Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Aralık '16

 
Kategori
Deneme
 

Geçmişin ve köklerimizin izinde: (Bir aydınlanma yolculuğu)

Geçmişin ve köklerimizin izinde: (Bir aydınlanma yolculuğu)
 

Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim,” diye başlar Ahmet Hamdi Tanpınar, tamamlayamadığı romanı ‘Aydaki Kadın’a…

Her uyanış, bir aydınlıkla geldiği takdirde önem arz eder; insanı içinde bulunduğu uyku halinden layıkıyla çıkartıp, onu rüyalarından gerçeğe taşıyabilir. Aynen üstadın, dizelerinde “Aydınlığın hendesesi/ Sonsuzluk bahçendir senin,” dediği ‘Yavaş yavaş aydınlanan’ adlı şiirini sonlandırdığı gibi:

Başucunda her rüyanın / Bu aydınlık oyun bekler…”

Geçmişe dönüp baktığımızda; Tanpınar, Doğu ve Batı medeniyetlerinin kesişme noktasında yaşayan bir toplumun ferdi olarak; kimlik sorunumuz üzerine hayli düşünmüş ve vardığı sonuçları eserlerine, yazılarına yansıtmış bir edebiyat ve fikir adamı olarak karşımıza çıkmaktadır.  

O, güneşin Doğu’dan doğduğunun bilincinde olarak; kültürümüze ve eski sanatlarımıza gösterdiği dikkat ve önemin yanı sıra Batı medeniyetinin aydınlığından üzerimize yansıyan ışığı da almamız gerektiğini kavrayan döneminin en müstesna kişiliklerinden biridir. Hayatımızda değişen, değişmesi gereken şeylerin varlığını göz ardı etmeden; değişmesini istemediği şeyleri de işaret eder Tanpınar.

Ona göre, bir cemiyet için fertte olduğu gibi ölüm yoktur; orada süreklilik vardır. Zincir, ebediyet boyunca uzar gider. Parça parça olsa bile bir sonraki, kendinden önce geleni tamamlar. Tarihin anlam kazandığı yer, hatıralarla topluluk şuurunu devam ettirmesidir. Tarih, sanat eserleri, gelenekler, hepsi de cemiyetin süreklilik şuurudur.

Şu gördüğünüz küçük yol, şu iki ağaç arasında tepenin eteğini kıvrılan patika. Fevkalade hiçbir tarafı yok değil mi? Hemen her yerde bol bol rast gelebileceğiniz alelade bir şey. Bununla beraber, nereye gittiğini, nereden geldiğini bilmediğim bir dönemeçte kaybolan tozlu parçasından başka hiçbir tarafını tanımadığım bu yol benim hayatımda bütün bir sergüzeşttir,” diye yazar Tanpınar bir tren penceresinden sürekli görüp ona keşfetme isteği veren yol için, “Bir yol” öyküsünde.

Halil Cibran ise “Hem sonsuz ölçüde büyük olan ve hem de sonsuz ölçüde küçük olan biziz;” der insanoğlundan bahsederken. “Ve biz aynı zamanda ikisi arasındaki yoluz.”

Hayat da bir yolculuk, bir yol öyküsü değil midir?  Kendimizi bildiğimiz yaşlardan itibaren zaman zaman değişik yollara saparız bu yolculukta. Bazen de bir yol ayrımında, yeni bir yola doğru bakarken buluruz kendimizi; Tanpınar’ın yukarıdaki öyküsünde olduğu gibi.

Bir ömür yaşamaya değer bir şeydir,” der üstat aynı öyküde.

Geçtiği yerlerde yapmış olduğu gözlemleri, edindiği tecrübeleri bu yolculukta yanına azık edebilen insan; gerektiğinde dönüp geriye bakmasını da bilir, ileride sapacağı yolu da ve yolculuk böylece sürer gider; ömür sonlanıp artık toplumun bir hatırası olana dek… Bunu layıkıyla yapamayan insan için, bu yolculukta yolunu kaybetmek de söz konusudur.

Bu girizgâhtan sonra, yazımda benzer bir yolculuğu anlatmaya çalışacağım sizlere. Kendi içimde gerçekleşen; beni çokça geçmişe ve köklerimize götüren ama benliğime tüm kattıklarıyla beni geleceğe taşıyarak, bilincimi yavaş yavaş aydınlatan bir yolculuk bu…

Çamlıca’da bir korunun içindeki ailemize ait köşkte doğmuşum. Tanpınar’ın “Meyve bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya adamı oldum,” demesi gibi benim de ilk çocukluk dönemim envaiçeşit meyve ağaçlarının, sebze bahçelerinin olduğu bir koruda ağaçların ve çiçek kokularının arasında koşup oynayarak geçmişti. Ne gariptir ki sonraki yıllara ait birçok şeyi bugün unutmuş olmama rağmen, o sihirli atmosferde tüm aile fertlerimiz ve çevre evlerdeki komşularımızla birlikte geçen yeşil yıllar hafızamda silinmez bir yer elde etmiştir.

