Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Haziran '11

 
Kategori
Blog
 

Gel de şimdi, söyleme!

Gel de şimdi, söyleme!
 

İlahi, Nasrettin Hoca! Hiç olur mu?..


YAZARIN MAYASI... 

“Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” demiş atalarımız. Ne güzel bir dile geliş böyle?.. 

Ben de inanırım bu söze, tüm yüreğimle… Hatta, o kadar içten gelir ki bu söz bana; yoğurtları bazı yiğitlerin kendi elceğizleriyle mayalamasını bile insan olmanın bir güzelliği sayarım. Sadece, sevdiğin ya da bulabildiğin yoğurdu kaşıklamak değil yiğitlik; en yiğitçe olanı, şöyle enfes bir yoğurdu hünerli ellerle, pırıl pırıl bir yürekle hazırlayıp da sofraya getirebilmek; kapınızı tıklatan Tanrı misafirlerine samimiyetle sunabilmektir… Bunun böyle olduğuna içtenlikle inanır, “insanlıkla pişebilmiş herkese” yüreğini açmayı ilke edinen gönlüm… 

Elbette, ben de severim yoğurdu… Ve şüphesiz; benim de kendime has bir yoğurt yiyişim vardır. Hatta, bazen kendi soframa koyacağım ya da dostlarıma, misafirlerime ikram edeceğim yoğurdu mayalamışlığım da vakidir… Hem de defalarca… 

Saygı duyarım bu yoğurt yiyişlere… Ve bembeyaz, kıvamını tutturabilmiş bir çömlek dolusu yoğurdu tertemiz sütten, mert gönüllerle taze taze mayalayışlara… O mis gibi yoğurtlar, hayatın hangi sofrası için mayalanmış olurlarsa olsunlar; gönül ılıklığında ve insanlığın duruluğunda sapasağlam mayalanmışlar ya!.. 

Saygı duyarım; gıpta ederim yoğurdu mayalayan ve yoğurdu usulü ile yiyebilen yüreklilere… “Eline, diline, gönlüne sağlık!” derim onlara. Kimi zaman “Ben olsam böyle mayalamazdım ya da bu şekilde yemezdim, yoğurdu” diye, içimden geçirsem de; “yiğidi öldür hakkını yeme” misali, mayalayanın kendi damak tadına, kendi gönül sofrasına göre yoğurdunu mayalamışlığını, kabul ederim can-ı yürekten, bana farklı gelen tatlarda da olsalar… 

Ne dedik hep birlikte bunca asır: “Her yiğidin farklı yoğurt yiyişi vardır”… Dedik de, gelin bu sözde daima dikkatimi çeken bir yanı paylaşayım sizinle, izniniz olursa: İnsanoğlunun yıllar ya da yollar içinde, hatta aynı demde sofralar arasında yoğurdu yemesi farklılıklar gösterse de “yoğurdu mayalamada”, yani mayalanmanın özünde bir değişiklik olmaz… Ben buna inanırım, daima… Evet! Yoğurdu mayalayanlar, yiyenler, sofraya koyanlar, dostlarıyla paylaşanlar ve paylaşanların paylaşım şekilleri farklılık gösterebilir. Gösterebilir de; “yoğurt mayalama” ile “bu halis bir yoğurttur” demek için özenle takip edilmesi gereken mayalanma şartları ve mayalamanın işlem basamakları hep aynıdır, aslında… 

Demem o ki:
İstenen kalitede (“Kaliteli bir yoğurda olan özlem, her insanın yüreğinde yaşattığı “güzel” ya da “ideal”dir” varsayımından hareket ediyorum.) yoğurt ortaya koyabilmekte ve de “bu benim yoğurdumdur, istediğim gibi yerim” deme inadını göstermek yerine “yoğurdu adabınca yiyebilmekte” zaman içinde yitirilen birçok şey olmasına rağmen; hâlâ kaliteli yoğurda ulaşabilir ve yoğurt herkesçe itibar gören bir edeple yenebilir, yenmelidir. 

Yoksa, insanlığın zamanımızdaki baş döndürücü veya başı sonu belli olmayan hızlı değişikliklerine rağmen, komik bir şekilde “toz pembe hayaller” peşinde mi koşuyorum? Veya tam tersine, insanların çoğunluğu “Yaa kardeşim, madem ki yoğurduma kimse karışamaz”, o zaman ben, “yoğurdu ekşiterek”, “sulandırarak”, ”içine canımın istediği malzemeyi istediğim oranda katarak” mayalarım. “Mayaladığımı” da ister yerim, isterse bu halle cümle âleme yediririm” kıvamına mı geldiler? 

