Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Aralık '11

 
Kategori
Fotoğraf
 

Fransızlar Lauvre’dan Mona Lisa’yı kaldırıp, Gültekin Çizgen’in fotografını koyarlar mı?!

YAZI DİZİSİ: 19  

Türk insanı – Türk’ün san’at anlayışı – Türk fotograf tarihçesine özet bakış –  Türk’ün Dünya ülkeleri önünde medeniyet katına çıkamama sebepleri – San’at dünyasında acı rekabetin vurduğu piyasa ve iş adamları – Adı rekabet olan, aslı rezaleti aşamayan işler sonunda, bugün Türkiye’nin vardığı olumsuz  neticeler.

Dünya’daki nice insan nesli, kendine ciddi bir hedef belleyeceği zaman, çevresindeki en yüksek çıtaya bakarak, kendini o seviyeye göre ayarlamaya çalışır. Türkiye’de ise, bu durum tamamen tersinedir. Çoğunluk en alt çıtaya göre, seviye ayarı tutturmaya çalışır. Bu sebeple TV kanallarında izlenilen: İzdivaç programları ve diziler, açık oturumlardan çok daha fazla seyirci tarafından izlenmektedir. Halk öyle yapar da erdemli sayılanlar ne yapar? Meselâ “Fotograf Müzesi” kurar ama, ulaşılacak çıta vasatını, Dünya normlarına göre: en alt seviye ve çağın gereği ve gerisi dışında olmadık, olamayacak bir yerde tutmaya çalışır ki; bazılarının sıkıntısı, fena halde ortaya çıkmasın. Ve bazı Türk’ler şunu düşünemezler ki; bu fena halde mevcut olan sıkıntı zaten ortadadır. Ve bu şekli ile sıkıntıyı da aşarak, Bir kitap halinde ortaya çıkacaktır. Bu baş aşağı tavra göre: Ben bir resim heykel müzesi açacak olsam, ne kendini ne de resmini beğenmediğim halde, FB forması ile yıldız olan, spor ve siyaset yorumcusu, Bir Türk ressamını, en baş köşeye koyar, etrafına da aynı ayarda birilerini yerleştirip, aynen bu “Fotograf Sergisinden”  sorumlu, ama kendi durumundan zorunlu, Gültekin Çizgen gibi, kendime göre ve çıkarlarım doğrultusunda, bir yasak savmış olurdum. Ve tabii o müzeye, Ne Escher ne de Salvador Dali giremezdi. Keza, büyük soluklu Türk ressamları olarak kabul gören, Adnan Çoker ve Güngör Taner, kapı arkasında bile yer alamazdı. Bu arada Fotograf Müzesi yerine, sergi dememin esas sebebi de, o mahallin bu akılla, sergi vasfını bile kazanması ihtimâli, çok zor olduğu içindir. Ezcümle: En yüksek çıtanın bulunmadığı yer, müze falan olamaz. kaldı ki; san’at ve spor, rekabet aklı kadar, asalet aklına da muhtaçtır. Asalet ve tabiî zarafet aklı, çıtaları her nerede olursa olsun; tüm san’atkârları, bir araya getirmeyi gerektirir. Sonradan Dünya milletleri, o kişileri lâyık oldukları yerlere yerleştirecektir. Bu arada ve şu an, orada san’at adına bir şey yapamamış fotografçıların fotografları da var ise; o fotograflar da oradan indirilir. Çünkü bu sert kural, değişmez olarak san’atın san’atçı için vazettiği Dünya kuralıdır. Önceden değindiğimiz misâle bir benzerini daha ilâve edelim. Lauvre’u düzenleme ekibinde, bu Fotograf Müzesi’ni, düzenleyen ekip de olsa, “-Leonardo usta buradaki diğer ressamlara fazla geliyor; Lauvre’dan Mona Lisa’yı kaldıralım.” derler, Bu fikre de, kargalar bile gülerdi. Fransızlar ise; Mona Lisa’yı Luvr’da her nedense, özel bir salonda başında nöbetçi ile sergilerler?!. Kültürsüz herifler. Fransızlar işte!..