İlkokula başlamadan hemen önce; Boğaziçi köprüsü ve çevre yolları inşaatı sebebiyle köşkümüz istimlak olduğunda, oradan taşınarak Kadıköy’deki bir apartman dairesinde yaşamak zorunda kalmıştık. Köşkte o zamana kadar birlikte yaşadığımız amca, yenge, kuzen ve büyük anne gibi diğer aile fertlerinin de başka yerlerde başka dairelere yerleştiği gibi. Artık büyük şehirlerde yaşanılan değişimin insanları farklı bir hayata sürüklediğini; ailelerin bir arada müstakil evlerde yaşadığı dönemlerin kapanmaya başladığını daha sonraları anlayacak, bu durumdan ve gittikçe betonlaşan yeni İstanbul’u seyretmekten üzüntü duyacaktım. Aynen sonraki yıllarda Avrupa yakasına gitmek için köprüye doğru yol alırken, her seferinde doğduğum köşkün ve çocukluk hatıralarımın üzerinden geçerken hissettiğim hüzün gibi... Ne diyordu Tanpınar bir şiirinde: “Uzak çok uzağız şimdi ışıktan / Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan.”

Baba tarafında bilinen en büyük dedemizin Osmanlı âlimi Kazâbâdî Ahmet Efendi olduğunu ortaokul sıralarında, rahmetli babamın bana verdiği ve içinde aile tarihimizi anlatan bir makalenin olduğu bir dergiden öğrenmiştim. Tokat, Kazâbâd’da (bugünkü ismiyle Üzümören) doğmuş ve 1703’te İstanbul’a gelmiş. Sonraları onun hayat yolculuğunun detaylarını araştırdığımda; döneminin ünlü müderrislerinden (günümüzdeki üniversite öğretim üyeliği) olduğunu, yazılı birçok eseri bulunduğunu; Kütüphane-i Hümâyun hocalığı ve vefatına kadar 5 yıl boyunca Mekke-i Mükerreme kadılığı yaptığını öğreniyorum. Aile ismimizi de, onun torunu hattat Yesâri Mehmed Esad Efendi’den almışız.

Sağ tarafı doğuştan felçli olduğundan ve yazılarını sol eliyle yazdığından, solak anlamına gelen Yesâri ismiyle tanınmış 18.asır hattatlarımız arasında. Onunla aynı yolda giden ve Yesârizâde olarak tanınan oğlu Mustafa İzzet Efendi de babası gibi hat sanatımıza büyük katkılarda bulunmuş. Hatta İranlı sanatkârların önde olduğu nestalik hat yazısı üslubunun yerini alacak, öz zevklerimizin hâkim kılındığı Türk ekolünü oluşturduklarını öğreniyorum sonraları. Onun 1842 yılında Rumeli Kazaskerliği görevine getirildiğini öğrenmek de, o dönemlerde sanatçıya verilen değeri de açıkça gösteriyor bana…

Sonraki yıllarda, Padişah III. Mustafa tarafından saraya hat öğretmeni olarak da tayin edilen Yesâri Mehmet Esat Efendi’nin hayatı ve sanatını daha iyi idrak ettikçe; onun engel tanımayan azmi, başarıya giden yolun sırrını kafamda yerli yerine oturtuyor. Öğreniyorum ki; dönemin Şeyhülislâmı Veliyüddin Efendi, onun içinde bulunduğu şartlara rağmen hat sanatına kazandırdıkları ve alçak gönüllülüğü karşısında şöyle demiş: "Cenab-ı Hak, bu zatı bizim enf-i istihbarımızı (kibrimizi) kırmak için göndermiştir.”

Müzelerin haricinde İstanbul’u dolaştıkça her köşede onların eserlerine rast geliyorum zaman içinde. Nusretiye, Hidâyet, Beylerbeyi, Teşvikiye Camilerinde, Sultan II. Mahmud Türbesinde, Bâb-ı Âli’de, Topkapı Sarayı Kubbealtı ve Harem kitabelerinde, Aynalıkavak Kasrı’nda, Alay Köşkü’nde, Bayezid Kulesi’nde, Beylerbeyi Sarayı kitabelerinde, Selimiye Çeşmesi’nde ve daha nice yerlerde… Hatta artık bizim kuşaklar için geçmişteki bir hayal olarak kalmış Osmanlı şehirleri Şumnu, Kavala ve İskenderiye’de devrimize kadar gelmiş kitabeleri olduğunu öğreniyorum. Bazen Yesârizâde Caddesinden geçiyorum, ailemizin iki hat ustasının mezar kitabelerinin bulunduğu Fatih Camisi’ne doğru yürürken…