Bir yoğurttur, tutturmuş gidiyorum… Ve ben de, herkesin yaptığı gibi, yoğurdu istediğim gibi yiyorum… İstediğim mayayı tutturmak, hakkım değil mi sizce? “Yoğurt” tutturabildiğine kendini ve bizi ikna edebilmişlerin yeme şekillerine de saygı duyuyorum elbette. Saygımı elden bırakmadan, kendi tercihimle “yoğurdumu üfleyerek yerken”, “yoğurt ve mayalanması” meselelerini masaya yatırarak, zülf-i yâre dokunmak istiyorum bugün… 

Biliyorum; sofra benim, sayfa benim; yoğurdu mayalama, sunma ya da yeme tercihi benim…Ve biliyorum; her an soframa buyurabilecekler de soframın baş tacı misafirlerim. 

Buyurun, yoğurdu mayalamaya ve afiyetle yemeye… Hem yiyelim, hem sohbet edelim… 

21Temmuz 2009’da MB sayfamda “Edep” başlığı içinde yazı yazmaya başladım. O günden bugüne, çok net ve çok büyük farkındalıkla görüyorum: Benimle aynı tarihlerde MB sayfasında yazmaya başlamış, (Ya da, durun bakayım! Ne iki yılı? Bugünün tarihinden üç dört ay öncesinde sayfasını bir tanıdığının tavsiyesi ile bir anlık hevesle oluşturmuş.) kimi MB yazarlarına göre çok az sayıda ve –belki de- benimle hemen hemen aynı sürelerde “yazmaya ve okunmaya özen gösteren” çoğu yazar arkadaşıma göre çok sayıda blog yazdım… 

Şunu açıkça söyleyeyim: Daha önce de birkaç kez ifade ettiğim gibi, “kendi yoğurt yeme kapasiteme ve kriterlerime göre” bir haftalık yaşam dilimim içinde, “amacı ve hedefi ne olursa olsun” tempolu, ciddi, ilkeli, üretken çizgilerde gerçekleştirdiğim YAZMA EYLEMİME bakacak olursam; MB sayfama yansıttığım ayda ortalama 4 blog “çok çok çok az bir sayı” benim için… Az bulmama rağmen, gündelik yaşamımda yazdığımın ancak onda birini sayfama yansıtıyorum. Fakat, sayfama yansıttığım yazılarımın “sayı ortalamasından” memnunum; çünkü ben –şimdilik- bu kadarlık yazma ortalamasını yansıtmak istiyorum… 

Yazdığım blogların içerik ve üslubu da benim tercihim elbette… Eh, az çok da hangi konuları yazımın malzemesi yaptığımı, hangi “dil kaplarına” duygu ve düşüncelerimi dökmeyi sevdiğimi, hangi “derya içre yüzmenin” “şu cânıma” “hoş bir seda hoş bir hava” vermesinden, seçtiğim sözcüklerle yakaladığım tattan oldukça hoşnut olduğumu ve benim yakaladığım tatla aynı tattan hoşnut kalacaklara “tâlip” olduğumu ve hep talip olacağımı döne döne anlatmama da gerek yok… 

“İşte böylesi “edep” içre, cân’ıma ya da câna, cânâna değen konularda, kendi dil süzgecimden damıttıklarımı paylaşmak isterim; gönül gözü ile hayata pencere açabilmişlere… Yazmaktan ne kadar mutlu isem “okunmaktan” da bir o kadar mesut olurum; cihana gelmiş ve bu cihandan ayrılan bütün “YAZAR”lar gibi…” 

Fakat okunan bir yazar olabilmek için; edeple mayaladığın yoğurt kaliteli olmalı, bendenize göre… 

MB sayfalarında yazan altı bin küsür -sayının bu civarda olduğunu söylüyorlar her daim- Yazar’ın niyeti de; “hem kendini yazmak” kendince, hem de “yazdıklarını büyük bir okur kitlesine okutabilmek” kısmetince… Biliriz ya da bunun böyle olduğuna inanmak isteriz. Tabii ki yoğurdu hangi şekilde mayalamayı ve de yemeyi seçmişseniz; yoğurdu seçimleriniz ölçüsünce ikram edebiliyorsunuz sofranıza kadar gelen okuyuculara… Bunu da, gözlerimizi dik dik dikmesek de, farklı sofralara baktığımız an’da, çok da iyi görürüz… 

