Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Şubat '08

 
Kategori
Aile
 

Geç kalmış bir yazı

Geç kalmış bir yazı
 

2005 Ekim

Günler kısaldı, Ekim ayı, Ramazan Ayı. Yalnızım evimde, üşüyorum, acıkmışım. Açlığım oruçtan değil, yıllar oldu orucu bırakalı. Kaşığın sapından tuttuğum yaşlardan beri tutmuyorum. Ayaklarımda incecik ucuz çoraplar, ayaklarım dondu. Karnım da aç. İki sokak ötede anam oturuyor. Gitsem desem ki, "Ana, orucunu bugün benle beraber aç!". Biliyorum ki çoktan bekliyor. Gitmeliyim bugün.

Başımı bu düşüncelerle kaldırıyorum okuduğum kitaptan. Sabahtan beri yüzüne bakmadığım halde açık duran televizyonun düğmesine basıyor, hırkamı giyip çıkıyorum evden.

Hava serin, hırka az geliyor sırtıma. Geri dönmeye üşeniyorum. Üşümemin sebebini açlığa bağlayıp savuşturuyorum geri dönüp daha kalın bir şey alma fikrini. Yürüyorum iki sokak öteye, anama davetsiz misafirliğe. İnsanlar ellerinde poşetler, koşuşturuyorlar, iftara az kala. Ellerim, tirit gibi keten pantolonumun ceplerinde, boynumu iyice çekip içime yürümeye devam ediyorum. Köşe başında sokağın, bir minibüs var, arka kapısı açık, kapı önünde bir insan kuruğu. Kuyruktan her ayrılanın elinde bir plastik kap, hızla ilerliyor. Biraz daha yaklaşınca iş çıkıyor ortaya; hayırseverin biri iftarlık dağıtıyor fakir fukaraya. Kuyrukta üstü başı düzgün, makyajlı genç kızlar da var, sırf meraktan belki de, onlar da alıyor dağıtılan kumanyadan. Üzerinde her yanı boyalı tulumu, bir karış sakalıyla bir boyacı genç de alıyor, yüzünde gülümseme. Onlara bakınırken bir an yavaşlıyorum. Yanımdan geçen otomobilin rüzgarı kendime getiriyor tekrar, önüme, yoluma bakıyorum. Adımlarımı hızlandırıyorum. Anam bugün yalnız açmasın orucunu, iftara yetişeyim.

Donmuş işaret parmağım kapı ziline basarken, ayaklarımın ucundan tekir bir kedi geçiyor bana hiç aldırış etmeden, yavaşça. Az ilerideki çöp variline gittiği belli. O da benim gibi midesinin derdinde olsa gerek. Kapı otomatı, açarken demir oymalı kapıyı, sokaktaki telaşeden sıyrılıp sanki arkamdan biri yetişip yakalayacakmış hissiyle dalıveriyorum aceleyle eski binadan içeri. Sokağın soğuğu, hengamesi, fakirliği sanki geride kalıyor. Anam kapıda, yüzündeki tebessümüyle beni bekliyor. "İftara yetiştin." diyor oruçsuz olduğumu bile bile. "İyi oldu, bana arkadaşlık edersin."

Mutfaktan gelen yemek kokusu içimi ısıtıyor. Masa çoktan hazır. Sanki beni bekliyormuş anam. Hırkamı sandalyenin arkasına asıp, oturuyorum muşamba örtülü masaya. Anam elinde tenceresiyle çıkıyor mutfaktan. Tencerede tarhana çorbası. Masada salata, zeytin, pide.
Birlikte ezanın okunmasını bekliyoruz. Tıpkı çocukluk günlerimdeki gibi, oruç tutmasam da bekliyorum ezanı anamla birlikte. Bu bekleyişte bir huzur var. Mis gibi tarhananın sıcaklığı vuruyor yorgun yüzüme. Dumanında fakirlik, dumanında gariplik var, yıllar, yüzyıllar öncesinden kalan.

"Allahu Ekber" derken televizyondaki ezan, İstanbul için iftar vakti yazıyor cami görüntülerinin üstünde. Suyla açıyor anam orucunu, ben zeytinle açıyorum olmayan benimkini. "Salatadan da ye!" diyor, ben çorbayı kaşıklarken hep yaptığı gibi. İşte bu ilgiyi özlüyormuşum meğer. İftar sofrasında bir anam, bir ben. Başka kimseler yok, kalmamış kimse. O çocukluk günlerimin kalabalık iftar sofraları, şenlikli sahurları geliyor gözümün önüne. Kaçınılmaz bir hüzün çöküyor üstüme. Ne günler geçirdik ailece. Ne badireler atlattı bu ülke. Her seferinde bir şeyler yitip gitti hayatlarımızdan. Her ramazanda kaybettik bir şeyleri, her bayramda biraz daha tadı kaçtı bayramların. Kaybettiğimiz hiç bir şey artık geri gelmeyecek. Elde kalan, anamın hiç bitmeyen şefkati ve hala eski tadında olan tarhana çorbası.
 
Toplam blog
: 15
: 548
Kayıt tarihi
: 28.06.06
 
 

Ege Alkan, 1967 yılında, Marmara Bölgesi'nin dogusunda küçük bir ilçede dünyaya geldi. İlk ve ort..