Aslında eski sanatlarımıza karşı ilgim bununla sınırlı kalmıyor çünkü rahmetli annem de akademide eğitimini gördüğü minyatür ve tezhip sanatlarını hayatı boyunca terk etmemiş, sergiler açmış bir sanatkârdı. Çocukken birlikte minyatürler yaptığımızı da hatırlarım. Bazen o resmi çizer, ben toprak boyayla boyamasını yapardım, bazen de onun yapmış olduğu minyatürlerden kopya çekerek aynısını çizmeye çalışırdım. O zamanlar bu iki eski sanatımızın -ince iş gerektirmeleri sebebiyle- ne kadar meşakkatli olduğunu ancak bu zahmete karşılık, ortaya çıkan eserlerin bakmaya doyulamayacak güzellikte olduğunu bizzat görerek öğrenmiştim.

Çocukluğumda Çamlıca’daki evimizde yaşarken, çevredeki ailelerin desteğiyle kurulan ve sportif faaliyetlerin yanı sıra sanatsal ve kültürel faaliyetlerin de merkezi haline gelen Altınyurt Spor Kulübünde ramazan aylarında yapılan eğlenceleri de keyifle hatırlarım bazen. Tuluat oyunları, Karagöz-Hacivat ve meddah gösterileri, hele rahmetli amcam ile yengemin karşılıklı sahneye çıkıp oynadıkları ‘Bu bekârlıktan bıktım usandım,” diye başlayan düet kanto halen gözlerimin önündedir. O yıllarda annemin yardımıyla kesip boyadığım Hacivat-Karagöz figürlerinden (tasvir), Beberuhi, Tuzsuz Deli Bekir ve Zenne halen çalışma odamın duvarını süslüyorlar.

Köklerimi araştırırken sıra Yesârizâde Mustafa İzzet’in büyük oğlu Ahmed Necib Paşa’ya geliyor. Babam, evimizdeki ayaklı müzik dolabında bir plak çalıyor bana. Bir marşın müziği ve sözleri salonumuzu dolduruyor. Mehter marşları küçüklüğümden beri her dinlediğimde beni heyecanlandırmıştır ancak bu duyduğum marşın ezgisi hem onlardan tatlar taşıyor hem de batı müziğinden, ilgiyle dinliyorum.

Babam “Ey velîni‘met-i âlem şehinşâh-ı cihan” mısraıyla başlayan Hamidiye (I. Meşrutiyet) Marşının akrabamız Ahmed Necib Paşa tarafından bestelendiğini, 1908 yılındaki II. Meşrutiyet’in ilânına kadar Osmanlı Devleti’nin resmî marşı olduğunu aktarıyor bana. Sonraları öğreniyorum ki marşın en önemli özelliği güftesi bulunan ilk resmî marşımız olmasıymış. Necib Paşa; Enderun’da yetişirken flüt, piyano ile kemanı, ülkemizi Batı Müziği ile tanıştıran ve ilk Türk Bandosunun gelişiminde büyük payı olan Giuseppe Donizetti’den ders alarak öğrenmiş. Sultan II. Mahmud tarafından başlatılan Osmanlı Devleti’ni modernleştirme çalıştırmaları sonucunda kurulan saray bandosunda görev yaparken Donizetti’nin 1856’da vefatı üzerine Sultan Abdülmecit tarafından Muzıka-i Hümayun kumandanlığına getirilmiş.

Sultan Abdülaziz’in tahta çıkmasıyla ayrıldığı görevine II. Abdülhamid’in tahta geçmesi üzerine geri dönmüş ve 28 Nisan 1883 tarihindeki vefatına kadar bu görevini sürdürmüş. Tipik bir Tanzimat devlet adamı ve sanatçısı olarak Batı müziğiyle Türk müziğinin aynı seviyede gelişimini sürdürmesi hususunda büyük gayret gösterdiğini; marşlar dışında polka ve mazurkalar ve Türk müziği eserleri bestelediğini ve en önemlisi 19.yüzyıla kadarki klasik Türk müziği eserlerini notaya aldırarak, doğru bir biçimde günümüze ulaşmalarını sağladığını öğreniyorum. Batı müziği terimlerine bugün kullanılan Türkçe karşılıklar da bulan Necib Paşa, vefatında Padişahın isteğiyle II. Mahmud Türbesi’nin haziresine defnedilmiş.

