Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Mayıs '17

 
Kategori
Anılar
 

Fransız Teğmen'in Daveti

Fransız Teğmen'in Daveti
 

İnsan ve dünyayı şöyle bir betimleyişi vardı Fransız teğmenin:
 
“Dünya kabuğunu milliyetçi gurur sınırlarıyla bölmüşler, ortalarına bayraklar dikmişler, etrafına silahlı adamlar dizmişler ve adına vatan demişler. Nutuklar söylüyorlar, bağırıyorlar, çağırıyorlar ve hep başka bayrakların altındakilerden üstün olduklarına inanıyorlar. Vatan, uğruna can verilecek en kutsal toplumsal mülkiyet yapılmıştır. Bir taraf hırladı mı, öteki taraf hırlamakla kalmıyor dişlerini de gösteriyor. Sonunda, “Özgürlük için; vatan için; Allah için!” diyerek kapışıyorlar; ortalık toz duman savaş alanına dönüyor. Olan analara ve çocuklara oluyor…
*
Ben de şunu eklemiştim:
 
Ayrıca aynı bayrağın altında toplananların da birbirleriyle barış içinde geçindikleri söylenemez. Biraz mal mülk edindiler mi, “Bu benim!”, diye tepinir dururlar. Zaten kıyametin başı da buradan kopuyor.
 
- Bu benim!
- Hayır, benim!
- Bu bizim!
- Hayır bizim!
 
“Senindi benimdi” kavgasıyla bir ömür ziyan olur gider…
*
Teğmen de burada lafa girip, “Paylaşımlı mülkiyet kültürü oluşturamamış insanlar ve insan toplumları işte böyle didişe didişe ölüyorlar. Üstelik ömürleri de pek kısa” demişti.
 
Doğrusu bir Fransız subayın ağzından böyle bir hayat görüşü duymayı ummazdım. Fransa’nın sömürgeci tarihini utandırmıştı.
 
Fransız teğmen, erkeğin doğum kontrolünü üstlenecek kadar sorumlu ve cesur olması gerektiğine inanıyordu. Bu yükü karısının üstünden almak için sperm kanallarını bağlattığını söylediğinde çok şaşırmıştım; şaka sanmıştım. Gerçekmiş; bu işleme vazektomi denirmiş. Çocuk sahibi olmak isteyince kanal bağı çözülebiliyormuş. Operasyon sonrası erkeğin erkeklik gücü etkilenmez sadece çocuk yapma yetisini kaybedermiş.
 
Bilardoyu bırakıp biralarımızı tokuşturmaya başladık. “Şerefe!” diyip duruyorduk. Purosunu söndürürken bir şey isteyecekmiş gibi yüzüme baktı “Gel seni bu hafta sonu köyüme götüreyim!” dedi. “Karına haber versen iyi olur; sizde nasıldır bilmem de bizdeki kadınlar sürpriz misafir sevmezler” dedim.
 
-Bizimkiler de sevmezler. Merak etme haberi olur.
-Gidelim o zaman.
-Paris yakın. Paris’i de gezeriz, olmaz mı? 
-Tamam!
-Cuma akşamı seni burada beklerim.
-Neyle gideceğiz?
-Bende emektar bir külüstür var; şu kaplumbağalardan.
*
Gece yarısından önce Fransız’ın evine vardık. Çiftleşik katlı (dubleks) ahşap yapı bir evdi. Önünde ahşap parmaklıklarına sarmaşıkların dolandığı geniş bir taraçası vardı. Madenci tulumu giymiş iri yarı bir kadın bizi kapıda karşıladı. Ağzında kocaman bir puro vardı. Çocuklar uyumuştu. Taraçada birer kadeh şarap içerken teğmenin karısı cırcır böceklerinin şamatası içinde benim yarım yamalak Fransızcamı anlamaya çalışıyordu. Kurumuş kırmızı gül renginde saçları vardı. İri bedenine tezat yüzü narin bir güzelliğin çizgilerini taşıyordu. Purosundan derin bir nefes çekip dudaklarını büzerek çıkarttığı halkalı dumanlara iri gözlerini açarak bakması yüzündeki o seyirlik güzelliğin çekiciliğini iyice artırıyordu.
 
Ertesi gün hep birlikte Paris’in turistik yerlerini gezdik. Tren garına yakın bir kafede pizza ve dondurma yedik. Bana hiç para harcatmadılar. Daha fazla yük olmaktan utanmaya başladığımı hissetmesinler diye geri dönmek istedim.
 