Buraya kadar her şey kararınca gidiyor. Sanırım, bu mayalanma sürecine -yani kişinin yazıları ile meydana çıkabilme ve pişirdiğini sunabilme cüretine- kimsenin itirazı olamaz. Benim de yok elbette. Ne yazı dünyasında “Yazarım” diyebilenlerin mayalama yöntemlerinden ne de benim kendi “usûl ve erkânımca” mayaladığım yoğurtan lezzet alıp da, beni okumayı seçen “okuyucularımdan” yana bir şikayetim var… Olamaz ki zaten… Edeple yoğurt yemeyi ben seçmişsem ve mayaladığım yoğurt “bu kıvamda” beğenilmişse, “şikâyet” ne kelime? Yalnızca, seçtiğim yolda yol alabildiğim için, çizgisinden yiğitçe hiç ayrılmayan şanslı sayarım kendimi… Ve beni, göstermek istediğim kıvamda görebilenlerin yüreklerine de minnettar olur; yoğurduma ve mayama daha bir gönülden bağlanırım… 

Neden yazar ki insan? İç ve dış âlemindeki birikmişlerini usûlünce başka insanlarla paylaşabilmek ve “Bakın! Ben de yoğurt mayalayabiliyorum, yoğurdumu sofraya getirebiliyorum ve yoğurdumu şu ”adâb-ı muaşeret”le yiyebiliyorum” diyebilmek için… Tüm bunları söylemekten murâd ne? Muradımız; aks-i seda bulmak içindir, bu hayat sofrasında…Yani yazar, ancak okuyucusu olduğu kadar, okuyucusuyla buluştuğu nispette hakikaten “YAZAR”dır… 

Okunmaktır; “Ben Yazar’ım!” diyen için, aslolan… Okunan bir yazar olmak; yüzlerce binlerce insan tarafından sevgiyle, ilgiyle, gıptayla, aranarak okunmak! Kendisinin arzuladığı kıvamda mayaladığı, kendisine has üsluptaki ve içerikteki yazılarla okunabilmek; bir “insan”ı Yazar yapar… Üstelik, bir Yazar şunu iyi bilir: Seçtiğimiz konular, sözcük dağarcığı, söz dizimi, kullandığımız üslûp hem bizim tercihimizdir; hem de tamamıyla bizim “ayna”mızdır… Kişiliğimizin, insanlık kalitemizin ve hayatımızın aynası… Sözün özü; mayamızın kalitesi… 

Yani Yazar, “toplum”a ve “insan”a, hayatının süzgecinden geçirebildiklerine yüreğinin süzgecinden kattıkları ile “güzel”i, “doğru”yu, “edep”i, “yeni bilgi”yi, “görgü”yü, “insanlık kalitesi”ni sunabilendir… Mayaladığı yoğurdun kalitesine ve yoğurdu yeme şekline azamî dikkati, özeni, sabrı gösterebilendir… Mayalarken en ince tülbenti; kaşıklarken en zarif kaşığı kullanabilendir. Sofraya getirdiği yoğurdu, en estetik sunabilendir. 

“Yazar’ım” etiketi ile dolaşmaya heves eden, ne pahasına olursa olsun okunayım; sayfamda iki gün içinde bin sekiz yüzleri, iki binleri bulsun beni tıklayanlar, fakat varsın “insanlık değerlerimden vazgeçeyim”, “insanların havada kapacakları sudan ucuz malzemelerle” yazayım, anlayışında olabilir. Hatta, “Ben bir yazayım da…Görün bakalım; kaç kişi okuyor beni?..” “mealindeki” hırsını ya da tamahını sayfasının önyüzüne yapıştırdığı şirinlik gülümsemesinde de saklayabilir. Hatta ve hatta, öyle bir okunduğunu düşünür ki; ona “Böyle saygın bir sayfada yazman sana bir şeyler katabilir” desteği ile yaklaşanı, gün gelir “tıklanma sarhoşluğu içinde” hepten unutabilir. Evet, belki bu şekildeki hazımsız ve göreceli bir tırmanışla kendisini “yazarmış” ya da “okunurmuş” gibi görebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki; “yoğurdu ekşitmek”, “yoğurdu sulandırmak”, hele hele “bir gün beğenilen bir tas yoğurdu” “bakın nasıl beğendirdim ya da tadıcılar bu tadı nasıl da beğendi” mantığı ile her gün yeniden sırıtarak sofraya getirmek değildir YAZARLIK… 