Hattat Yesârizâde’nin, diğer oğlu Mehmet Rıfat Bey tarafından torunu olan Mustafa Hayrullah Efendi’yi (benim büyük dedemin babası oluyor) araştırdığımda ise kendisinin İstanbul Bidayet (Bugünkü Genel Mahkeme) 1.Reisi olduğunu ve 1876 yılında hazırlanan Osmanlı’nın ilk anayasası Kanuni Esasi’nin hazırlanması için kurulan Cemiyet-i Mahsusa encümenliğinde Mithat Paşa ve Namık Kemal ile birlikte görev yaparak 1.Meşrutiyet’in ilânında rol oynamış bir hukuk adamı olduğunu keşfediyorum. Osmanlı Devleti’nin modernleşme çalışmalarıyla iç içe geçmiş aile tarihimizi öğrendikçe bu konularda daha fazla şey öğrenmek isteği, gençlik yıllarımda bana tarih dersleri ve kitaplarını epey sevdiriyor haliyle…

Hayatım boyunca, -buna ergenlik ve gençlik yıllarım da dâhil- yaşlı akrabalarımı ziyaret etmekten, onlarla sohbet etmekten son derece zevk almışımdır. Sadece onların ilgiye ihtiyaç duyduğunu hissetmemden veya kendilerine duyduğum saygıdan değil, aynı zamanda yukarıda belirttiğim gibi tarihe, hikâyelere ve yaşanmışlıklara karşı içimde yeşeren sonsuz ilginin de, onlara zaman ayırmamda şüphesiz payı vardı. Mesela rahmetli anneannem (Zehra Hanım), başlardı anlatmaya ben de can kulağıyla dinlerdim.

Çocukluk ve ergenlik dönemleri savaşlarla iç içe geçmiş. Balkan ve Kurtuluş Savaşlarında savaşmış olan babası, 6 Ekim 1923’teki İstanbul’un kurtuluşunda şehre giren birlikte yer alan ve sonraki yıllarda albaylıktan emekli olan İstiklâl Madalyası sahibi Kütahyalı Gazi Osman Nuri Efendi imiş. Babası savaşta iken, geride kalan aile bireyleriyle –Yunan Ordusu’ndan kaçarlarken- Sakarya Nehri’ni zorlukla geçmelerini anlatırdı bana ve ninesini üstüne koydukları salın nehirde onunla birlikte kaybolup gitmesini. Anneannemin bizlerle paylaştığı hayat tecrübeleri, geçmişte bu coğrafyadaki insanlarımızın yaşadıkları acılar hakkındaki ilk izlenimlerimi ve savaşın acımasızlığını öğretmiştir bana. Büyüyüp askere gönderdiği erkek kardeşinin vefat haberinin geldiği günü anlattığında gözleri nemlenir, bazen de o günleri yeniden yaşar gibi ağlamaya başlardı. Evlenip çoluk çocuğa karıştığı zamanlardan da anlattığı şeyler olurdu. Sarı saçlarından dolayı “İngiliz Yusuf” olarak adlandırılan dedemin, Emniyet teşkilatında görev yaparken Yavuz zırhlısının Gölcük’te yabancılar tarafından onarılması işlemlerine, gizli görevle bir bahriye çavuşu gibi katıldığını anlattığında onu -bir casus hikâyesi dinler gibi- can kulağıyla takip ederdim.

Rahmetli babaannem (Halide Hanım) ise mütareke yıllarında, İstanbul’da, savaştan uzakta imiş. Ancak asırlar boyu büyük bir imparatorluğun merkezi olduktan sonra işgal edilme akıbetine uğramış şehirde bir genç kız olarak yaşamanın zorluğunu ailesiyle birlikte derinden hissettiklerini söylerdi. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’dan gelen her iyi haberde, her zaferde, tahsil gördüğü Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde veya evlerinde nasıl sevinçle birbirlerine sarıldıklarını; İstanbul’un kurtuluşunda ise birliklerimiz sokaklardan geçerken onları görüp destekleyebilmek adına kendilerini coşkuyla dışarı attıklarını, o günlerdeki heyecanı yaşarcasına anlattığında benim de tüylerim ürperirdi.

Anlattıkları sadece o dönemlerle sınırlı kalmazdı babaannemin. Büyük dedesi Pepe Mehmed Emin Paşa imiş. Onu araştırınca 1800’lerin başlarından itibaren hazinedarlık, defterdarlık, Bolu, Trablusgarb, Girit, Tırhala, Bosna, Yanya gibi şehirlerin valiliği gibi görevleri ifa ettikten sonra, Sultan Abdülaziz devrinde Zaptiye Müşiri iken 95 yaşında (1867) görevi başında vefat ettiğini öğreniyorum. Baba tarafımdan Ahmed Necib Paşa gibi o da II. Mahmud Türbesinin bahçesine defnedilmiş.