-Ben buradan trene atlayıp döneyim. Zaten akşam olmak üzere; hem yarın sabah bitirmem gereken işlerim var. 
“No, no!” diyerek itiraz etti Teğmen.
-Akşama köyün lokantasında yemek yiyeceğiz. Aşçımıza yemekleri ısmarladım bile. Ayıp olur. Ben seni sabah erkenden bindiririm.
-Nasıl desem, size nasıl teşekkür etsem bilemiyorum. Daha önce hiç bu kadar misafir sever bir Avrupalıyla tanışmadım da. Hatta Türkiye’de bile sizin gibisi zor bulunur. 
-“Siz de bizim kafamızda yer etmiş Türk kavramına göre biraz fazla kibarsınız” dedi teğmenin karısı.
-O sizin güzel ruhunuzun bendeki yansımasından olmuştur madam.
 
Bu iltifatı İngilizce söyleyebildim tabi. Teğmen çevirdi. Karısı, “Ooo! İşte sözümün aynası” dedi.
*
Teğmenin köyü 50-60 evlik şirin bir yerdi. Her yer yemyeşil, evlerin bahçeleri çiçek bezeliydi. Genelde çiftleşik kat (dubleks) mimarisine uygun yapılmış evlerin çoğu köyün ortasından geçen asfalt yolun iki yanında diziliydi. Domuz yetiştirmelerine rağmen etraf tertemiz kokuyordu. Köyün meydanında taş bir binanın alt katında bir bakkal ve bir meyhane vardı. Akşam yemeğini bu meyhanede yedik. Portakallı ördek bile yapmışlardı. Meyhaneci ve oradaki köylülerin bana kendilerinden biriymişim gibi davranmaya özen göstermeleri büyük incelikti. Kısa zamanda ortama ısındım; yemeğin, şarabın ve sohbetin tadını çıkarmaya başladım. Portakallı ördek ve istakoz bile vardı sofrada.
 
Yemek sonunda bir tepsi peynir çeşidi geldi. Birkaçının tadına baktım. Küflü olanın da tadına bakmamı istediler. Gerçekten de küflü peynirin lezzeti bir başkaydı; damakta ezildikçe ziyafetin son lokması olmayı hak ediyordu. En son olarak purolarımızı tüttürürken kahve ve konyak içtik. Gecenin sürprizi olarak bizim masaya Türk Kahvesi ikram ettiler. Meyhaneci dedi ki, “Türk Kahvesi, kahvenin öz suyu gibi; pişirmesi de sabrın eğitimi gibi”… Türk Kahvesi sanırım bundan daha büyük övgü almış değildir.
 
Teğmen sabahleyin erkenden beni Paris Tren Garı’na bıraktı. Karısı ve çocuklarıyla akşamdan vedalaşmıştım. Tren Belçika sınırını geçince gümrük memuru pasaportları kontrol etmeye başlamıştı. Sıra bana gelince pasaportumu ve suratımı iyice bir inceledikten sonra sormaya başladı.
 
-Bagaj?
-No bagaj.
-Tobacco? (tütün)
-No!
-Haşhaş?
Yüzüm kızardı.
-No haşhaş?
-Habitat?
-What habitat?
-Address Belgique?
-Ha! Nato SHAPE.
-Documant pour toi? 
Bunu anlamıştım. NATO görevlisi olduğuma dair kimlik soruyordu. Çıkarıp gösterdim. 
-Okay!
 
Gümrük memuru çıktıktan sonra kadının biri bana İngilizce seslenip, “Bu gümrük memurlarına pasaportundan başka kimlik göstermek zorunda değilsin. Bunlar önyargılı, sen Türksün diye böyle davranıyorlar” dedi. “Boş verin madam, onu da öyle eğitmişler” dedim.
 
Bu özgüven kokan hoşgörülü cevap kadının hoşuna gitmiş olmalı ki beni yanına çağırıp Türkiye hakkında bir sürü soru sordu. Türklerin tek eşli olduğunu söylediğimde şaşkın yüz mimiğiyle, “Wauv! Bravo!” dedi. Bana Brüksel’deki adresini ve telefon numarasını verdi. Yolum düşerse ağırlamaktan şeref duyacağını söyledi. Kadın öyle ahım şahım güzel değildi, amma düzgün bir vücudu ve çiğ damlası gibi yumuşak tınılı neşeli bir sesi vardı. Üstelik güler yüzlüydü. Daha ne olsun. İnşallah kıymet bilir bir erkekle tanışır. Teşekkür edip, gözlerine bakarak elinden öptüm.
*
Muharrem Soyek
 
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..