Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Kasım '11

 
Kategori
Öykü
 

Garip

(Otobiyografik Bir Hikaye)

Yazarı: Selçuk Ünlü

Garip, Anadolu'nun daha sonra ilçe olan küçük bir kasabasında doğmuştur. Ağustos ayında doğduğu yazıyordu nüfus cüzdanında. Annesine doğum gününü sorduğunda, 'Orak ve harman zamanıydı,'' cevabını aldı. Babası küçük bir çiftçi idi. Öğretmen olan büyük kardeşinin ve kayın pederinin birkaç dönümlük tarlasını ekerek ailesini geçindiriyordu. Kasabadakiler parayı çok nadir görürlerdi ceplerinde. Alış veriş bakkaldan veresiye yapılırdı. Kasabada çok az sayıda okumayı bilen vardı. Gazete çok nadir geçerdi ellerine. O da bir tane olurdu ve onu okuması için Garip veya bir başka bilen çağrılır, herkes etrafına toplanır, o da okurdu. Bilgisayar, televizyon bilinmezdi. Avrupa ya da Amerika'dan gelenlerin anlattıkları tahayyül bile edilemezdi. Radyo çok ender bulunurdu. O da varlıklı kimselerde vardı. Daktilo ise lüks bir yazı makinesiydi.

Kasaba çok küçüktü. Sadece bir ilkokul vardı. Toplumsal etkinlik hiç yoktu. Daha sonradan devlet kuruluşuna ait bir fabrikanın, mensupları için açtığı sinema kasabaya birazcık hareketlilik getirdi.

Garip, okul hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Okul yaşı geldiğinde, bir önceki akşam babası, “Yarın okula kaydolacaksın,'' dediğinde çok heyecanlanmıştı. Korkmuştu da. Ertesi gün okula tek başına gitti. Onunla kimse gitmedi. İşte ilkokul hayatı böyle başladı Garip'in. Babası, bütün tahsil hayatı boyunca Garip'le hiç ilgilenmedi. Babası çiftçi olduğu için Garip'i de bunun için hazırlıyordu. İlkokula da zorunlu olduğu için göndermişti. Garip ya çiftçi olacaktı ya da kasabalarındaki işletmeye girmeyi düşünecekti. İşletmedeki işçiler kasabalıların gözünde çok zengindi ve onlara imrenerek bakılıyordu. İşletmenin memurları kasabanın tek ara caddesinden geçerken sanki vali geçiyormuş gibi herkes ayağa kalkardı. Garip onlara gıptayla bakar ve kendi bulunduğu durumu düşünerek bu hayata mahkum olduğunu sanır, hayatını değiştirme konusunda herhangi bir kanıya varamazdı.

Garip ilkokuldan sonra üç sene ara verdi. Bu üç senede, yazın babasına harmanda yardım etti. Kışın da eşekle dağdan ev için yakacak odun taşıdı. Garip çok afacan bir çocuktu. Mahallenin erkek çocuklarıyla dövüşür, kızlarını döver ve babasından bu nedenle çok dayak yerdi. Kasabadaki tek eğlence olan sinemaya gitmesini bile çok görürdü. Onu bunun için de döverdi. Garip bu şekilde baskı altında büyüyordu.

Kasabanın gelir kaynağı gülcülük ve halıcılıktı. Hemen her evde bir halı tezgahı bulunurdu. Evin hanımı ve kızları bununla ilgilenirdi. Bu şekilde eve gelir ve kızların çeyiz parası temin edilirdi. Para çok nadir olurdu. Öyle olunca da aile kendi yağıyla kavrulmaya çalışırdı.

Garip hayatı amelelikten ibaret sanırdı. Fakat en yakınındaki amcası ve çocuklarının çok farklı bir hayatı vardı. Amcası öğretmendi. Çocukları da okuyordu. Onları örnek alıp kendi hayatına bir yön verebilirdi. Bir de onların bu rençber çocuğuna tepeden bakıp, bir ırgat gibi muamele etmeleri yok mu, işte bu onu çok incitirdi. Hayır! Bu hayat böyle gitmemeliydi. O, babasına yardım ederken, babası da oğlu müstakbel çiftçi olacak diye, için için sevinirdi. Garip bu üç senede ne bulduysa okudu. Kasabada ortaokul da açılmıştı artık. Ama o, bunun sözünü bile edemezdi. Çünkü babası buna asla izin vermezdi. Babası ufku dar, cahil bir insandı.

İlkokuldan sonraki üç sene böylece boşa geçti. Fakat Garip'in içinde bir okuma merakı vardı ve bu, o zamanda yüksek tahsil yapan ''okumuş ağabeylerin'' dikkatini çekmişti. Babasının arzusu ihtilafına ''üniversiteli ağabeylerinin'' teşvikiyle babasından habersiz ortaokula kaydolmuştu. Fakat daha sonra bunu öğrenen babasından, kemikleri sızlayıncaya kadar odunla dayak yemişti. Madem okula böyle başlamıştı, öyleyse mutlaka başarmalıydı. Aradan geçen üç sene zarfında okul hayatından uzak kalmıştı. Bu yüzden çok şey unutmuştu.