Babaannem hayatta iken ailesinden Sait Bey’i de (Pepe Mehmet Emin Paşa’nın torunu) çok anlatırdı bizlere, onun bazen eğlenceli bazen de hüzünlü maceralarını keyifle dinlerdik. Kemalpaşazâde Sait Bey, -ya da bilinen adıyla Lastik Sait Bey- ki bu lakabı yaz kış lastik ayakkabı giymesi sebebiyle almış; II. Abdülhamit döneminin popüler gazeteci yazarlarından biriymiş. Babası Ahmet Kemal Paşa ise bugünkü adıyla Milli Eğitim Bakanlığı olan makamın ilk sahibi ve çeşitli ülkelerde elçilik yapmış bir vezir. Ayrıca padişahın Farsça öğretmeni olması sebebiyle, oğlu Sait Bey de Abdülhamit Han’ın yakın çevresine katılmış. Fransız gazetelerinde aleyhine yazı çıktığında Sait Bey’i Yıldız Sarayı'na çağırtır ve ona ‘Journal de Constantinople’ gazetesinde cevap niteliğinde yazılar yazdırırmış. Sait Bey’in hiciv konusundaki maharetinin, bazen gazete sütunlarında dönemin diğer tanınan yazarları ile söz düellolarına girmesine de sebep olduğunu öğreniyorum. Hatta babaannem şiddetli bir tanesinin, Ahmet Mithat Efendi’nin kendisini Bâb-ı Âli Caddesi’nde bastonu ile kovalamasına yol açtığını gülümseyerek anlatırdı.  Sait Bey, yabancı kelime ve terkiplerden arındırılmış öz Türkçe meselesinin de yılmaz bir savunucusu imiş ki şöyle yazmış meşhur bir kıtasında:

Arapça isteyen Urban’a gitsin, / Acemce isteyen İran’a gitsin, / Frengiler Frengistan’a gitsin / Ki biz Türk’üz, bize Türkî gerekir.”

Tanpınar’ın da bu konuda benzer düşünceleri olduğunu bir makalesinde, “Dedelerimizin yaptığı bir ihmal, Acem ve Arap kültürünü bir devre içinde ve geniş bir hamle ile dilimize nakledecekleri yerde fert sıfatıyla teker teker bu kültürlere gitmeyi tercih ettiler ve medrese tahsilini bir nevi lisan tahsili şekline soktular,” diye yazmasından anlamaktayız. Tanpınar, gerek Doğu gerekse Batı kültürlerinden feyz alıp önemli eserleri Türkçe’ ye tercüme ederek, halk tabakasının da sindireceği bir terkibin, müstakil bir kültürün içimizde oluşturulmasının bize getireceği emniyet ve huzuru vurgulamıştır yazılarında.

Babaannemin Sait Bey’le ilgili hüzünlü anıları ise onun yazdığı iki yazı sebebiyle Yemen’e sürgün edilmesi ile başlardı. 9 sene boyunca Sana Kalesi’nde çok zor koşullarda tutuklu kalmış. Babaannem onun ancak 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildiğinde çıkan genel afla dönebildiğini ve dönüşünde özel vapurla ve mızıka takımıyla karşılandığı günü birebir anlatır, tanınmayacak kadar zayıflamış olan Sait Bey’in Kadıköy’den Altıyol’a kadar sedyeyle taşındığını söylerdi. Dönüp kendisini toparladıktan sonra Şura-yı Devlet (Danıştay) Tanzimat Dairesine başkan olarak tayin edilmiş, 1921 yılında da 73 yaşında iken vefat etmiş ve Süleymaniye Camii hazîresinde babası Kemal Paşa ve amcası Pepe Salih Paşa (İlk İstanbul Şehremini-Belediye Başkanı ve Rumeli Beylerbeyi) yanına defnedilmiş.

Yolculuğumuza devam edelim. Lise günlerimde gene bir edebiyat dersinde akrabalarımdan yazar Mahmut Yesâri’nin bir eseri olan ve edebiyatımızın ilk işçi romanı olarak bilinen Çulluk’u işliyoruz. Roman ilgimi çekiyor, daha önce okuduğum eserleri Tipi Dindi ve ilk çocuk romanı olarak bilinen Bağrı Yanık Ömer’den sonra onu da okumaya başlıyorum. O yıllarda başlayan okuma ve yazmaya olan ilgim, akrabam olan Mahmut Yesâri’nin yazdıklarına ve başlı başına bir romana konu olabilecek kısa ama üretken yaşamına olan ilgimi daha da arttırıyor.

Yaşamını ve eserlerini araştırdığımda onun hayatını sadece yazarak devam ettiren edebiyatımızdaki az sayıdaki yazarlardan birisi olduğunu öğrenmem kendisine ve sanatına olan saygımı daha da arttırıyor. Kitaplarını okudukça onun hayatı çok iyi gözlemlediğini görüyorum, çoğu eseri o yılların ruhunu etkili bir biçimde aktarıyor. Zaten kendisi de bu konuda, “Roman yazmak için önce görmek gerekir: Hayatı, insanları ve tabiatı inceleyerek görmek…” diyor. Gazete arşivlerinden dönemin gazetelerinde yazdığı makalelere de ulaşıp okuyorum ve eserlerinde olduğu gibi onlarda da milletinin sorunlarına duyarlı bir biçimde toplumsal ahlak problemlerini ele aldığını görüyorum. Toplumu büyük bir organizma olarak kabul ediyor ve onun sağlıklı işlemesi için bireylerin sağlıklı bir hayat sürmesi gerektiğini vurguluyor yazılarında. Yoksulluk toplumda bir vakıa iken, bir kesimin israfa dayalı yaşamını eleştiriyor.

