Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Mayıs '19

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Gap Turu Gezi Notları

 Güneydoğu Anadolu’da bir hafta süren,  bölgenin önemli şehirleri, müzeleri, yaşama kültürü, tarihi, doğası ve insanlarını tanıdığımız güzel bir gezi yaptık.  Bu geziye Adana’dan başladık.

Adana

  2 milyon nüfusu ile Türkiye’nin 6.büyük kenti olan Adana’nın küçük havaalanına indik. Önce nazlı nazlı akan berrak, yeşil renkli Seyhan nehri kıyısında, Adana’nın simgesi olan Taş Köprü’nün yakınlarında durduk. Roma döneminde yapılan, 319 metre uzunluğundaki bu zarif köprü,  geçen yüzyıllara rağmen sapasağlam ayakta idi.  Adana’nın başka bir simgesi ise, Taş köprü’nün hemen yanı başında, Osmanlı stilinde inşa edilen, 1998 yılında hizmete açılan,28 bin kişinin ibadet edebildiği 6 minareli Merkez Sabancı Camii’dir. Bu bölgede Sinema Müzesi’ni, eski Adana evlerini ve Atatürk Evi’ni gördük. Atatürk 1 Kasım 1918’de gelip, 7 gün kaldığı Adana’da, direnişin ve milli hareketin alt yapısını hazırlamış, ayrıca 1938’de Hatay’ın anavatana katılması için canla başla çalışırken bu evde kalmış.    

Çukurova’nın kalbi Adana, Türkiye’de modern tarıma dayalı sanayileşmenin başladığı bir bölge olmuş.  Cumhuriyet döneminde Milli Mensucat Fabrikası’nın kuruluşu, bataklıkların kurutulması, yeni kazanılan topraklar, pamuk, tahıl, narenciye üretiminin artması, tekstil, yağ fabrikalarının kurulması bu bölgede zenginlik ve refahın, iş yerlerinin çoğalmasına neden olmuş. Başka illerden işçi göçü, yaşanan sorunlar bu toprakların çocukları Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’in eserlerinde dile getirilmiş. Bosnalı Salih, Hacı Ömer Sabancı ve Bossa’nın kuruluşu Adana’nın yakın dönem tarihindeki çizgiler.

Adana’dan ayrılmadan önce bir lokantada acılı mezeler ile ünlü Adana kebabını yedik; şalgam suyunu içtik.

Antakya

Adana’dan Antakya’ya 3 şeritli oto yoldan gittik. Yolun sağında ve solunda uçsuz, bucaksız topraklar hep ekili ve dikiliydi. Yolda Şahmeran masalına konu olan Yılanlı Kale’yi gördük. Türk halk muhayyilesine göre; üstü kadın, altı yılan olan Şahmeran burada yaşarmış. Payas, İskenderun, Belen üzerinden Amanos dağlarını aşarak Amik Ovası’na indik ve Antakya’ya geldik.

Antakya benim hayatımda yeri olan bir şehirdir.  İlk defa öğretmen olarak atandığım bu şehirde ömrümün iki senesini geçirdim. 

Önce Saint Piere Kilisesi’ne gittik. Eskiden şehir dışında olan kilise şimdi şehrin içinde kalmış.  Hiçbir özelliği olmayan bu kilise aslında bir mağaradır. Hıristiyanlığın ilk kilisesi olduğu ileri sürülen bu yer, Anadolu’da yaratılmak istenen Hıristiyanlığa ait makamlardan biridir.  Devletimiz de turist gelsin diye bu projeleri destekliyor. Buradan şehir merkezindeki Habib-i Neccar Camii’ne geldik. 636 yılında Hz. Ömer döneminde fethedilen Antakya’da, bu cami fethin simgesi olarak inşa edildi. Habib-i Neccar aslında İslam’dan önce yaşamış,  tek Tanrı’ya inandığı ve son peygamberin geleceğine iman ettiği için Romalı vali tarafından başı kesilerek idam edilmiş; caminin şimdiki bahçesine defnedilmiş.