Daha da ötesi; bilenin de bilmeyenin de anlık hazlarla sevimli bulduğu, derinliği her insan tarafından aynı kalitede kavranamayan “insan ilişkileri” başlığında; insanlığı kendi sığ pencereleri ile görüp de bilgiçlik, modernlik, medenî cesaret kisveleri altında “ucuz insan manzaralarını” anlatmak Yazarlık olamayacağı için, “çok okunan Yazarlık” hiç değildir… 

Ha evet, bu tür yazıları her Allah’ın günü; her yanı farklı bir renkteki aynı küpün, her gün bir başka rengini okura yutturarak “Ben ilişkiler konusunda “bilgeyim” ya da “cesurum” efendim; hadi okurlar siz de benden bilgilenin bakayım!” edasında yazdığını sananlar “çok okunan yazar” olamaz bizce… Olsa olsalar, “bugün, bildiğim küpün hangi rengini bana anlatacak” iştahı ile aynı kapıya gelenlerce “en çok kapısı tıklatılan” , hayatı, insanı ve insan ilişkilerini çiziktirenlerdir… 

Bu türden renkli çizgilerin anlık cazibesi ile kapı tıklatan yürekli insanlara seslenmek istiyorum: Her yazarın olduğu gibi her okurun da kendine özgü yoğurt yemesi ve kendi damak tadına hitap eden sofrasının olması doğaldır… Yalnız; mutlaka “Yazar’ım!” diyenlerin kapısını tıklatmak ve sayfalarında gezinmek niyeti taşıyorsanız; asıl hedefiniz olan “her gün yeniden yürek ve akıl süzgecinden geçirilerek taze taze mayalanan tatlara” bakabilme yüreğine sahip olduğunuz için “okuyucusunuz”… Unutmayın!.. Günden güne daha da ekşiyen bayat yoğurda talip olan kapı tıklatıcı olamaz, sizin yüreğiniz… 

Değerli okuyucular! Güzeli ve faydalıyı okumak niyeti içindesiniz; anlıyorum… Anlık ve günlük renkli sabun köpükleri ile eğlenmeniz tabii ki mümkün! Ama “ileriye dönük” ya da (fazla da uzağa gitmeye gerek yok, aslında) “özünüzün güzelliğine güzellik katacak”, “kalitenize kalite ekleyecek”, ”hayatınıza hiç solmayacak renk, dimağınıza daima ışıyacak bilgi verecek ” “yüreği ve edebi ile” yazanları ve adabı ile yoğurt mayalayarak, ortaya – yani, Hayat Sofrasına - “ kalıcı eser” çıkarabilenleri okumanızdan yanayım, ben sizin… 

Bir de, naçizane tavsiyem olacak sizlere: Özellikle, “ilişkiler” kategorisinde yazan yiğitlere dikkat edin… Evet, yazı kulvarının –ki sadece yazı kulvarı değil; hayatın birçok sathında- en renkli yüzü kadın-erkek ilişkileridir… Bu ilişkiler, renkli olduğu kadar en asil çizgide yürütülmesi gerekendir de… Zira, insan ilişkileri içinde herkesin gizemli, eğlenceli, tatlı bulduğu konu kadınlar ve erkeklerdir… Hele bir Yazar, bu konuyu “bir kadın ve bir erkek” boyutuna indirgeyebiliyorsa; okuyucunun o bir erkekte ya da o bir kadında “kendisini araması” kadar doğal bir şey yoktur… Günümüzün en albenisi olan konusu budur işte… Fakat, yine dikkat buyurun “kaliteli okuyucular”… Malzeme renkli, sağlam, gönül cezbedici; hatta psikolojik, sosyolojik ya da biyolojik bilgiler açısından hayat kurtarıcı olabilir… Fakat, bu çarpıcı malzemeyi “acaba hangi kalitede insan”, “hangi kaliteli amaç için” ve “hangi sıklıkta” kullanıyor? Ve tabii, “İlişkiler” başlığında bir otorite edası ile, her Allah’ın günü ahkam kesen cüretlilerin, bakalım kendileri “bir insan olarak” kalitenin ve insan ilişkileri düzeyinin neresinde duruyorlar? 