Üniversiteli ağabeylerinden biri ona sözlük hediye etmişti. Garip ovada öküzleri otlatırken bu sözlüğü ezberlemeye çalışırdı. Ortaokula kayıt yaptırırken müdür, “Oğlum üç senedir neredeydin? Sen okumayı yazmayı da unutmuşsundur!'' dedi. Garip bunun aksini ispat etmeliydi. Ortaokulda daha fazla çalışmalıydı Garip. Sabah çok erken kalkıyor, kitaplarının başına oturuyordu. Fakat onun okumasını istemeyen babası ''para yakıyor'' diyerek elektriği kapatıyordu. Böylece Garip ile babası arasında bir küskünlük başladı ve bu durum lise bitene kadar devam etti. Babası Garip'e eğitimi için para vermezdi. Zaten yoktu da. Garip dağdan getirdiği odunu satıp harçlığını çıkarırdı. Ortaokul sıralarında, yaz aylarında amelelik yaparak para biriktiriyordu. Okul yılı boyunca bunu dikkatlice harcıyordu. Ortaokulu işte böyle ama iftiharla bitirdi.                                            

1960 yılında ortaokul bitmiş, sıra liseye gelmişti ama engel yine babasıydı. Üniversite gençliğinin de rol aldığı 27 Mayıs 1960 ihtilali akabinde halk tarafından çok sevilen Menderes'in idam edilmesi, üniversite gençliğine olan güveni azaltmıştı. Babası da bir Menderes hayranıydı. Bu olaylardan dolayı çocuklarını okutmak istemiyorlar ve ''Liseye giden yarım, üniversiteye giden tam gavur oluyor,'' deniyordu. Babası da aynı düşüncedeydi.                                      

Garip artık liseye gidecekti, ancak maddi imkanı yoktu. Amelelikte biriktirdiği bir kaç yüz liraya güveniyordu. Yakınlarından ona yardım etmedikleri halde bu paraya göz dikenler vardı. Ama Garip yılmadı ve liseye kayıt için düştü yollara. Onlara en yakın lise kırk km uzaktaydı. Kayıt olana kadar üç defa yürüyerek gidip geldi. Çünkü vasıta yoktu. Kayıt olmuştu. Sıra gelmişti barınacağı bir oda bulmaya.

1960'larda şehirde bir ailenin yanında bir oda fiyatı 25-50 lira arasındaydı. Bu para, Garip gibi hiç parası olmayanlar için büyük paraydı. Sonunda 15 liraya küçük ve karanlık bir oda kiraladı. Okul ihtiyaçlarını da biriktirmiş olduğu paradan zar zor karşıladı. Garip'in ortaokulda fen derslerinin alt yapısı çok zayıf olduğu için bu derslerde zorlanıyordu. Sosyal grup dersleri ise başarılı olduğu derslerdi. Hele de yabancı dile ayrı bir sempatisi vardı. Garip bu ülkenin dilini öğrenmeye çok hevesliydi. O ülkeyi hayal eder, onunla ilgili bilgiler dikkatini çekerdi. Bulunduğu ilçeye yurtdışından stajyerler gelirdi. Garip, yabancı dilini geliştirmek için onlarla çok ilgilenirdi. Sınıf arkadaşlarına yabancı dilde fark atıyordu. Lisedeki yabancı dil öğretmeni de Garip gibi başarılı öğrencilerle ayrı ilgileniyordu.                                              

Garip kiraladığı oda için birkaç parça eşyayı güçlükle evden getirdi. Gıda ihtiyaçlarını da arada eve giderken, annesi babasından habersiz ihtiyacını gönderiyor, o da bunlarla kıt kanaat geçiniyordu. Bütün güvencesi yazın biriktirdiği 300 lira idi. Garip bu durumda olmasına rağmen lisede sınıfları birincilikle geçiyordu. Derken lise son sınıfa geldi. Yazları amelelik yapan Garip gece ormandan odunları getirip satıyordu. Bir çocuk için gece ormana gitmek büyük cesaret isterdi ama mecburdu. Bu getirdiklerini de, çocuk diye kandırıp ucuza alıyorlardı. Ucuza da olsa satmak zorundaydı. Buna mecburdu. Onun için her kuruşun önemi vardı. Babadan zaten fayda yoktu. Yeter ki zorluk çıkarmasın. Garip'in ideali filolog olmaktı. İmtihana katılmış ve yüksek puan almıştı. İlk tercihini filoloji bölümüne yaptı. Aldığı puanla tıp bile tercih edebilirken, o istemedi.

Ilık bir sonbahar günü üniversiteye kayıt yapmaya gidecekti, ancak hiç parası yoktu. Kimseden de bir yardım eli uzanmıyordu. O da ilçedeki üniversiteli ağabeylerinden birinin kapısını çaldı ve ağabey de ona hemen telgrafla para gönderdi. Bu şekilde kaydını yaptırdı. Garip ilk seneyi borç harç içinde ama çok başarılı bir şekilde bitirdi. Fakat daha üç senesi vardı ve cebinde 40 liradan başka bir şeyi yoktu. Tam ümidini kesmişti ki, yabancı dildeki ve ayrıca üniversitedeki başarısı dolayısıyla Vehbi Koç'un kurucusu olduğu TEV’in 250 lira tutarındaki bursuna hak kazanmıştı. Garip bu müjdeyi aldığında sevinçten şok geçirmişti. O gün yeniden doğmuştu artık.