Camiyi gezdikten sonra Antakya’ya 8 km uzaklıkta, otelimizin de bulunduğu ünlü sayfiye yeri Harbiye’ye gidiyoruz. Harbiye yeşillikler içinde, dağdan gelen suların şelaleler oluşturduğu çok güzel bir yer. Yalnız, burada, iptidai biçimde, yan yana hatıra eşya satan dükkânlar yapılmış;  kahve ve lokantalar masa sandalyelerini suların içine koyarak doğallığı bozmuşlar.

Gezimizin ikinci gününde grubumuz Antakya’nın ünlü Uzun Çarşı’sını gezerken ben ve eşim bir taksiye atlayıp Antakya Lisesi’ne gittik. 54 yıl önce öğretmen olarak atandığım  okulumu görüyorum. Okul bahçesindeki ağaçlar çok büyümüş. Okul yapısı ve yanında o vakitler benim de kaldığım pansiyon değişmemiş. Okul yöneticileri bizi candan karşıladı. Genç öğretmenlerle konuşuyoruz, ben burada çalışırken daha doğmadıklarını söylüyorlar. Okulu kısaca gezdik. Sınıfları, teneffüse çıkan öğrencileri görünce yıllar öncesi anılarıma gidiyorum. Değişik duygularla okuldan ayrılıp, grubumuzla buluşacağımız Hatay Arkeoloji Müzesi’ne geldik.

 İlk defa gördüğüm, yeni, modern, büyük bir yapı olan Hatay Arkeoloji Müzesi’ni beğeniyorum. Müzede kronolojik bir sıra halinde çeşitli dönemlere ait eserler var. Ancak bu müzenin dünya çapında ünlü eserleri bölgede bulunan Roma döneminde ev tabanlarına ve duvarlara mozaikle yapılmış resimlerdir. Bu mozaiklerle Antakya Müzesi dünyada ikinci sırada yer almaktadır.

Müzeye başlarında öğretmenleriyle gelen öğrenci grupları var. Çocuklara sanat ve uygarlık tarihi hakkında bilgi verilmesi iyi olmasına rağmen, konunun uzmanı olmayan sınıf öğretmenlerinin anlattıkları çocukların ilgisini çekmiyor. Konuşup, gülüşüyorlar. Gezimizde diğer şehir müzelerinde gördüğümüz bu sorun, ancak çocukların seviyesine göre yetiştirilmiş, müze pedagogları ile çözülebilir.

Gaziantep

Müze gezimizi bitirip, Kırıkhan, Hassa, İslâhiye üzerinden Gaziantep’e gidiyoruz. Yolda Amik Ovası’nın verimli topraklarını görüyoruz. Bu topraklarda pamuk, narenciye, meyve, tahıl, her şey yetişiyor. Güneydoğunun sanayi şehri, 2 Milyon nüfusu ile Türkiye’nin 10. büyük şehri Gaziantep’e saat üçte girdik. Önce öğle yemeğimizi yörenin ünlü lokantası  “ İmam Çağdaş’ta” yedik. Lokanta çok kalabalıktı. Bu itiş kakış olmasa idi,  ünlü Antep mutfağından daha fazla keyif alırdık.

Gaziantep, orijinal özelliği yok edilmiş, betona yenik düşmüş bazı Anadolu şehirlerine benzemiyor. Kale, bedesten, hamamlar, hanlar, camiler, bu kültürel dokuyu gösteriyor. Hamam müzesini, Zincirli Bedesteni, hanları, Alaüddevle Camii’ni gezdim. Bu gazi şehrimizi fazla zamanımız olmadığı için etraflıca gezemedim. Özellikle Fransız işgaline karşı 12 bin şehit veren Antep’in şanlı mücadelesini anlatan Şahinbey Milli Mücadele Müzesi’ni ve yapım aşamasında olan Panorama Müzesi’ni görmeyi isterdim. Kalenin karşısında bir meydanda güzel bir düşünceyle Türklüğün ilk yazılı belgeleri olan Göktürk kitabeleri, yani Bengütaşların  kopyası birebir dikilmiş.