Bir roman yazarı “aşkı”, ”sevgiyi”, ”sevişmeyi”, ”kadın erkek psikolojisini”, “kadınlar ve erkekler arası iletişimi” yazabilir…Ya da bir jinekolog, bir ürolog, bir psikolog uzman gözü ile konunun yetkilisi olma sıfatı ile kadını ya da erkeği veya her ikisini bize anlatabilir; gözlemci, araştırmacı, hikayeci, duyarlı bir vatandaş, vicdanlı bir kalp taşıyan hassas bir insan kadını ve erkeği, kadının ve erkeğin arasında geçen insanî bir olayı okuyucuları ile “duygu ve düşüncelerinin eleğinden geçirerek” paylaşabilir… Ama hepsinin amaçları, yöntemleri, üslupları nettir ve yürüdükleri kulvarın kuralları herkesçe sabittir… ve onlar, okuyucularıne ya da onları dinleyenlere karşı taşıdıkları sorumluluğun farkında olarak, konuya ustalık ve incelikle yaklaşırlar. 

Bana öyle gelmeye başladı ki artık; sadece, “iki günde binlerce kişi bakın beni nasıl okuyor” diyebilmek; sırf egolarını tatmin etmek ya da bir şeylere karşı eksiklerini yazma yolu ile kapatmak için “kadın erkek ilişkilerini bilir bilmez üslupları ve düzeyleri” ya da “hep toprağa yakın pencerelerden seyrettikleri” ile bize her gün anlatmaya çalışanlar gün geçtikçe çoğalıyor etrafımızda… Şöyle, önümüze çıkan her sayfada karşımıza çıkması muhtemel; kendilerini bile tam tanıyamayan ve tam tanıtamayan bu insanlar, “Yazarım” demekle kalsalar ve kendi sayfalarında kendi kendileriyle kavrulsalar, yine iyi! Onları kendi hallerinde bırakmak yerine, çoğunun “ilişkileri”, “kadın”ı, “erkek”i, “insan”ı iyi bildiğini, anladığını, anlattığını, yazdığını düşünürsek (kendilerine düşündürürsek) ve bu tip yazıcılara –Bu kişilere yazar diyemiyorum; üzgünüm!- “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır; helal olsun yazmışlar ve bilmem kaç kere tıklanmışlar.., ” mantığı ile alkış tutarsak; “edepli”, “adaplı”, ”donanımlı”, ”vefalı”, yürekli”, ”kaliteli”, ”insanlara” ve “insan olmayı yazmak için” gecelerini gündüzlerine katan YAZARLARA haksızlık olur… Sadece yazarlara mı? Tüm insanî değerleri araştırarak, hissederek ve okuyarak paylaşan ve çoğaltan okuyuculara da yazık olur… 

Ben derim ki; hayatı kaliteli yaşayan, kaliteli insan ilişkilerine değer veren, kaliteli yazmaya, kaliteli okumaya ve kaliteli paylaşıma özen gösteren “kaliteli insanların” bu noktalara büyük bir hassasiyet göstermesi şarttır. Yaşanası bir dünyayı ve sağlam insan ilişkilerini kurabilecek kaliteli kadınların ve kaliteli erkeklerin “yürekleri penceresinden” bakarak, “hayatı” ve “hayatın yazısını” “yiğitçe” mayalamaları gerekir… Sofrayı yağmalayanlara ve mayamızı sulandıranlara papuç bırakmayalım, yürekli dostlar!.. 

Değerli hayat okuyucuları; size tavsiye edebileceğim tek şey: Hayatın en güzel, en düzeyli insan ilişkilerini yakalayabilmek ve “ hayatta her yönüyle, kararında mayalanmış insan” olabilmek için “hangi kapıyı tıklatmamız gerektiğine” el ve gönül birliği ile dikkat edelim. Olmaz mı? 

Elbette, her yiğidin yoğurt yiyişi vardır… Ama kaliteli yoğurt mayalamak için yüreği ortaya koyabilmek en anlamlı yiğitliktir… Yoğurdu adabı ile yiyebilmek de... 

Soframa konuk olan ve beni her gün misafir ağırlama duyarlılığı ile kıvamında tutan bütün yürekli insanlara teşekkür ederim… 

Yegâh Elif Mirzâde 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..