Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Kasım '14

 
Kategori
Öykü
 

Gak gak

Gak gak
 

Her yılın Mart ayında, insanoğlunun gözünün yaşına bir an olsun bakmadan, kazma kürek yaktıracağı söylenegelen gri kış yine çıkageldi. Bütün kuşlar kanat açıp, kafileler halinde upuzun soluklu uçuşlarla, daha sıcak diyarlara doğru uçtular. Yalnızca, yapraklarından tamamen arınmış olan, hüzünlü meşe ağaçlarının dallarına tüneyen bed sesli, kömür karası parlak tüylü, patlak gözlü kargalar kala kaldı. Kargaların tek vukuatları da, durmaksızın gaklamaktı. Bu kötü seslerden, daha çok dışarıdaki seslere odaklanmış olan, yalnızlığın pençesinde inim inim inleyip, kıvranan yaşlılar daha çok rahatsız oluyorlardı. Üstlerine sinmiş, yaşadıkları diz boyu yalnızlık içler acısı idi. Çoluk çocuk, gelin, akraba, kız-kızan, torun ve bilumum akraba eş ve dost görünümlülerden bihaberdiler. Duyma yetisini hafiften yitirmiş, ama her daim hazır ve de nazır durumda, dışarıdan gelecek “merhaba” diyecek bir sese yönlendirdikleri kulaklarına ulaşan, anlatılmaz bir rahatsızlık veren “gak-gak”tan başka bir şey değildi.

Gülay Hanım bu seslere, zamanla iyiden iyiye alıştı alışmasına ama, O’nun asıl duymak istediği, yanında-yöresinde torunlarının cıvıldamaları ve de kalbini gönül rahatlığı ile şefkatlı avuçlarına bırakabileceği birileri idi. İki oğlu, iki kızı ve isimlerini birbirine karıştırsa da, bunlardan iki elin parmakları kadar da birbirinden tatlı torunları vardı. Aylardır karanlık bastırana kadar, penceresinin önünde durup, kendisine doğru atılacak bir canlının adımlarını gözlüyordu. Bu nafile bir bekleyişti ki, ne gelen vardı, ne de giden. Penceresine açılan sokakta, adeta kendisi gibi kuruyup, sararıp solan, tutunduğu dallarda kalmaya daha fazla direnemeyen son yapraklar ve gelen o gak gak sesleri. Meşe yaprakları üstlerine düşen yenilere kollarını olanca büyüklükte açıp, “hoş geldin, hiç gelmeyeceksin sandım, geç de olsa iyi ki bizi yalnız bırakmadın” diyorlardı. Sarmaş dolaş olup, özlem giderirken, yeni düşen yaprakları başka ağaçlardan olanlarla tanıştırıyorlardı.

Ayaklarını isteksizce sürüye sürüye posta kutularını bir bir dolanan, evlerine çekilmiş, çay veya kahvelerini, yudumlayan insanlara haberler ulaştıran, gri veya yeşil olduğu anlaşılamayan, ne üdüğü belirsiz üniforması ile badem bıyıklı, kısa boylu postacı. Az ileride, hayatı umursamadan, elinde tam dolu olmayan çöp torbasını sallaya sallaya konteynere doğru götüren, Gülay Hanımın komşusu Filiz Hanımın delikanlı oğlu. Art arda dolaşıp, sokağı teftiş eden biri kara, diğeri beyaz tüylü, mart ayı öncesinin relakslığında iki kedi. Marşı basmayan, çocukların üzerine “beni yıka” diye yazdıkları toz kaplı eski arabasını zorlayan, genç yaştaki kel kafalı adam.

Güneş oldukça kaprisli idi; bin bir naz takınıp, daha az ve cılız çıkar oldu. Mah cemalini anlık gösterdiğinden, “güneşe akınlar yapılamıyor, sofrasına oturulamadığı gibi, zapt da edilemiyor”. Görünen o ki, yapılacak olan akın, bu zapt etme ve sofraya oturma işi de biraz daha zaman alacağa benziyor. Yağmur yüklü bulutlar oradan oraya atılan pamuk yumakları misali, sürekli birbirlerine katılıp, ayrışıyorlar. Birileri de çıkıp; “dur kardeşim, senin yerin burası, yağdıracaksan yağmurunu, olduğun yerde kal, dölek dur ve orada yağdır” demiyor. Ya o kargalar, sokaktaki bütün çöp torbalarını didikleyip, yiyecek bir şeyler bulma uğraşısında olsalar da, ağızlarında baklaları ıslatma zahmetinde bulunmadan, bed seslerini tutamıyorlar.