Buradan Zeugma Müzesi’ne geldik.  Türkiye toprakları eski medeniyetlere ait sayısız eser barındırıyor. Bunların bazıları hâlâ yer altındadır. Zeugma son yıllarda Türkiye’nin önemli arkeolojik keşiflerinden biridir. 1987 yılında başlayan kazılarda buluntular, 2000 yılında ortaya çıkarıldı. Yeni yapılan müze binasına eserler 2011’de taşınmış. Zeugma Fırat kıyısında bir Roma şehri idi. Sasani krallığı tarafından yıkıldı. Burada bulunan mozaikler Hatay’dakilerden daha iyi durumda. Müzenin dünyaca ünlü “ Çingene Kızı” mozaiği ayrı bir odada tek başına ziyaretçilere gösteriliyor.

Bu müzede ve diğer şehir müzelerinde hatıra eşyalar satılan mağazalar var. Fakat Türkçe veya yabancı dillerde hazırlanmış Müze Rehberi kitabı bulamadım.

Urfa

Gezimizin üçüncü gününde sabah erkenden Gaziantep’ten Urfa’ya gidiyoruz. Üç şeritli oto yolun sağ ve solunda uzanan topraklarda fıstık ağaçları görüyoruz. Özellikle Suruç fıstık üretiminin ve ticaretinin önemli bir kenti imiş. Önce tepeden Birecik Barajı’nda oluşan göle ve vadiye bakıyoruz. Buradaki nefes kesici güzellikte doğaya huzur hâkim.  Berrak yeşil renkli suyu olan gölün gezi teknelerinden birine binerek Savaşan Köyü’ne kadar gidiyoruz. Burada baraj gölünün suları altında kalan bir minareyi ve yamaçta terk edilmiş evleri görüyoruz. Dönüşte Yeni Halfeti’nin içinden geçerek 2 Milyon nüfuslu Urfa’ya geliyoruz.

Gördüğümüz köyler, şehirler, yollar, insanlar Türkiye’nin fakirliği yendiğini gösteriyor. 1970’li yıllardan itibaren Türkiye Cumhuriyeti Devleti GAP Projesi ile dünyanın en büyük bölgesel kalkınma projelerinden birini başlattı. Fırat ve Dicle nehirleri üzerine 22 baraj, 19 hidroelektrik santralinin yapımı, 1,8 milyon hektar alanın sulanması planlandı. Büyük kısmı bitirilen bu projenin gezdiğimiz bölgede refahı artırdığını gördüm. 1990’lı yıllarda Alman öğretmen arkadaşlarımla gezdiğim bu bölge o günlerden çok ilerde görünüyor. Bugünkü sonucu, Gap projesini o yıllarda ekonomik güçlüklere ve dış baskılara rağmen hazırlayan ve hayata geçiren Cumhuriyet Hükümetlerimize borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

Urfa’da bir lokantada yemek yedikten sonra Urfa Arkeoloji Müzesi’ne geldik. Bölgede gördüğüm bu en büyük müzede çeşitli dönemlere ait eserler ve yeni bulunmuş,  12 bin yıllık Göbeklitepe Anıtsal Tapınağı’nın bire bir kopyası vardı.

Müze gezisinden sonra ünlü Balıklıgöl’ü ziyaret ettik. Etrafı çok çok canlı olan Balıklıgöl’e Hz. İbrahim’in Nemrut’la mücadele öyküsü damga vurmuş, Hz. İbrahim makamı, yanındaki  cami, büyük ve küçük göl ile sudaki balıklar, ikindi namazından sonra bizzat şahidi olduğumuz Kadiri zikri buraya mistik bir hava vermiş. Havuzun etrafındaki bahçelerdeki kahvelerde büyük kalabalıklar vardı

Akşam otelden bir Urfa Sıra Gecesi’ne gidiyoruz. Eski bir Urfa Konağı’nda Urfa yöresinin türkülerini dinleyeceğiz. Büyük salonda batı şehirlerinden gelmiş gezgin grupları vardı. Herkes minderlerde oturuyordu. Yöresel giysiler içindeki saz heyeti;  klarnet, keman, saz, darbuka ve davuldan oluşuyor. Saz heyetinin ortasında aynı yöresel giysili solist bizim de tanıdığımız bölge türkülerini söylüyor ve dinleyicilere sıra gecelerinin doğuş öyküsünü anlatıyor. Bu aslında Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Urfa’nın Fransızlarca işgali sırasında direnişi örgütlemek için yapılıyor. Konserin ortasında ortaya getirilen kazanda çiğ köfte yoğruluyor. Sonra herkese dağıtılıyor. İkinci bölümde bütün Türkiye’ye ait türküler, şarkılar söyleniyor, isteyen halaya katılıyor. Sıra Gece’sinin yöresel, otantik bir folklör etkinliği olarak kalması ve misafirlere sunulan hizmetin  denetlenmesi  gerektiğini düşündüm.   