Gelecek korkusu kalmamıştı. Sadece derslerine vermişti kendini. Çalışıyordu. Çalıştıkça açılıyordu. Bölümünü birincilikle bitirdi ve o yıl (1968) Türkiye'de alanının tek mezunuydu. Avrupalı hocalarının teşvikiyle nihayet Avrupa'ya gönderildi. Avrupa'ya gitmeden önce mezun olduğu bölüme alınacak asistanlık imtihanına Ankara'da katıldı. Bu sınavda tek başarılı o oldu.

Garip daha öğrenciyken kasabadan bir kızla ailesinin ve çevresinin ikna etmesi sonucu evlendi. Bu, Garip'in hayatında yaptığı en büyük hata olmuştu. Çünkü daha öğrenciydi ve onlara nasıl bakacaktı! Bu yüzden de eğitiminde aksamalar olmuştu. Garip 1970 Aralık ayında, Ankara’da yurtdışı doktora ve araştırma bursu imtihanına girdi ve başardı. 1971' de Avrupa'da doktora çalışmalarına başladı. Ailesini götürmeyecekti. Fakat kızın ailesi götürmesinde ısrar edince, götürmeye mecbur kaldı. Fakat ailesi de gelince her şey berbat olmuştu. Hem öğrencilik yapıyordu, hem de tekstil fabrikasında çalışıyordu. Ancak daha sonradan gelen kira yardımıyla aile rahat bir nefes almıştı ki Garip'in kızı yaralanınca doktorayı yarıda bırakıp 1973 yılında Türkiye'ye geri döndü. Türkiye'de yeni bir doktora konusu aldı. Bölüm başkanının tüm baskılarına rağmen büyük bir çabayla 1975’de Ankara Üniversitesinde doktora sınavını başararak edebiyat doktoru unvanını aldı. 1986 senesinde Prof. olarak atandı.

Garip'in nesli 27 Mayıs 1960 darbesini ortaokulda karşıladı. 12 Mart 1971 müdahalesi Garip'in üniversite günlerine denk düşüyor. 12 Eylül 1980 ise siyasi bilinçlerinin en yüksek olduğu dönemde yaşanan büyük şoktu onlar için. Her üç askeri müdahaleye zemin hazırlayan ise öğrenci olaylarıydı.

Garip bu olayları akademik çalışmalarının yanı sıra uzaktan takip etti. Üniversiteler adeta bir siyasi parti birimleri gibi çalışmakta ve iç sürtüşme devam edip gitmekteydi. Bir Anadolu çocuğu olan Garip devleti ve milletine olan borcunu ödemek için büyük idealler peşindeydi. Yeni kurulan üniversitelere eleman yetiştirmek ve oralara kendi gücü nispetinde ışık olmak istiyordu ve bu konuda kendisine düşeni yaptığını inanıyordu. Garip bu namüsait şartlar ve sosyal çalkantılar içinde akademik kariyerini tamamladı. Ayrıca Batı ülkesinden aldığı yurtdışı araştırma burslarıyla çalışmalarını oradaki arşiv ve kütüphanelerde sürdürdü. Meslektaşlarıyla ilmi tartışmalar yaptı. Milletlerarası kongrelerde ülkesini temsil etti. Kısaca ''oralarda doldu, ülkesinde öğrencilerine boşaldı.'' Almadan veren birisi olmuştu.

Garip, devletle toplumu barıştırmak gerektiğini, bunu da siyasilerin yapacağını düşündü. Garip siyaseti sevmezdi. Bütün bu çalkantıları da üzülerek takip etti. Sadece kendi işinin hakkını vermeye çalıştı. Garip bütün bunların muhasebesini yaptı. 1968'den bu yana yaşanan askeri darbeleri, siyasi çalkantıları film şeridi gibi gözünün önünden geçirdi.                                              

Edebiyatın 68 kuşağı zihniyeti; ''Başkaldırıyorum öyleyse varım.'' '' Kavga etmeden konuşamayan ülkelerde, demokratik kültür zenginleşerek, yeni boyutlar kazanamaz.'' şeklindeydi.             

Garip mesleki hayatında çok başarılıydı ve meslektaşları onu çok takdir ederdi. Emekliliği geldiğinde emekli oldu fakat üniversitesi, fakültesi ve meslektaşları onu aralarında görmek istiyorlardı. Bu onun için bir şerefti. Çünkü o, ''İyi ki ayrıldı denmesindense, ne yazık ki ayrıldı” denmesinin iyi olduğunu, düşünüyordu ve bu yüzden de devam etti. Çünkü milleti ve devletine borçlu kalmamalıydı. Sınırlı imkanlarına rağmen onu, bu devlet ve millet yetiştirmişti.

İşte Garip, böyle düşündü ve böyle yaşadı.

kadriye Dede

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..