Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mart '10

 
Kategori
Kitap
 

Gelecek 100 yıl, 21. yüzyıl için öngörüler

Gelecek 100 yıl, 21. yüzyıl için öngörüler
 

Amerikalı ünlü stratejist ve yazar George Friedman’ın, başrollerine ABD, Japonya ve Polonya ile birlikte Türkiye’yi de koyduğu, 2009 yılında çıkan son kitabı Gelecek 100 Yıl, 21. Yüzyıl için Öngörüler’i (orijinal adı: The Next 100 Years, A Forecast for the 21st Century) okuyalı bir süre oldu. Dolayısıyla bu gecikmiş bir kitap değerlendirme yazısı. Ancak Friedman, kitabında gelecekteki yüz yıl boyunca dünya siyasetinde yaşanacak gelişmeleri anlatma iddiasında olduğu için, önümüzde bu kitapla ilgili değerlendirme yapacak ve yazacak bir 99 yıl daha olduğunu düşünebiliriz.

Kitap ABD merkezli olarak yazılmış ve olaylar bu şekilde ele alınmış. Zaten yazar kitabının başında bunu açıkça belirtiyor. Bunun sebebi ise yazara göre, bazılarınca iddia edildiğinin aksine ABD’nin gücünün zirvesini geçmiş düşmekte olan bir aktör olmak yerine, nüfuz ve dünya siyasetini etkileme kapasitesi henüz başlangıç seviyesinde olan ve yirmi birinci yüzyılda bu gücünü iyice perçinleyecek bir küresel oyuncu olması.

Yazar, kitabını tarihsel analizler ve buna dayalı gelecek tahminleri üzerine kurmuş. Tarihin tekerrürden ibaret olduğuna sıkıca inandığı belli olan Friedman, geçmişte yaşanan kimi olaylarda karar vericilerin hep sınırlı tercihler arasında seçim yapmak zorunda kaldığı, dolayısıyla da gelecekte karşılarına çıkacak olaylarda yine benzer kısıtlı seçenekler arasından en makul olanı tercih etmeye çalışacakları iddiasında. Kitabın ana temasının bu yaklaşım olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tarihsel analizleri bakımından çoğunlukla mantıklı saptamalar yaptığını belirtmek mümkün. Örneğin, Soğuk Savaş sırasında ABD müttefikliğinin Sovyetler Birliği müttefikliğine göre daha faydalı olduğu, zira SSCB’nin askeri, teknolojik ve siyasi destek sağlarken, ABD’nin bunlara ilaveten esas olarak yandaşlarına uluslararası ticaret sistemine ve ekonomik açıdan Amerikan pazarına erişim imkanı sunduğu değerlendirmesi çok yerinde. Nitekim Soğuk Savaş sırasında ABD müttefikleri göreceli olarak daha fazla refaha ulaşırken, SSCB müttefiklerinin en büyük kazanımının daha fazla totaliter rejimler ve üçüncü dünya ülkesi standardında hayat şartları olduğu söylenebilir.

Bununla birlikte kitapta, tarih analizleri sırasında açık bırakılan, ya da çok üzerinde durulmayan bazı çelişkiler de göze çarpıyor. Mesela, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin yükselmesinde savaştan en az kayıpla çıkmasının (insan kaybı, topraklarında savaş olmaması vs.) çok büyük rolü olduğu belirtiliyor. Ancak, diğer süpergüç Sovyetler Birliğinin ise savaştan en çok zarar gören ülke (20 milyon can kaybı) olmasına rağmen neden bu konuma geldiği konusunda bir açıklamada bulunulmuyor.

Yazarın bazı tarihi veya güncel olgulara ilişkin, üzerinde düşünmeye değer enteresan saptamaları da var kitabında. Örnek vermek gerekirse, ABD’nin yaptığı savaşlarda amacının çatışmayı kazanmaktan ziyade, müdahale ettiği yerlerde kaos ve istikrarsızlık yaratmak olduğu düşüncesi ilginç. Böylece, kaos Amerikan gücünü tehdit edebilecek bir başka hegemon gücün ortaya çıkmasını engellemiş oluyor. Bunun Kore’de de, Vietnam’da da, Irak’ta da aynı stratejik planlama çerçevesinde ortaya çıktığını belirtiyor yazar.

Sonra, sadece orduların karşı karşıya geldiği ve bu yüzden küresel savaş olarak tanımladığı Birinci Dünya Savaşı ile orduların yanında halkların bütüncül bir faaliyetine dönüştüğü için topyekün savaş olarak nitelendirdiği İkinci Dünya Savaşının sahip olduğu silah ve savaş biçimleri ile gelecekteki savaş ve silah biçimlerini ele aldığı bölümler tutarlı ve tatminkar açıklamalar içeriyor.

Kitaptaki bir diğer enteresan saptama ise biraz konu dışı olmakla birlikte, aile birlikteliklerinin, özellikle de evliliklerin gidişatına ilişkin sosyolojik değerlendirmeler yapılan bölüm. Eskinin uzun ve görünürde sadakat içinde süren evliliklerinin nedenini kadının iktisadi olarak erkeğe bağımlı olmasında arayan yazar, kadının ekonomik açıdan özgürleşmesiyle beraber, evliliği birlikte tutabilecek tek tutkalın artık sadece aşk olduğunu ve bunun da ne kadar devam edeceğinin belirsiz olduğunu söylüyor.