Vâlâ Nureddin’in bir yazısında, onu ‘hayatımızın muhtelif cilvelerini en iyi anlatan ve insanın ruhunda seyahat eden kalem sahiplerinden biri’ olarak nitelemesi boşuna değil. TRT tarafından televizyon dizisi de yapılan ve konusunu gerçek hayattan alan ‘Su Sinekleri’ romanında o devrin cazibe merkezi olan sinema ekseninde, dönem gençliğinin batı taklitçiliğini hicvediyor. Çulluk romanında ise dönemin işçilerinin hayatlarını başarılı bir biçimde eserine taşıyabilmek adına kısa bir süre de olsa, Cibâli Tütün Fabrikası’nda çalışarak gözlem yapıyor.

Araştırmalarımda onun II. Dünya Savaşı’nın bittiği gün olan 16 Ağustos 1945’te Yakacık Sanatoryumundaki hazin vefatından sonra, dönemin edebiyat insanlarının, kendisinin Türk Edebiyatı’na olan katkısını yazılarında layıkıyla belirttiklerini görüyorum. Peyami Safa, Yesâri’nin ölümünün Türk edebiyatı ve gazeteciliğini benzeri az bulunur bir incelik ve fazilet örneğinden mahrum bıraktığını belirtmiş. Halit Fahri Ozansoy; onun Flaubert gibi realizm ile romantizmi bir potada erittiğini, birçok romanlarında kişilere ve toplumun acılarına karşı duyduğu iç sızısının elle tutulacak kadar hissedilebileceğini; bunların, kendisini de yaralayan acı gözlemlerin bir sonucu olduğunu söylemiş. Refik Halit Karay ise, Mahmut Yesâri’nin onun nesli içinde tek “doğuştan romancı” olduğunu yazmış.

Sonraki yıllarda babasının izinden giderek, edebiyat ile gazeteciliği meslek olarak seçen ve zamanında beğenerek izlediğimiz birçok yerli filmin de senaristi olan oğlu Afif Yesâri; İstanbul Hatırası adlı eserinde, Kadıköy’deki eski kış akşamlarını, artık kaybolan gezgin satıcıları, bozacıları, turşucuları ve seslerini betimlerken; ”Gariptir, mesleklerini babadan oğula devreden bu gezgin satıcılar, meslekleri gibi, seslerini de babadan oğula aktarıyorlar: Şimdiki gezgin satıcıların sesleri de, çocukluğumda duyduğum seslerin aynı!” diyordu. Adeta Afif Yesâri’nin roman, hikâye ve makalelerini okurken; babası Mahmut Bey’in eserlerinde rastladığımız aynı sesi, sıcaklığı, hayatın içinden gelen konuları ve nüktedanlığı görmemiz gibi…

Üniversite yıllarımda; bir akşam evde ailemle birlikte televizyon izlerken, ekranda sanat güneşimiz Zeki Müren, bir klasik Türk müziği eserini -Bir hadise var can ile canan arasında- icra ediyordu. Babam heyecanla bana dönüp “Bak, bu hisar-buselik şarkının bestekârı kim biliyor musun?” diye sorup beni beklemeden cevabı da veriyor: “Dedem Servet Yesâri.” Şaşırıyorum, “Ben onu hukukçu olarak biliyordum,” diyorum, bir aile kabristanı ziyaretimizden onun mezar taşından aklımda kalanı hatırlayarak.

Mesleği evet öyleydi. Galatasaray lisesinden sonra Hukuk Mektebini bitirmiş ancak sanatkâr yönü de vardı,” diye beni yanıtlıyor rahmetli babam ve ekliyor: “Eski insanlarımız işte, derya gibiydiler.”

Daha sonraları büyük dedemin yaşamını araştırıyorum, önceki atalarım gibi onu da tanımayı istiyorum. 1900’lerin başlarında Selanik’te avukatlık yaparken Mustafa Kemal’i tanıdığını öğreniyorum. Daha sonraları İstanbul’a geri dönerek Savcı Yardımcılığı, Darülfünun’da müderrislik, Yargıtay üyeliği gibi görevlerde de bulunuyor. 1917 yılında Himaye-i Etfal'in (Çocuk Esirgeme Kurumu) kurucularından biri oluyor. Beyoğlu 3.Noterliğini üstlendiği dönemde Mustafa Kemal Atatürk, özel vasiyetini vefatından sonra açılmak üzere ona teslim ediyor.