Sokağın karşısındaki buğulu pencereyi de Şahin Beyin yalnızlığı sarmış durumda. Şahin Bey, eşi öldükten kısa bir süre sonra, oğluna ait bu dairedeki kiracısı çıkarılıp, buraya yerleştirildi. Eli ayağı tuttuğu, her işini kendisi yaptığı halde, oğlu her hafta temizlikçi bir kadın gönderip, evi temizletiyordu. Aylar geçmiş olmasına rağmen diyarına bu kilolarından dolayı “tısılamalar” eşliğinde işini yapan, temizlikçi kadından başka kimsecikler uğramıyordu. Şahin Bey bir başına, yapayalnız kaldı. Mahalledeki arkadaşları da uzaklara taşındığı için O’nu unutmuşlardı. Gözden ırak olan gönüllerin de pek yakınında olmuyordu. O da günlerdir torunlarına ve oğluna hasret kalmıştı. Karşı komşusu Gülay Hanım gibi kargaların sesine takılıp kalmasa da, oturduğu köşede kendisini gün geçtikçe daha bir küçülüyor hissediyor, bu da O’nu her geçen gün ve an kahrediyordu. Önüne geçemediği bu duygunun pençesine düşmüştü. İki kelime konuşacağı, yüzüne güleceği, nar kırmızısı bir bardak çay içeceği veya sokakta birlikte bir iki adım atacağı birileri olsaydı, bu pençesine düştüğü küçülme hissi de olmayacaktı.

Mavişliğini hepten yitiren gökyüzünde birbirine pamuk topakları misali katılıp ayrışan bulutlar duruldu. Önce o güzelim beyazlıklarını yitirdiler, ardından da karla karışık yağmur halinde yeryüzüne ıslak ıslak sökün ettiler. Her ne kadar yağmur ile karışık olsa da, bu yılın ilk karıydı. Sokak baştan sona ıslandı. Bu iş birliğinden kimliğini koruyamayan kar oldu, anında “dayanılmaz bir hafiflikle” eriyerek sokakta kalıcı bir beyazlık oluşturmadı. Pencerelere koşuşan çocuklar, kartopu oynayacakları umuduyla meraklı gözlerle Gülay Hanım ve Şahin Bey ile aynı sokağa baktılar, ama bu hevesleri gırtlaklarında gidip gelen yutkunmalarla kayboldu.

Gülay Hanım penceresinin önünde bir tül perdesini andıran görünümü aralayarak, sokağın karşısındaki pencereye baktı. Karşı pencerede kendi yaşına yakın, adını bilmediği kır bıyıklı, dökülmemiş olan kır saçlarını arkaya doğru düzgünce taramış, bakımlı biri olduğu belli olan Şahin Beyin gazetesini okumaya ara verip, kendisini süzdüğünü fark etti. Şahin Bey görüldüğünü fark edince, bakışlarını kaçırmadı. Gülümseyen gözlerle Gülay Hanıma bakmaya devam etti. Aralarındaki kar ile karışık yağmuru andıran tül perdesini bir el uzatıp, yana çekti. Perdenin oluşturduğu fluluk ortadan kalktı ve birbirlerini daha iyi gördüler. Şahin Bey ani bir hareket ve tatlı eda ile karşı tarafa el salladı. Gülay Hanım önce tereddüt etse de, gecikmeden içini ısıtan bu beklemediği harekete kıpırtılı yüreğini avucunun içinde sımsıkı tutup, karşılık verdi. Şahin Beyin maviye çalan gözlerinde ve yüzündeki gülümseme kocamanlaştı. Kendi eli ile pişirdiği, köpüklü, az şekerli kahvesinden ağız dolusu hazla bir yudum alıp, maviş gözlerini kırpıştırdı.

İki can belki de ömürlerinin son demlerinde, karnındaki tüm kelebeklerin öldüğüne inandığı, kalbinin o ince tellerini titretecek birilerinin olmadığı hayatlarının bu devresinde, alıp verdiği nefesi ve karanlıktaki elleri olabilirdi. Onların da nehirler misali coşku ile akıp, katılmak istediği denizler artık kurumamalıydı. O sevgili yalnız canlar; gönlünden geçen can yoldaşı ile dip dibe, avuçları avuçlarında terlemeli, koyun koyuna, nefesi nefesine karışmalı ve “yanımda kal” diyen bakışlarında huzur ve mutluluğu bulmalıydılar. Şairin dediği gibi; “vadeniz dolduğunda, avuçlarına gömüleceğin” biri olmalıydı, yanında duracak olan. O’nun, seveceği canının yokluğuna sımsıkı sarılmayı artık bırakmalı idiler.

Sokakta alabildiğine bir sessizlik hakimdi. Gülay Hanım kıpır kıpır kalbi ile evinin içinde oradan oraya koşturuyor, yerinde oturamıyor, sık sık gelip, karşı pencereye bakıyordu. Aynı telaş Şahin Beyin evinin içinde de sürüyordu. O da gelip gelip, pencereden bakıp, uzun uzadıya el sallıyordu. Şahin Bey küçülmesini durdururken, tam tersine büyüyordu. Ertesi günün sabahında köşedeki çiçekçiden bir mimoza buketi ile soluğu Gülay Hanımın kapısında aldı. Gülay Hanımın yüreğindeki karanlığın yerini, mimozaların sarılığı aldı. Kalbinin vuruşları o kadar baskın hale geldi ki, kargaların gaklaması duyulmaz oldu.

 

Amsterdam 20 Kasım 2014

  

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..