Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Şubat '09

 
Kategori
Futbol
 

Futbolun da sınıfı var...

Türkiye'de hangi üç büyük takım taraftarına o sırada görevde olan federasyon ve hakem kurullarını sorsanız,

- Onlar bizim takımın azılı düşmanı, demekte.

Galatasaraylılara göre futbolu yönetenler ve hakemler azılı Galatasaray düşmanıdır, Fenerbahçelilere göre federasyon ve MHK işleri güçleri F.Bahçe aleyhine komplo düzenlemek olan bir zındıklar tayfasıdır, Beşiktaşlılara göre Türkiye'de futbola patronluk edenler tek hayat gayesi Beşiktaş'ın önünü kesmek olan ve bu uğurda plan üstüne plan kuran şeref yoksunlarından ibarettir. Demek ki basitçe bir bakışla, hayatınızda hasbelkader TFF'ye başkan olmuşsanız, Türkiye'de sesi en çok çıkan taraftar kesimlerince "şerefsiz" diye mimlenmekten başka şansınız yoktur. Ya da şerefsiz olduğunuz için sizi oraya "gizli güçler" getirmişlerdir.

Futbolda dört yılda bir federasyon genel kurulu yapılır. Genel kurul öncesi kulisler, lobi faaliyetleri, kapalı kapılar ardında vuku bulan kumpanyalar alır başını gider; üç büyük kulübün başkanı, ligin diğer "figüran" kulüplerini çevresine toplar, oyların şahsında toplanacağı ortak adayı belirler; istisnaları saymazsak, genellikle üç büyüklerin istediği ve diğer kulüplere kabul ettirdiği kişi, federasyon başkanı olur.

Fakat bizde futbolun kum saati oylama sonuçları açıklanıp, prosedürden ibaret olan sandık oylarının hangi adaya federasyon başkanı payesi giydirdiğiyle bitmez. Ligler başlar, bir süre sonra işler sözkonusu kulüplerden birinin istemediği gibi gider; işte o saatten sonra, "büyük camia"nın saflarında önce ufak tefek homurtular, bir süre sonra gürül gürül çağıldayan öfke patlamaları halini alır ve yöneticiler buldukları her TV mikrofonunda federasyonu ve hakem kurullarını borda ederler:

- Kulübümüz aleyhine perde arkasında ayak oyunlarının başladığını görüyoruz... Bizim son maçımızı yöneten hakem, hakem makem değildir, tetikçidir... Bir daha maçlarımızda bu adamı istemiyoruz; yok eğer görürsek, reaksiyonumuz daha sert olur... Aslında hakemlerden konuşmayı hiç sevmeyiz ama... gibisinden öfke tepinmeleri.

Bilemiyorum Ünsal Oskay hocanın deyimiyle, elit olmanın biraz da haramzade olmak demek olduğu üzerine hiç düşünmüşler midir?

Çok garibime gidiyor, çünkü üç büyük kulüp yöneticilerinde şahit olduğumuz dövünüp tepinmeler ve ağzından köpük kusarcasına geçirilen nöbetler sadece bu üç "büyük camia"yla sınırlı değil; diğer 15 takımın sorumlu kişileri de her fırsatta, düzenin çarklarının kendileri yararına dönmediğinden yakınır ve mikrofonlara dert anlatırlar.

Oysa aynı kişiler, kulüpler sayısında nicel bakımdan çoğunluk oluştursalar dahi, iş masa başına geldiğinde nitel manada hiçbir ağırlıkları olmadığını farketmeyip, ya da farketse bile oralı olmayıp, kongre salonlarında önce üç büyüklerin kuyrukçuluğuna girerler, sonra da bulundukları yerden utanmadan şikayet ederler.

Gerçekte, toplumsal hayatımızda yüklenmek ve oflamak puflamaktan başka hiçbir şey yapamadığımız sorunlar, futbol dünyamızın da bal gibi içindedir: Futbol kulüpleri, kendi yağlarında kavrulacak ve kendi imkanlarıyla ligde ve masa başında iddia ve söz sahibi olacak gelir ve popülarite birikimine sahip değildirler. Futbolun Türkiye'deki tanınma ve yayılma yıllarında, İstanbul hem ulusal pazarın kalbi hem de Türkiye ekonomisinin nefes alıp verdiği tek merkez olduğu için, hem sermaye bu şehre yığılmıştır hem de bu şehirden bütün yurda yayılan gazeteler bu şehrin meselelerine en çok önemi vererek çıkmaktadır; bu yüzden de, Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş dünyada eşine rastlanmayan bir taraftar çokluğunu sırf kendi şehirlerinde değil bütün yurt sathında arkalarına katmışlardır; sermaye İstanbul'da olunca başarı da İstanbul'un üç kulübüne mahsus olmakta ve Anadolu'ya avcunu yalamaktan başka davranış kalmamakta. Taraftar yığınlarının maddi desteği olmadan bir Anadolu kulübü ligde ve masa başında ne yapabilir? Ya bulundukları şehrin belediye başkanına, ya da şehirlerinden çıkarak yükselmiş zenginlere mendil açar. Belediyeden rantı koparmak için, belediye başkanlığı o sırada hangi partiye aitse o partiye yakın kodamanlar, ya da Anadolulu sermayedarlar, ya da mafya takımı, Anadolu kulüplerinin yönetim kadrolarına patır patır dolarlar. Böylece Anadolu şehirlerinde futbol, siyasi partilerin şahsi propagandalarını yapma ve yayma aracı haline gelir, tıpkı eski Doğu bloku ülkelerinde adı "Dinamo" ile başlayan takımların bu işlev üzre devlet tarafından at gibi koşturulduğu gibi.

Türk futbolunun total değerinin pastası büyütülemediğine ve büyütülemeyeceğine göre (çünkü dışarda Türk futbolunun alıcısı sıfırdır), neden acaba kulüpler, hiç olmazsa pastanın eşite yakın bir şekilde dağıtılmasını, Süper Lig'de yer tutan her kulübün kasasına yüklü meblağlar akmasını, böylece ligde yarışın eşit şartlarda yapılıp her kulübün sezona "küme düşmemek" hedefiyle değil "zirveye oynamak" parolaıylastart almasını istemezler.

Denecektir ki,

- Dünyada da pastadan en büyük dilimi, o ülkenin "büyük" takımları alırlar...

Bu gerekçe, belli başlı Avrupa liglerinde de zirve yarışının sadece üç-dört zengin takımın ipoteğine girmesine çok makul bir açıklama olurdu herhalde...

Ama benim önerdiğime de, "hiç olur mu öyle şey" diyeceksiniz, "gelir dağılımı olarak İstanbul ile Anadolu arasındaki makas kapanmadan, ve üstüne üstlük kulüp yönetimleri zengin veya partili kodamanlar tarafından değil kulübün içinden çıkan taraftarlar tarafından yönetilmeden bu dediğin nasıl olur?"

Haklısınız, olmaz. Kurumların omzu veya kasası kalabalık egemen sınıflar tarafından değil halk kitleleri tarafından yönetilmesi ve egemenlerle ezilenler arasındaki gelir dağılımı farkının erimesi, futbolda adil verekabete açık bir dönem için olmazsa olmaz şart.

Peki nasıl olacaktır bu? Nasıl, biliyor musunuz...

Aman canııım, siz bunları düşüneceğinize, hakemlere küfür salvoları yollayın gitsin.

 
Toplam blog
: 4
: 365
Kayıt tarihi
: 04.09.06
 
 

Çankaya'dan herkese merhabalar.ODTÜ'de üniversite lisans öğrencisiyim. İlgi alanlarımın kapsamı dahi..