Tanpınar demez miydi? “Ben Batı’yla başladım işe. Fakat bizim eski şairleri ve eski musikiyi tanımadan evvel kendimi bulamadım. Onların nostaljisini tadınca, kendimi kendi içimde daha yerleşmiş buldum,” diye… Büyük dedem de modernleşmenin savunucularından biri olmakla, Batı’yı iyi bilmekle birlikte atalarının izinde sanattan, müziğimizden de derin tatlar almış, besteler yapmış. ‘Sende varken böyle tatlı hüsnü ân’ adlı başka bir bestesini daha keşfediyorum.

Bunun yanında, 26 Eylül 1932 yılında yapılan ilk Türk Dili Kurultayı’nın katılımcılarından biri olduğunu ve Fransız yazar Anatole France’dan yaptığı çeviriler olduğunu da öğreniyorum. ‘Beyaz Taş üzerinde’-1936 ve Mithat Cemal ile birlikte çevirdikleri ‘Epikür’ün Bahçesi’-1937. Eserler, önce dönemin bir gazetesinde tefrika olarak yayımlanmış, daha sonra da kitap olarak basılmış. Kitapları bir sahaftan temin ederek, yarım asırdan fazla bir zaman önce onun oluşturduğu cümleleri keyifle okuyorum.

Epikür’ün bahçesi; Anatole France’ın hayat, insanlar, sanat ve felsefe üzerine denemelerinden oluşuyor ve “Dünyanın, kâinatın merkezi olduğuna ve yıldızların da dünya etrafında döndüklerine katiyetle inanan bir eski zaman adamının, ne kafada olduğunu bizler güç tasavvur ederiz,” diye başlıyor. Sonra da, “Bugün biliyoruz ki, dünya güneşten kopan donmuş bir damladır. Altında talihli ve talihsiz doğulan o sapasağlam gök kubbesi çatladı. Artık gözümüz ve zekâmız, göğün uçsuz bucaksız uçurumlarına dalıp gidiyor,” diye devam ediyor, düşünce yapımızdaki gelişmeleri vurgulayarak. Bir başka sayfada France, “Değer ancak, didinmekle olur, ömür uzunmuş, ne çıkar hayatı doldurmadıktan sonra?” diye soruyor. Çevirmen notu olarak; Mehmet Akif’in, Asım’ından bir dize yazılmış altına: “Arzı olmazsa hayâtın ne çıkar Tûlünden.” (Tûlün: Gök cismi çevresinde görülen beyaz halka, hâle)

Kitabın bir başka yerinde şu cümleler de dikkatimi çekiyor: “Bizim aslımızı teşkil eden öyle insani bir tarafımız vardır ki, zannettiğimizden çok az değişir. Sözün özü, dedelerimizden pek az farklıyız. Zevklerimizi, duygularımızı değiştirmek için onları vücuda getiren uzuvlarımızın bizzat değişmesi gerekir. Bu da asırların işidir. Huylarımızdan birkaçını kayda değer bir biçimde değiştirmek için yüzlerce, binlerce sene lâzım.”

Tanpınar’ın, adı “Huzur” olmakla birlikte Batılılaşma evremizi İstanbul portresi üzerinden sunan ve huzursuzluğun romanı olarak da tanımlayabileceğimiz müstesna eseri ve kahramanlarından Mümtaz’ın sözü geliyor aklıma: “Sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lâzım. Bir hüviyet lâzım. Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor.”

Yazımın başlarında, ilk çocukluk dönemimi geçirdiğimi belirttiğim Çamlıca’daki köşkün üstüne inşa edildiği araziyi de büyük dedem satın almış ve yeni ziraat tekniklerini öğrensin diye Almanya’ya üniversite tahsiline gönderdiği oğlu Semuh Bey’in öğrendiklerini orada uygulamasını arzu etmiş. Sözün özü, çocukluğumda çevresinde koşup, oynadığım ağaçlar, meyve ve sebze bahçeleri, hep o zamanların eseri…

Yazar Atilla İlhan’ın ‘Dersaadet’te Sabah Ezanları’ romanına adıyla sanıyla bir roman karakteri olarak aldığı Servet Bey, Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyetini açtıktan 5 yıl kadar sonra 1943’te II. Dünya Savaşı devam ederken vefat ediyor. İstanbul’daki tarihi eserleri anlattığı ve 1946’da basılmış ‘İstanbul’ adında bir kitabı da bulunan oğlu Semuh dedemin, İstanbul Belediyesi Protokol ve Turizm müdürlüğü görevini sürdürürken, 1958 yılının 19 Mayıs günü, kuzinimi törenlere götürmek için hazırlanırken aniden bu dünyaya veda ettiği gibi…

Gerek anne gerekse baba tarafımdan dedelerim ben doğmadan terk-i diyar eylediklerinden, yaşayamadığım dede-torun ilişkisinin eksikliğini ister istemez yıllar boyu içimde hissettim. Bu boşluğu da şüphesiz ki hayatım boyunca onların ve daha önceki atalarımın dünyaya bakış açılarını, hayatlarını nasıl yaşadıklarını, kendilerinden sonraki nesiller ve ülkemiz için neler yaptıklarını iyi anlamaya çalışarak doldurmak istedim.

