Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ocak '07

 
Kategori
Eğitim
 

Gecikmiş bir özür

O zamanlar, öğretim elemanları öğle yemeklerini, şimdiki öğrenci yemekhanesinde yerlerdi. Yemekhane öyle çok kalabalık olmazdı. Yemekler şimdiki kadar leziz de değildi. Bu nedenle olsa gerek, mutlaka boş masa olurdu. Şimdiki gibi, seçmeli yemek kavramı oluşmamıştı henüz. Yemeklerin yanında bazen çorba, bazen domates, salatalık da verilmezdi. İsteyenler, öyle her gün süs biberi turşusu da alamazlardı. Daha da önemlisi, elemanlar yemeklerini yemek tepsisi ile kendileri alır, yemeği yedikten sonra, tepsilerini yine kendi elleriyle görevliye verirlerdi. Tabanı karoydu, kliması yoktu. Bunlara rağmen, yemekhanenin çok güzel bir konumu vardı. Oturduğunuz her yerden kolayca bir manzara görebilirdiniz. Yemeklerinizi doğadaymışçasına yer, farkında olmadan dinlenirdiniz. Dinlendiğinizin farkına ise, ancak yemekten sonra varırdınız.

Ben, böyle bir yemekhanenin müdavimlerinden biriydim. Müdavim olma gerekçemin temelinde, sabah kahvaltılarını, simit ya da tost, çay ile geçiştirmem yatardı. Yemekleri beğenmeyerek, kimsenin yemeğe gitmediği günler bile, ben yemekhaneye gitme görevimi aksatmazdım. Çünkü, öğleye kadar çok acıkmış olurdum. Ayrıca, bunun yanında, benim yemediğim/sevmediğim yemek de yoktu. Uzun yıllar yatılı okullarda okuyan kişilerde, “yemek sevmeme, sevmediği yemekleri yememe” kavramı zaten olamazdı. Çünkü, yemek sevmemenin karşılığı, aç kalmak demekti. Aç kalmak ise, gelişme çağında olan, fakir/dar gelirli aile çocuklarına göre bir iş değildi. Olsa olsa, yemekleri az, ya da çok sevme kavramı olabilirdi.

Bizimkilerden kimsenin gelmediği bir gün, nedense benim de üçüncü masaya gitmek içimden gelmedi. Çünkü bizimkiler, girişte sağdan hep üçüncü masada otururlardı. Yemekleri, tepsiye koydurduktan sonra, orta kısımlarda bir masaya giderek, yönüm kapıya gelecek şekilde oturdum. Acelem yoktu. Birilerini bekletmek gibi bir sorunum da yoktu. Dolaysıyla, kapıdan girenleri görebilir, istediğim hızda yemek yiyebilir, yedikten sonra da üç-beş dakika daha oturarak dinlenebilirdim.

Yemeğimi bitirmiş, dinlenmeye çekilmiştim. Tam bu sıralarda mavi takım elbiseli bir kişi kapıdan geçerek, merdivenleri çıktı ve yemek dağıtan aşçılara doğru yöneldi. En üstte bulunan yemek tepsisini, iki eliyle, kenarlarından tutarak, bir karış kadar havaya kaldırdı ve önündeki ilk aşçıya doğru uzattı. Aşçılar, hafiften toparlandılar. Hemen bir araya gelerek, aralarındaki bir adım kadar olan boşluğu kapattılar. Yüzlerindeki ifade birden değişti. Gülümsüyorlardı. Üç aşçıydılar. Hemen yemek koymadılar tepsiye. Hepsi tek tek, bir şeyler konuştu Hoca ile. Hoca da onlarla konuştu. Sonra her bir aşçı, önündeki yemekten, bir kepçe koydu tepsiye. Hoca aşçılara doğru gülümseyerek, başını hafifçe eğdi ve tepsiyi, yemeklerin konulduğu masadan alarak yürümeye başladı.

Hiç acele etmeden, ağır ağır, iki üç adım attı ve yere paralel bir şekilde tuttuğu tepsi ile birden durdu. Yarısı boş olan yemekhanede, önce sağa doğru bir yay, sonra sola doğru yarım bir daire çizdi. Sanki, gözleriyle birini aradı ve bulamadı. Yirmi otuz saniye kadar, ellerinde tepsi ile bekledi. Üç dört adım daha attı ve tekrar birden durdu. Gözleriyle önce sağı, sonra sol tarafı taradı. Yüzündeki ifade değişmişti. Biraz önceki gülen yüz, şimdi dalgın bir yüze dönüşmüştü. Otuz kırk saniye kadar durdu. Sonra tekrar ağır adımlarla ve düşünceli bir yüz ifadesiyle, yemek alınan yolun sonuna kadar yürüdü ve sağ dönerek, kimsenin olmadığı bir masaya yöneldi. Yüzünü boş masalara, sırtını yemek yiyenlere dönerek bir sandalyeye oturdu. Ağır ağır yemeye başladı yemeğini. Sanki hiç de aç değilmiş gibi. Bundan sonrasını görmedim. Çünkü, yemeğim bitince kalkıp gittim.

Hoca yemeğini, muhtemelen tek başına yedi ve aşçılara “Hoşça kalın” diyerek, üzgün bir yüz ifadesiyle yemekhaneden ayrıldı.

Aradan bir iki ay geçti. Hoca, yine bir gün çıka geldi yemekhaneye. Üzerinde yine mavi takım elbise vardı. Yemek tepsisini eline aldı ve aşçılara doğru yöneldi. Yine bir şeyler konuştular, gülümseyerek. Tepsiye de, birer kepçe yemek koydular. Hoca tam adımını atmak üzereyken, eli telsizli biri hızlı adımlarla hocanın yanına geldi ve bir şeyler konuşarak, hocanın elinden tepsiyi aldı. Konuşma birazcık uzadı. Hoca direndi herhalde. Sonra birlikte yürüyerek kapıdan çıktılar ve merdivenden alt kata indiler. Hocanın yüzünde gülen bir ifade vardı.

Ben bu olayı bir çok kereler hatırladım ve her hatırlayışta bir hal oldum. Çünkü, sözünü ettiğim kişi, Üniversitenin kurucu rektörüydü ve biri dört, diğeri oniki yıl olmak üzere, toplam on altı yıl rektörlük yapmıştı. Olayın geçtiği yıl, rektörlük görevinden -emekli olarak- ayrılalı altı yıl olmuştu. Benim gibi, son altı yıl içinde atananlar hariç, yemekhanede bulunanların büyük bir kısmı Hocayı yakından tanıyordu. Hatta, atama kararnamelerinde onun imzası vardı.

Daha sonraları Hocayı birçok kereler, törenlerde, protokol sıralarından çok uzaklarda görecektim. Oysa bir zamanlar Hoca, hep önde yürür, hep birileriyle birlikte olur, hep birlikte yemek yer, masasına çağıracak/davet edecek birilerini asla aramazdı.

Affet bizi Hocam. Unutmak, büyüklerin şanından da.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..