Gelelim yazarın gelecek tahminlerine. Bir kere Friedman’a göre, günümüz uluslararası ilişkiler disiplininin en çok üzerinde kafa yorduğu “aşırıcı terör” ve “Çin’in yükselişi” geçici konular. 2020 yılına gelindiğinde bunların her ikisinin de gündemden kalkacağını iddia ediyor. Bu ikisinden ziyade dünya gündemini yeniden iddialı konuma gelen bir Rusya-ABD soğuk savaşının kaplayacağını, Orta Asya, Kafkaslar ve Avrupa olmak üzere üç ayrı alanda karşı karşıya gelecek olan bu iki güçten, Rusya’nın yine başarısız olarak çıkıp, ikinci bir dağılma süreci yaşayacağını ve küresel anlamda küçük ve etkisiz bir aktör konumuna geleceğini söylüyor.

Dolayısıyla 2050’li yıllara gelindiğinde, ABD’ye ilaveten dünyada yükselen üç güçten bahsediyor Friedman. Birisi Rusya’nın ikinci kez dağılmasının neticesinde Doğu Avrupa ülkelerini kendi etrafında toplayan Polonya’nın oluşturduğu blok. Burada, Avrupa kıtasındaki Alman-Fransız etkisinin nereye kaybolacağı konusunda tatmin edici açıklamalarda bulunmadığını belirtelim.

İkinci yükselen güç ise, azalan nüfusunun yarattığı problemleri bertaraf etmek ve kaynak ihtiyacını sağlama almak için Çin ve Rusya’nın da düşüşüyle birlikte giderek artan şekilde agresif politikalar izlemeye başlayan Japonya.

Son olarak dördüncü büyük gücün ise Türkiye olacağını kaydediyor yazar. Türkiye’nin yükselişinde artan ekonomik gücüne ve Müslüman dünya içindeki yükselecek öncü rolüne vurgu yapıyor. Ancak, Türkiye’nin yükselişini coğrafi bazda açıklarken, sanki Osmanlı tarihine karbon kağıdı koymuş gibi, tarihte olan olayların aynısının yaşanacağını öngörüyor. Örneğin Fatih’in İtalyan çizmesinin topuğunda bulunan Otranto’yu fethi gibi. Sonuç olarak, Türkiye’nin yeniden Osmanlı dönemindeki nüfuz alanına sahip olacağını belirtiyor, ancak bunun nasıl olacağı yönünde tatmin edecek analizler yerine, Osmanlı tarihine dayalı kısa yollu gelecek tahminleriyle konuyu geçiştiriyor. Çünkü kitapta yazarın esas varmak istediği noktanın, ABD gücünü tehdit edecek yeni oluşumlar ortaya koyarak, bu mücadele sonucunda ABD’nin en büyük ve etkili aktör olarak konumunu perçinleyeceği bir senaryo kurmak olduğu gibi bir izlenim ediniliyor.

Nitekim, yeni dünya düzenindeki bu dört büyük güç ABD-Polonya bloku ile Japonya-Türkiye ittifakı olarak karşı karşıya geliyor ve gelecek dönem teknolojisinde çoğunlukla uzayda cereyan eden bir savaş sonucunda, Japonya ve Türkiye yeniliyor, Polonya galip gelen tarafta olmakla birlikte çok yıkım görüyor ve ABD yine tek küresel güç olarak bu mücadeleden sıyrılıyor.

Bu karşılaşmaya giden süreçte de bazı çelişkili düşünceler ifade ediliyor kitapta. Mesela, genel strateji olarak Avrasya’da hiçbir gücün hakimiyetini istemeyen ABD’nin esasen ikisi de müttefiki olan yükselen Türkiye ve Japonya’dan rahatsızlık duyarken, yükselen Polonya liderliğindeki Doğu Avrupa koalisyonundan neden rahatsızlık duymadığı açık kalıyor. Sonra kitaba göre son derece rasyonel bir oyuncu olan ABD, bir yandan olası bir Türkiye-Japonya koalisyonunun Avrasya’da hakim bir hegemon güç ortaya çıkarma ihtimali olduğunu sezerken, diğer yandan bu iki devletin birbirlerine yaklaşmalarına neden olan, her ikisi tarafından tehditkar addedilen her türlü politikayı izliyor.

Yazara göre, 2100 yılına yaklaşırken tek güç ABD’ye en büyük tehdit, ülkenin güney ve batı kısımlarını tamamen domine edecek hispanik (İspanyolca konuşan) nüfusun, nispeten ilerlemiş bir güç olacak Meksika tarafında manipule edilmesiyle ortaya çıkacak iç karışıklıklardan kaynaklanacak. Ancak, kendi rızalarıyla daha iyi yaşam koşulları için ABD’ye göç etmeyi seçmiş ve topluma entegre olmuş hispanik nüfusun, her yönden gelişmiş ve müreffeh ABD dururken, neden Meksika’nın hayali manipülasyonlarına alet olacağı yine kitapta açık bırakılmış ya da yeterince irdelenmemiş konulardan bir tanesini teşkil ediyor.

Özetle, özellikle tarihsel konularda yetkin analizler sunan kitap, gelecek öngörülerinde zaman zaman mantıklı açıklama ve değerlendirmelerle desteklenmeyen bir hayalciliğe kaçıyor denebilir. Ancak bunu görmek ve test etmek için önümüzde en azından birkaç on yıl olduğunu belirtiyor, şimdilik izlemeye devam ediyoruz...

 
Toplam blog
: 24
: 8110
Kayıt tarihi
: 27.07.08
 
 

Yazının icadından bu yana her insanın içinde bir parça da olsa var olduğuna inandığım yazma isteğimi..