Gezimizin dördüncü gününde önce Göbeklitepe’ye geliyoruz. İnsanoğlunun yeryüzünde yaptığı en eski anıtsal tapınak burada gün yüzüne çıkarıldı. Öykü bir köylünün bölgede bulduğu heykeli Urfa Müzesi’ne getirmesi ile başlıyor. Bu heykelin önemini Alman arkeolog Klaus Schmidt anlıyor. Bölgede yapılan kazılarla büyük bir arkeolojik keşif yapılıyor. 12 bin yıl öncesine ait bu izlerle tarihin yeniden yazılması sağlanıyor. Burası tarihin sıfır noktası olarak kabul ediliyor.

 Göbeklitepe’den Harran’a gidiyoruz. Gap projesi ile Harran Ovası sulama imkânına kavuşmuş. Tarlaların kıyısında su kanallarını görüyoruz. Senede en az iki ürünün alındığı ovada yanlış sulamadan dolayı çölleşme olmuş, bunu önlemek için çitçilere yeni sulama teknikleri öğretilmiş. Harran ovasında kalkınmanın sonucu silolar, fabrikalar, iş yerleri görüyoruz.

Harran’da önce eski eserlerin olduğu kalıntıları ziyaret ediyoruz. Burası 11.yüzyıla kadar büyük bir bilim merkezi idi. Abbasiler döneminde bu üniversitede tıp, gökbilim, matematik, felsefe ve din bilimleri okutuluyordu. Sonra Harran’ın ünlü konik kubbeli evlerinin olduğu yere gidiyoruz. Bu evlerden fazla kalmamış.  Müze gibi bir eve baktık. Doksanlı yıllarda buraya geldiğimde konik kubbeli fazla sayıda ev vardı. Çocuklar Alman turistlerden para istiyordu. Şimdi para isteyen çocuk ve yetişkin görmedim. Bunu bölgenin değişen ekonomik seviyesine bağlıyorum.

Adıyaman

 Urfa’dan Adıyaman’a giderken yolda Atatürk Barajı’nın seyir terasından GAP projesinin bu önemli eserine bakıyoruz. Devletimizin 1983- 1992 yılları arasında bitirdiği bu baraj Fırat nehri üzerinde elektrik üretimi ve sulama için kullanıyor.

 600 bin nüfuslu, üniversite şehri Adıyaman da kalkınmış, büyük bir şehir olmuş. Öğleden sonra Kommegene Krallığı’na ait anıtsal mezarı görmek için Nemrut dağına çıkmak üzere yola koyulduk. Önce aynı krallığın kraliçelerine ait anıt mezar Karakuş Tümülüs’ünü gördükten sonra Cendere Çayı üzerindeki Roma dönemine ait Cendere Köprüsü’nün üzerinden geçtik. Köprü, Roma İmparatoru Septimus Severius döneminde M.S 193- 211 yılları arasında yapılmış, sapasağlam ayakta. 2150 metre yüksekliğindeki dağın zirvesi yakınına kadar minibüslerle çıktık. Burada bir kahve var. Oradan zirveye 500-600 metrelik dik bir yokuşla ulaşılıyor. Basamaklar şeklinde yapılmış bu yoldan zirveye ulaşmak kolay değildi. Zira akşam olmak üzereydi, soğuk ve rüzgârlı bir hava vardı. Yolun az bir kısmı karla kaplı ve kaygandı. Yolun uçurum tarafında bir emniyet zinciri veya halatı yoktu. Gine de grubumuzun büyük kısmı zirveye ulaştı. Anıtsal mezar ve Tanrı heykellerinin olduğu yerden güneşin batışı seyredildi. Ben bu tepeden 1991’de  bir yaz ayında güneşin muhteşem doğuşunu ve dağları seyrettim.  Minibüsler çıkış ve inişlerde bu dik ve virajlı yolda hızla insanları taşıdı. Biz şoförümüze ”yavaş gidin” ikazı yaptık. Yolu iyi bildiğini, endişe etmememiz gerektiğini söyledi. Fakat bir kaza oldu.  İnişte bizim önümüzde giden başka bir grubu taşıyan minibüsün frenleri patlayarak şarampole yuvarlandı. Ters dönen aracın daha fazla kayıp yuvarlanmasını ve olacak faciayı bir ağaç önledi. Önce yolcular araçtan çıkarıldı. Araçta sıkışan şoför ilk yardım arabasının gelmesiyle kurtarıldı. Geceyi Adıyaman Hilton’da geçirdik.