Daha önce de belirttiğim üzre: Her meslek dalının ileri gelenleri, bir disiplin tahtında bir araya gelmeli, bu birliğin adına, her ne denirse denmeli, yurt ve Dünya çapında birçok mesele de, hep birlikte ve herkesin veya çoğunluğun lehine olacak bir şekilde bu birlik içinde çözümlenmelidir. Bu savı başından sonuna kadar savunan biri olmama rağmen, ne bir birlikte, ne bir dernekte ismimin olmaması, gerçekten benim ağır derecede hatamdır. Allah selâmet versin. Kendisini hiç tanımadığım halde, bir gün beni telefon ile arayarak, İki arkadaşı ile stüdyoma gelmiş ve kendilerinin de dahil oldukları bir gruba, dahil olmam için, bana recacı olmuş olan Sabit Kalfagil’in bu candan ve içten, gayet samimî çağrısına, o dönem ve sonraki uzunca bir dönem, saniye vaktim olmadığı için, müspet bir cevap verememişimdir. Belki bu zarif davranışına karşı, beklediği cevabı benden alamamış olan üstat, bana kırgın ve dargın da olabilir. Bu konuda her ne derse de haklıdır. Ancak, bağlanmış olan basireti, bir şekilde aşıp, kendisine birliktelik elimi uzatamadım. Bunun ana sebebi de çok kısaca şuydu. İnsan bir yere davet edilip gittiğinde, eli boş gitmez. Bir şeker ya da pasta gibi bir şey götürür. Bu konuda da, bu zarif davetin sahiplerine fikir ve çaba götürmek ve Onlarla birlikte çalışmak gereği vardı. Benimse, 2002 yılına kadar, çok zorda kalmadıkça, hiçbir yere iştirak edebilecek On dakika vaktim bile yoktu. Babamın mevlûdunda bile bulunamamıştım. Ülkem ve insanları için, fevkalâde mükemmel olabilecek bu birliktelikten, zarureten uzak kaldığım için, önce millet fertlerimden ve yeni yetişen nesillerden, sonra da kabulü dileği ile değerli meslektaşım Sabit Kalfagil’den def’atle, özür diliyorum.

Yine içimi sızlatan İkinci hatıram da, Üstat Mehmet Bayhan ile ilgilidir. Bir gün kendisinden bir mektup aldım. “FOTOĞRAFIN 150. YILINDA ÇAĞDAŞ TÜRK FOTOĞRAF SANATI” Albümü hazırlanıyor. Sizin de fotoğrafınız olsun mu? “ içerikli Bir yazı ve şartname çıktı bu mektubun içinden. Ben de çağrıya uyarak, kısa öz geçmiş, bir vesikalık, bir de san’at fotografı takdim ettim kendisine. Belli bir zaman sonra da, bu değerli kitap: 112 Saygın meslektaşın fotografları ile birlikte basıldı. Ve muhterem meslektaşım bana bu baskı hakkında, bilgi verdi. Ben de kendisini Yıldız Üniversite kampusundaki makamında, randevu alarak ziyarete gittim. Ve elinde mebzul şekilde mevcut olan o kitaptan, kendisinin fevkalâde nazik ısrarlarına rağmen, Beş On tane bir yana, İki tane kitap bile alamadan, O nadide eserden sadece bir adet alarak, bugün bile içimi sızlatan derin bir hüzünle, kendisinin makamından, kaçar gibi ayrıldım. Sebep soran gözlerinizi görür gibiyim. Aslında Onun da gözlerinde sebep soran ifadeler vardı. Kesin randevum olmasa, birkaç gün sonra gider, bu durumu yaşamayabilirdim. Ama randevu gün ve saati kesindi. Benimse hayatımın en olmadık bir kesiti, o hafta, başımın rezaleti halindeydi. O gün oraya gitmem bile mucizeydi. Ve o tek kitabı almak için bile, bir dostumdan borç almıştım. Ne acıdır ki; bu durumu kendisine tabiî söyleyemezdim. Söyleyecek olsam, muhtemelen istediğim kadar kitabı bana verirdi. Ama ben, hem kendisini ilk kez tanıyordum. Hem de o tür Bir adam değildim. 1989 Senesinde büyük bir emekle meydana getirdiği, bu nadide eser için milletim, yeni yetişen nesiller ve şahsım adına, minnetlerimle birlikte tekrar teşekkürü kendisine karşı Bir borç biliyorum.

Haydar Volkan,

Çiftehavızlar: 14.12.2011

Bu yazı dizisi, başlığındaki konularla ilgili olarak, devam edecektir. Lûtfen takip ediniz. Ki; bilmediğiniz çok enteresan konulara vakıf olunuz. Hem kendinizi hem de çevrenizi tanıyınız.

 

  

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..