok konuşan, kendi dediğine gülen, gözleri her an delirecek gibi bakan bir karakter görmedim. Ayıptır söylemesi Boğaz'da bir balıkçıdaydık. Şirket ödüyor faturayı tabi yoksa nasıl gideceğiz oralara... Sofraya oturdu, ne içersiniz sorusuna verdiği cevap "tabii ki fiski!" oldu. Şaşırdım. Ömrü hayatımda akşam yemeğine (heleki balıkçıda) fiski ile başlayan kimseyi tanımamıştım ne de olsa. Beyaz çoraplardan bile daha çok şaşırttı bu durum beni.
İşte o fiski etkisini çabuk gösterdi, kendi yaptığı rezalet espirilere anıra anıra gülmeden önce öyle bir deli bakış atıyor ki ben her seferinde "a-ha bu sefer koptu zihnin pamuk ipliği, üstündekileri çıkarıp boğaza atlayacak, diyorum. Adam her seferinde delilik eşiğinden geri dönüyor. Zaten o eşiğe gide gele yalama olmuş kafası. Fiski de var. İşte bu olivie'nin delilik eşiği hakkındaki tespitlerimi anlattım güzel türkçemle masadaki türk arkadaşlarıma. Sonra onlar da olivie ne dese çok gülmeye başladılar. Olivie anlattıklarına gülüyoruz sanıyor, biz ise sapkın, kaymış bakışlarına takılmışız. Biz güldükçe o çoşuyor, o çoştukça biz gülüyoruz. Birisi arada "kerem senin allah belanı versin," dedi arkadaşlardan.
Gülmekten vakit bulabildiğimde beyaz peynir, ekmek, barbunya, haydari ve salataya yükleniyorum. Çünkü balıkçıdayız ve ben balık yemem. Sebebi de ben kıçını yerken o gözünü dikmiş bana bakıyor ya, kendimi çok fena hissediyorum. Aç kalacağım diye korkuyorum. Annem benim önceki hayatımda açlıktan öldüğüm iddia ediyor. Haklı olabilir. Çünkü hiç aç değilken, ya iki saat sonra çok acıkırsam ve yiyecek bir şey bulamazsam diye korkup bir şeyler yiyorum bazen.
Konumuza dönelim. O en başta adını hiç anlamadığım, masanın ağır abisi zat bir yerden muhabbet açıyor. Uzak doğudan gelmiş, insanların köpek yediğinden falan bahsediyor. Bir köpek sahibi olarak bu durumun ne kadar rahatsız edici olduğundan falan bahsediyorum. Adamın da köpeği varmış. Ne cins, kaç yaşında, erkek mi falan derken ismini de soruyor. "Romeo" diyorum. Adam yüzünü asıyor, ve "benim adım gibi mi yani" diyor.
Adamın adı Romeo imiş meğer. Ben o ağır aksağandan ötürü "ROĞMUHĞĞ" gibi bir şey anlamıştım. Pot mu kırdık acaba diyorum ve kulaklarıma kadar kızarıyorum. Tam o sırada piyer loti içtiği kahveyi gülerek püskürtüyor ve Olivie de çiftleşen dişi çakal gibi bir çığlık atıyor. Meğer bu onun orgazm tadındaki çığlık onun en keyifli kahkasıymış. Bunu da öğrenmiş olduk.
Bir gece de daha burada bitiyor. Geceyi alkölsüz bitiren ve "derviş dervişe sırayla binermiş" gibi bir Türkçe deyimi İngilizce'ye çevirmeye çalışıp çuvallayan genel müdürüm benim ne kadar da komik bir çocuk olduğumu, bundan sonra gavurlarla (aynı tabirle) olan tüm yemeklere beni çağıracağını söylüyor.
Umarım bu ek işim (şaklabanlık) pirim ve maaş artışı olarak da döner.
K.
Sanmıyorum.
Yine de giydim takımı.