Mardin

Gezimizin beşinci gününde Adıyaman’dan Mardin’e gidiyoruz.  Yolda Atatürk Barajı gölü üzerinde yapılan 610 metre uzunluğunda Türkiye’nin 3. Büyük asma köprüsü olan Nissibi Köprüsü’nde fotoğraf molası veriyoruz. Eskiden burada karşıdan karşıya feribotlarla geçilirmiş. Bu güzel köprü ve etrafındaki güzel doğanın resimlerini çekiyoruz.

Siverek’e doğru giderken Karacadağ’ın lavlarından oluşmuş küçük bazalt taşları bütün vadiye yayılmış. İnsanlar burada genellikle hayvancılıkla uğraşıyor. Koyun sürüleri ve büyük baş hayvanlar her tarafta görülüyor. Hayvanların gece kalması için derme çatma ahırlar yapılmış. Diyarbakır’ı çevre yolundan geçerek öğleden sonra ikide Mardin’e ulaştık. Yöresel Mardin yemekleri sunulan bir lokantada yediğimiz yemekten sonra Artuklu döneminde başlanmış, Akkoyunlu döneminde 1457- 1502 yıllarında tamamlanmış Kasımiye Medresesi’ne geldik. İki katlı, tek açık avlulu medresenin yapımında kesme taş kullanılmış. Açık eyvanın altında hayatı temsil eden su havuzlara akıyor. İki katta revaklar arasında öğrencilerin kaldığı hücreler, dershaneler var. Bu medresede din bilimleri yanında fen bilimleri de okutulmuş.

800 bin nüfuslu Mardin bir dağ yamacında kurulmuş, Eski Mardin evleri Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız deniz gibi ovasına bakıyor. Eski Mardin’de taş evler genellikle korunmuş. Mardin bu haliyle Türkiye’de karakterini koruyan nadir şehirlerden biri olmuş.

Buradan Dar ül Zefaran Manastırı’na gittik. Şehir dışındaki bu Süryani Manastırı bugün bölgede çok az kalmış Süryani vatandaşlarımız için önemli dini bir merkez. Burada yaşayan Süryaniler 1970’li yıllarda Avrupa ve Amerika’ya göç etmişler. Türklerin Manastırı girişte para vererek büyük bir ilgiyle ziyaret etmesi, buna karşılık şehrin en önemli eseri olan Artuklular dönemine ait muhteşem Ulu Camii’yi kimsenin ziyaret etmemesi beni şaşırttı. Mardin’in gizemli dar sokaklarında dolaştık. Ovaya bakan konaklar ve evleri ile Mardin unutulmaz bir şehir.

Gezimizin 6.günü Mardin’den Midyat’a gidiyoruz. Yolda binlerce koyundan oluşan sürülerini Van’a yaylaya götüren çobanları görüyoruz. 600 kilometrelik bu macera yolculuk günlerce sürecek. Önce Hasankeyf’e geliyoruz. Eski Hasankeyf yakında Ilısu baraj suları altında kalacak. Eski köprünün ayakları nehrin ortasında hayalet gibi duruyor. Fırat kıyısında bir kahvede oturup kahvemi yudumlarken bu eski kente uzun uzun baktım.

Hasankeyf’ten sonra geldiğimiz Midyat, eski taş evleri, konakları ile birçok filme ve diziye ev sahipliği yapmış. Böyle plato bir evin terasından şehre bakıp, Gümüşçüler Çarşısı’nı geziyoruz. Burada yöresel lezzetlerin sunulduğu bir lokantada yemek yedikten sonra Mor Gabriel Süryani Kilisesi’ni geziyoruz.  Yapımına 397 yılında başlanan bu kilise önemli bir yapı. Türk turistler bu yapıya da çok ilgi gösteriyor.

