Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

ZEREN KEZİBAN KARAASLAN

http://blog.milliyet.com.tr/zerenkezi

06 Mart '09

 
Kategori
Deneme
 

Gece ve ateş

Gece ve ateş
 

Kendimizi kaçırıp getirdiğimiz gecenin simli aynasındayız... Tam ortasında...! Bir önceki gecenin imgeleşerek sayfalara dökülmüş fotoğraflarına bakıyoruz hep beraber. Tekrarında değil devamındayız...Ayaz bir gecede ayazma içiyoruz yine... Ayaz da olsa bahar kollarını uzatmakta... Omuzum da hayatın aryası içimi ısıtmakta... Hiç birimiz üşümüyoruz hava soğuk da olsa... Çocuksu havamızdayız yalnızca.. Bir nisan şakasıyla çağlıyor çoğalıyoruz... Ateşin varlığında karanlığın içine sızmış ışıklarız, narız... Bir alegori haliyiz... Ellerimi gömüldüğü yerden alıyorum, katır tırnaklarının ateşe aktardığı sarı demetlerle harı anlatıyorum... Ellerimdeki menderese.

Üç cemre de düşmüş... Nergisler süslemiş dağları, frezyalar ovayı, leylaklar bahçeleri, erguvanlar yolları..... Ihlamur açtı açacak, manolya bize fark ettirmeden değiştirdiği parlak yeşil yapraklarıyla suların içinde açan nilüferlere benzeyen çiçeğini açmaya çabalıyor... İğde sakin ve sessizce beklemede... Kırlangıçların evleri, heyecanla dönüşleri gözlemekte... Börtü böcek uçuşuyor, çayırlarla sevişiyor... Bademlerin çiçek zamanı yani baharın ılık yüzü sarmış dört bir yanı... Ya kıştan çiçeklerini açmış, bahara gülümseyen malta eriğine ne demeli... Asmalar budanmış, su yürümüş dallarında patladı patlayacak tomurcukları... Kuşatılmışlığımızı unutmuşuz geçici de olsa... Kendi türkümüze bakıyoruz yine alevlerde... Taş plaklarda buluyoruz peşrevini... Fov üslupda her şey... Ve lirik metninde..

“dağlarına bahar gelmiş memleketimin”

Merhaba uzun bir kelime demiştim ya hele ateşi de barındırıyorsa içinde... Bir merhaba ki gel de yazma yine! Bir heves bir heves ki sorma, şu sosyal reform mu, siyasal darbe mi belirsizliğindeki günlerde... Bir kaçaklık, bir kaçıklık hali bizimkisi... Neyse heves e geçelim yine!.. Haydar Ergülen ne demiş:

"Kırk şair birden olsam, yazamam bir hevesi"

Söğüt ağacı geliyor aklıma birden... Yazmayı unuttuğum söğüt ağacı... Oysa alevin şarkısını söğüt ağacının altında dinliyoruz... Herkes kendi düşünde ama herkes kendi düşünün peşinde mi acaba diye düşünüyor düşlüyorum söğütle birlikte... Dertleşiyoruz... Söğüt dallarının şavkını suda görmek istermiş, suyun şavkını yıldızlarda... Suya hasretliğimiz bitmesin ki düşlerimizi kaybetmeyelim, iç dünyamızdaki savaştan vazgeçmeyelim diyorum kendi kendime... Yoksa; yazmayı bilmeyen çocuğa nasıl okuma vadederiz... Ve nasıl fark ederiz kederini... Eksiklerini... Ve elinden alınmış çocukluğuyla bakan gözlerini...

“insanları sevmek büyük hüner

insanlarla beraber”

Ateşi anlamak istiyorum ateşi anlamlandırmak...

Ateşi anlatmak istiyorum, ateşi adlandırmak...

Ateşin etrafındayız yine, bizden başka her şeye yokmuş gibiyiz... Ve sanki tüm dertlerimizi ateş eritiyor, bağrımızda semaları tutacak genişlik açıyor... Hepimizin yüzünün aydınlığında sakinlik var, sanki o sakinlik içinde patlamaya hazır coşkunun cevheri de var ...

Nerde ne zaman okumuştum, kalbin odacıklarından birinin adı; “ateş yakılan oda” anlamına geliyormuş... Ateş yakılan oda! Ne hoş! Bizde tam ortasındayız işte ve söğüt ağacının altında, yedi selvi boylu arkadaş... Doksan dokuz ad diyorum, doksan dokuz adı ezberleyelim yüzüncü ad bizim olsun.. Denizin üstündeki halkalar gibi büyüyor dağılıyor bağrımızda, ateşin ısısı ve ışığı karışıyor ısımız ışığımızla... Kim yolunu bulabilir, kim göğsümüze saplanan ve saklanan acıların izini bilebilir, kim yankısından kaçabilir teninin... Tarifsiz ve tanımsız hoşluğu kim bilebilir bizden başka...