Ayıptır söylemesi dolapta beş takımım var. Ama ben böyle ayda yılda bir giyilecekse hep aynı takımı çekiyorum. Gri takım, beyaz gömlek ve pembe-giri çizgili kravatte! Merhaba kravat, merhaba ceket!
Ertesi gün bir alay fransız geldi ve gelenlerin içinde sadece birisi takım giymemişti. O da içlerinde en şakşaklı olanıydı, hepimizin amiri, gözbebeğimizdi. Lakin bu bu gözbebeğimizin rahatlığı biraz fazla gözüme battı. Bu hint asıllı fransız adı da Kerim'di. Ben tanışırken "ben de Kerem" diye eşek gibi sırıttığımda adaş olduğumuz için bir çıkar sağlamayı ummuştum ama avucumu yaladım. Kerim toplantının başında ayakkabılarını çıkardı ve yere çoraplarıyla bastı. 4 saat boyuncada devam etti bu durum. Afferin kerime.
Kerim'in yardımcısı Jan bernar (fransızca yazamicam kimse kusura bakmasın) ise ayrı bir alemdi. O da pembe bir kravat takmıştı ama kravatın üstünde taç-mahal, zeytin dalı, porselen çay fincanı ve çaydanlık desenleri vardı. Hani insanlar düğüne giderken şık giyinir, 8 yaşındaki çocuklarda babalarına özenir de onlarda güzel giyinmek ister. Bu sevimsiz çocuklara yalandan bir takım alınır ve saçları da yandan taranır hani. Sonra da rezalet bir kravat taklır ama o kravat o çocuğa biraz olsun sevimlilik katar. İşte jan bernar aynı o kravattan takmıştı. Afferin jan bernara. Onunla el sıkışıp tanışırken gözüm kravatına öyle bir takılı kaldı ki, elimi indirirken masamdaki çay fincanıma çarptım ve bütün çayı üzerime boca etttim. Gitti güzelim takım, yanda kıllı bacağım. Neyseki benden başka kimseye gelmedi çay, bu da tesellimiz olsun... Afferin bana.
Kalabalık bir toplantının ardından yemeğe gittik. İsimlerimizi birbirimize söylediğimiz çok olmuştu. ali, berk, kemal gibi gayet akılda kalıcı Türkçe isimleri bile 20 ile 30 saniye arasında unutan ben için Fransızca isimleri hatırlamak mümkün değil. Heleki adamın adı lauren mesela, yani ben e-maillerden falan o şekilde biliyorum. "Loren" diyorum kendi kendime. Karşılaştığımızda "Hi, I am LOĞĞĞRAĞğN" gibi bir şey dedi. Ben de onu loren değil de başkası sandım. İkinci tanıştığımın ismini hiç anlamadım. Tekrar da ettiremedim, nasıl olsa yine anlamayacaktım diye. Hem zaten bütün yemek boyunca, sir, mister gibi hitaplarda bulunacaktım. Diğer tanıştıklarımın isimleri hayret verici bir şekilde aklımda kaldı. Pierre ve Oilvie (takım elbisenin altına beyaz çorap giyen, modanın merkezi Paris'ten gelen köylü fransız)
Pierre'in de soyadı ilginç bir şekilde Lotty. Yani bildiğimiz "Piyer Loti" oluyor ismi. Yemeğin ilerleyen dakikalarında ona isminin İstanbul'da bilinen bir isim olduğundan ve orjinal piyer lotiden bahsetmeye karar verdim. Belli bir samimiyeti yakalamayı bekledim ve vakti gelince patlattım. "Biz seni öldü biliyorduk, piyer" diye de ekledim. Önce şöyle bir şaşırdı, asıldı suratı. Sonra da Eski Piyer Loti'yi anlattım. Ardından güldü ya da güler gibi yaptı. Orasını merak ettim, daha bol vaktimiz olursa beni götürür müsün, dedi. Başımla beraber yiğidim, dedim içinde. "Sure" dedim dışımdan. pierre benim yaşlarımda, öğrencilik hayatı Meksika'da geçmiş, cebinde bir çok ilginç anısı olan bir genç adam. Daha uzun sohbet fırsatı bulayım isterdim...