Günün son ziyaretini Suriye sınırı yakınında bulunan, pek fazla tanınmayan Dara Antik kentine yapıyoruz. Dara, Sasanilere karşı kurulmuş bir Roma Garnizon kenti.  Buradaki  köy eski Dara’nın üzerine kurulmuş. Antik kentin şimdiye kadar ancak yüzde beşi gün yüzüne çıkarılmış. Yüzde 95 toprak altında imiş. Gördüğümüz sarnıç, su arıtma ve depolama yeri, nekropol çok ilgi çekici idi.  Yalnız bu arkeolojik kalıntılar Avrupa’da bir şehirde bulunsa idi, dünya çapında olay olurdu. Akşam Mardin’deyiz. Kaldığımız 12 katlı büyük otel, Batı şehirlerimizden gelen turistlerle dolu idi. Eskiden Türkiye’de yalnız yabancılar gezerdi. Şimdi Türkler kitle turizmi ile ülkelerini ve dış ülkeleri geziyorlar. Bu sevindirici bir durumdur.

Diyarbakır

Sabah Mardin’de dün görmediğimiz Müze’yi ziyaret ediyoruz. Bu küçük müzede eski dönemlere ait buluntular var. Açıklamaları okuyarak müzeyi gezerken duvarda iki genç adamın resimleri önünde çakılıp kalıyorum. Bunlar 1990’lı yıllarda Mardin civarında kazı yaparken, PKK’lı teröristler tarafından bombalı bir saldırıda hayatlarını kaybeden iki genç arkeologumuzun resimleri idi. Terör bu bölgede sayısız asker, polis, öğretmen, hemşire ve doktorun hayatına mal oldu. Müze gezimizden sonra postane önünde beklerken 25 yaşlarında bir genç Mardinli ile konuşuyoruz.  “Terörün bu topraklara artık gelemeyeceğini, Türkiye’nin hepimizin vatanı olduğunu söylüyor.” Aslında bu gezide bölgede konuştuğum birçok insandan buna benzer sözler işittim. Bu konuşmalar beni vatanımızın birliği, dirliği ve geleceği konusunda umutlandırdı.

Mardin’den Diyarbakır’a geldik. Burada önce Dicle üzerine yapılmış 10 gözlü köprüyü gördük. Diyarbakır surlarından, Mardin kapı’dan geçerek İslam dünyasının en önemli camilerinden ve Anadolu’nun en eski camilerinden biri sayılan 639 tarihli Ulu Camii’yi gezdik. Ünlü şairimiz Diyarbakırlı Cahit Sıtkı Tarancı’nın müze evi çok güzeldi. Burada Diyarbakırlı bir genç, şairin “35 Yaş” şiirini ezbere okudu. Dört Ayaklı Minare’yi, içinde kahveler, kahvaltı salonları ve büyük bir kitapevi olan Hasan Paşa Hanı’nı gezdik. Akşama doğru Diyarbakır’ın yeni modern hava alanından İstanbul üzerinden Bodrum’a uçtuk.

Uçakta yanımda oturan Diyarbakırlı bir genç adam bana gezi izlenimlerimi sordu. Ben de “ Tedirgin geldiğimi, ülkemiz ve birliğimiz adına umutla döndüğümü “söyledim. Nedenini sorunca; “Bölgede fakirliğin yok edilmesini, insanların terörü istemediğini, Türkiye’yi vatan olarak gördüklerini, bölgenin kültürel ve ekonomik yönden batıyla uyumunun sağlandığını” söyledim. Diyarbakırlı genç adam, buraya gelenlerin ön yargılarının değiştiğini söyledi.

Seyahat etmenin ülkeleri, şehirleri ve insanları tanımak ve birbirine yakınlaştırmak için en iyi yol olduğunu bir daha anladım.

 

 
Toplam blog
: 100
: 2186
Kayıt tarihi
: 28.01.12
 
 

1945 Bayburt'ta doğdu. Yüksek öğreniminden sonra çeşitli liselerde öğretmen ve yönetici olarak ça..