Kaç batık gemi eder yüreğimizden düşmüş parçalar diye düşünüyorum, kaç batık gemiden çıkarıp alabildik parçalarımızı... Anforalarımızı...

“bir kere bile ah etmeyeceğim inat için

çünkü ah’a da kızmışım ben...”

yüzeyinde gecenin; melankolik iklim, derininde günün; şaman ayini mevsimi..Ve soneler...

“yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,

güneş kucağındadır, bilemezsin.

Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,

Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.

Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.

Uçar gider, koşsan da tutamazsın...” der ya William Scakespeare... Zamanı durdurup yazıya döktüğümüz iki gece için de doğru değil...

Tanrılar değil miydi ateşi bizim de yakabildiğimize bakıp kızan! Zerdüşt ün kutsal ateşi değil miydi Kawa ya yol gösteren.. Simyacılar değil miydi ateşin yardımını dileyen.. Havarilerin yenilenme arzusu ateşin içinden geçmez mi paskalya bayramlarında...

Ateşi anlamak istiyoruz ateşi anlamlandırmak...

Ateşi anlatmak istiyoruz, ateşi adlandırmak...

Binlerce yıllık örselenmişlikten geliyoruz, bilerce yıllık sürgünden, yalnızlık hükmünden... Ateşle geliyoruz... Hırsızız, tanrısızız, ölümsüzüz, doğup ölüyoruz doğup ölüyoruz hep ama hep ateşle güzelleşiyoruz...ateşle ölümsüzleşiyoruz.....

Su kenarına inmiş maral ürkekliğindeyiz hepimiz aslında yine, daldaki serçenin tedirginliğindeyiz ateşe rağmen... Yaşamdan çaldığımız anlar bunlar ihtiyacımız olan...Yaşam fısıldayarak bir şiiri hatırlatıyor!

“sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları

ölmek daha kolaydır sevmekten

bundandır işte benim yaşamaya katlanmam”

Sevmek...Ah! Sevmek...Sevmek ne zor kelime... O sessizliğin içinde feryat, ıssızlığın içinde fırtına!.. Sevebilmek...Sen hiç sevdin mi?.. Ve sevmenin resmini yapabilir misiniz bana..Eksildiğimiz yerden bakıyoruz, bahara açan ilk çiçeğe... Ve Semavi bir sütunun kaidesini inşa edeceğiz diyoruz, kollarımızı sıvamışız biz bu gecelere..

“İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.

Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediğinden.

Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.

Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.

Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.

Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin değerini bilmediği için.

Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.

Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için...”i hatırlatarak kendimize usulca...

Garda bekleyen yolcuların belleğinden söz geçirilmeyen girift fonlu belirsizliklerdeyim....Kelebek etkisinde...”Çarpışma” filminde...Ve yazının icat olmadığı zamanlar gibiyim... yüküm ağır, heybemden bir bir taşmak gibiler... Taşmak dağılmak "Eşik Cini" olmak...

Ateşi anlamak istiyorum ateşi anlamlandırmak...

Ateşi anlatmak istiyorum, ateşi adlandırmak...

İşte hayat kimi zaman böyle şeyler de bahşediyor dağılmış yanlarımıza! ne güzel ne güzel, hep kendi saflarımızda kendimize yenilmeyeceğiz ya... Ateşin iması, imlası ve imzasında bu kenti nasıl anlatmalı acemi hallarımızla..Hoyrat yalnızlığımız ve yanlışlarımızla.. Çocuksu bir neşe sarmış meydan okuyor tüm yaşlara, yaslara ve yasalara... Bir çemberin köşelerinden bakıp kübik desenler yapıyoruz...Turgut Uyar ne demişti:

“...

Hoş olsun bütün verdikleri aldıkları şu çiçeklerin

Gül susar çiğdem uyanır tüfek başlar konu değişir


Hep böyle süreceği sanılır her gül hikayesinin

Hep böyle sürer gerçi amma bir gün sonu değişir...”

Estet simayla bakıyoruz esrik halimize!.. Ah o içimizdeki çocuk hiç susmasa hiç susmasa...

Ateşi ne hoş anlar anlamlandırırız

Ateşi ne hoş anlatır adlandırırız...


Keziban Karaaslan

 
Toplam blog
: 35
: 573
Kayıt tarihi
: 18.02.09
 
 

Bağımsız bir yaşam sanatsız düşünülemez! diyen bir kaç yıldır Gaziantep' te yaşayan, kamuda çalışan ..