Benden önce yaşamış olan atalarımla ilgili öğrendiğim en küçük bir detayın bile benim hayata bakışıma etkisi büyük olmuştur ancak -kıssadan hisse- beni en fazla etkileyen hususları sıralamak gerekirse: Hattat Yesâri Mehmed Esad dedemden; insan hayatında engel diye bir şeyin söz konusu olmayacağını, istendikten sonra her şeyin başarılabileceğini öğrendim. Oğlu Yesârizâde Mustafa İzzet’ten, mevcut olanla yetinmeyip yapılan her işte mükemmeliyetin peşinde yeni ufuklar aranması gerektiğini öğrendim. Ahmed Necib Paşa’dan; medeniyetin, gelişmenin peşinde koşarken, mevcut olan değerlerimizi de korumayı öğrendim. Yazar Mahmut Yesâri’den; edebiyatı sevmeyi, hayata vicdanımın ve aklımın penceresinden bakabilmeyi, bütünü oluşturan detayları görmek adına gözlem yapmayı ve hayallerinden vazgeçmeyerek bu uğurda çok çalışmayı öğrendim. Servet Yesâri büyük dedemden de ideallerimiz, hayatımızı kazandığımız meslek ne olursa olsun, insan ruhuna güzellikler katan ve bize yaşadığımızı hatırlatan sanat ile iç içe bir yaşam sürmeyi öğrendim.

Tanpınar ustanın sözleri geliyor aklıma bu noktada; “Kendi hayatımıza, mazimize, zenginliklerimize dönerek mükemmeliyeti olduğu kadar muhtevayı da kendimizde arayalım. Bunu başarmak için de en kısa yol bilmektir. Neyiz ve nelerimiz var? Bu ihtirası duyalım. O zaman mevcudiyetinden bile haberdar olmadığımız hazinelerin üzerinde oturduğumuzu göreceğiz.”

İşte Tanpınar’ın ifade ettiği bu bilmek ihtirasının peşinde, çocukluğumdan başlayarak bugünlere dek sürüp gelen bu yolculuk bana çok şeyler öğretti, kültürümüzü anlamamı sağladı, bizi biz yapan değerler konusunda beni yavaş yavaş aydınlattı. Kafamda bir kimlik bilincinin oluşmasını ve geçmişi de unutmadan geleceğe umutla bakabilmeyi, çocuğuma ve torunlarıma aktarmam gereken aile ve toplum değerlerimizi keşfettirdi. Bana bu yolculukta eşlik eden ve yaşamıma çok şey katan rahmetli annem, babam da dâhil olmak üzere geçmişteki atalarıma ve bu topraklarda yaşamış tüm iyi ve değerli insanlara, toplumsal kimliğimize kazandırdıkları konusunda ne kadar teşekkür etsem azdır.

 

Kaynakça:

Yaşadığım gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar- Dergâh Yayınları, İstanbul, 2000

Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar- Dergâh Yayınları, İstanbul, 1999

Aydaki kadın, Ahmet Hamdi Tanpınar- Dergâh Yayınları, İstanbul, 2009

Edebiyat üzerine makaleler, Ahmet Hamdi Tanpınar- Dergâh Yayınları, İstanbul, 2000

Resimli Tarih Dergisi, Sayı:75, Mart 1956- Sayfa: 174-178

İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, 2002 (Cilt 31-S:307-309, Cilt 32-S:488-489, Cilt 35-S:549-551, Cilt 43- S:486-487)

Sicill-i Osmani-Osmanlı Ünlüleri, Mehmed Süreyya, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı, İstanbul, 1996

Mahmut Yesâri Hayatı ve Hikâyeciliği, Recai Özcan- Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2014

Romancı yönüyle Mahmut Yesâri, Dr. Şevket Toker- E. Ü. Edebiyat Fak. Yayınları, İzmir, 1996

Papirüs dergisi, 15- Mahmut Yesâri sayısı, Ocak-Şubat 2016

Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, Ali Alparslan- Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999

Büyük Larousse sözlük ve ansiklopedisi, Gelişim Yayınları, İstanbul 1986

Epikür’ün Bahçesi, Anatole France, Çevirenler: Servet Yesarioğlu-Mithat Cemal, Sebat Basımevi, 1937

Beyaz taş üzerinde, Anatole France, Çeviren: Servet Yesarioğlu, Kanaat Kitabevi, 1936

İstanbul, Semuh Yesarioğlu, Cemal Azmi Matbaası, 1946

 
Toplam blog
: 17
: 487
Kayıt tarihi
: 22.03.16
 
 

Okur yazar, Kadıköy'lü... ..