Adını hatırladığım diğer Fransız Olivie ise düşman başına bir karakter. Ben hayatım da bu kadar çok konuşan, kendi dediğine gülen, gözleri her an delirecek gibi bakan bir karakter görmedim. Ayıptır söylemesi Boğaz'da bir balıkçıdaydık. Şirket ödüyor faturayı tabi yoksa nasıl gideceğiz oralara... Sofraya oturdu, ne içersiniz sorusuna verdiği cevap "tabii ki fiski!" oldu. Şaşırdım. Ömrü hayatımda akşam yemeğine (heleki balıkçıda) fiski ile başlayan kimseyi tanımamıştım ne de olsa. Beyaz çoraplardan bile daha çok şaşırttı bu durum beni.
İşte o fiski etkisini çabuk gösterdi, kendi yaptığı rezalet espirilere anıra anıra gülmeden önce öyle bir deli bakış atıyor ki ben her seferinde "a-ha bu sefer koptu zihnin pamuk ipliği, üstündekileri çıkarıp boğaza atlayacak, diyorum. Adam her seferinde delilik eşiğinden geri dönüyor. Zaten o eşiğe gide gele yalama olmuş kafası. Fiski de var. İşte bu olivie'nin delilik eşiği hakkındaki tespitlerimi anlattım güzel türkçemle masadaki türk arkadaşlarıma. Sonra onlar da olivie ne dese çok gülmeye başladılar. Olivie anlattıklarına gülüyoruz sanıyor, biz ise sapkın, kaymış bakışlarına takılmışız. Biz güldükçe o çoşuyor, o çoştukça biz gülüyoruz. Birisi arada "kerem senin allah belanı versin," dedi arkadaşlardan.
Gülmekten vakit bulabildiğimde beyaz peynir, ekmek, barbunya, haydari ve salataya yükleniyorum. Çünkü balıkçıdayız ve ben balık yemem. Sebebi de ben kıçını yerken o gözünü dikmiş bana bakıyor ya, kendimi çok fena hissediyorum. Aç kalacağım diye korkuyorum. Annem benim önceki hayatımda açlıktan öldüğüm iddia ediyor. Haklı olabilir. Çünkü hiç aç değilken, ya iki saat sonra çok acıkırsam ve yiyecek bir şey bulamazsam diye korkup bir şeyler yiyorum bazen.
Konumuza dönelim. O en başta adını hiç anlamadığım, masanın ağır abisi zat bir yerden muhabbet açıyor. Uzak doğudan gelmiş, insanların köpek yediğinden falan bahsediyor. Bir köpek sahibi olarak bu durumun ne kadar rahatsız edici olduğundan falan bahsediyorum. Adamın da köpeği varmış. Ne cins, kaç yaşında, erkek mi falan derken ismini de soruyor. "Romeo" diyorum. Adam yüzünü asıyor, ve "benim adım gibi mi yani" diyor.
Adamın adı Romeo imiş meğer. Ben o ağır aksağandan ötürü "ROĞMUHĞĞ" gibi bir şey anlamıştım. Pot mu kırdık acaba diyorum ve kulaklarıma kadar kızarıyorum. Tam o sırada piyer loti içtiği kahveyi gülerek püskürtüyor ve Olivie de çiftleşen dişi çakal gibi bir çığlık atıyor. Meğer bu onun orgazm tadındaki çığlık onun en keyifli kahkasıymış. Bunu da öğrenmiş olduk.
Bir gece de daha burada bitiyor. Geceyi alkölsüz bitiren ve "derviş dervişe sırayla binermiş" gibi bir Türkçe deyimi İngilizce'ye çevirmeye çalışıp çuvallayan genel müdürüm benim ne kadar da komik bir çocuk olduğumu, bundan sonra gavurlarla (aynı tabirle) olan tüm yemeklere beni çağıracağını söylüyor.
Umarım bu ek işim (şaklabanlık) pirim ve maaş artışı olarak da döner.
K.