Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ağustos '06

 
Kategori
Sosyoloji
 

Gelecek de ' geçmiş ' olacak mı?

Gelecek de ' geçmiş ' olacak mı?
 

“ Carpe diem! ” (anı yaşa)... Şimdilerde herkes birbirine bunu öğütlüyor. Geçmişi unut, geleceği düşünme. İçinden geldiği gibi yap. Koş, hopla, zıpla, eğlen.... Haz almayacağın hiçbir işi yapma; acıyı, ölümü unut.

“ Carpe diem” filozofları geçmişi unutup geleceği düşünmezsek daha özgür olacağımızı söylüyor bize. Geçmişin takıntılarından, geleceğin kaygılarından uzaklaşıp sadece anı yaşamayı düşünürsek daha mutlu olacağız bunlara göre... Zamanımızda tüm enformasyon mekanizması tam da bu doğrultuda çalışıyor. Tüm iletişim ortamlarında anlık bir tüketim biçimi olan magazinin ağırlığının artması tesadüf değil. Bir yandan bilinçaltımıza hayatın magazinden ibaret olduğu fikri pompalanıyor, öte yandan insanlar buna ilgi duyuyor diye her şey magazinleştiriliyor.

Geçmiş, geçmiştir. “Geçmişte kalmak” bir olumsuzluğa işaret eder. İnsan belleğinin geçmişte yaşananlar içinden iyilerini saklayıp kötülerini silme özelliği olduğu söylenir. Bu yüzden geçmişe yönelik değerlendirmelerin de kaçınılmaz biçimde subjektif olacağına ve bu zayıflığının gerçeği kavramada bir engel oluşturduğuna dikkat çekilir.

Gerçekten de geçmişe baktığımızda, çektiğimiz acılardan çok hep mutlu anılarla dolu yitik bir ülke gelir gözümüzün önüne... O ülkede şimdiki değerlendirmemize göre her şey ideal bir biçimde donup kalmıştır. Çocukluğumuz olduğu yerdedir; hafızamızı zorlarsak o zamanki evimizi, arkadaşlarımızı, oynadığımız oyunları, ilk yaralanmamızı, hastalıklarımızı, büyüklerimizden işittiğimiz azarları, yediğimiz dayakları, çaldığımız mevyeleri hatırlayabiliriz. O anları yaşarken çektiğimiz acılar, endişeler, utançlar, korkular ise şimdide kaybolmuştur. Anıların çoğu yıkanıp ütülenip bir dolaba kaldırılan temiz çamaşırlar gibi kirlerinden ve kırışıklıklarından arınmıştır.

Annemle eski yaşantılarına dair konuşuyorum bazen. Örneğin evde kullandıkları suyu nasıl sağlarlardı? Evlerde su tesisatı var mıydı? Ne gezer... Su, mahallenin tek çeşmesinden saatlerce, bazen günlerce sıra beklenerek eve kovalarla taşınırdı. Ne ihtiyacı karşılayabilir ne de kolay erişilebilirdi; tam bir eziyetti. Bugün hiç zorlanmadan elde ettiğimiz temel tüketim maddelerinin hemen hepsi ancak benzer serüvenlerle ulaşabilirdi evlere. Bir düğme bulmak sorundu mesela. Kopup kaybolanlarının yerine farklı boyut ve renkte düğmeler dikilmiş gömlekleri vardı çoğumuzun.

Böylesi mahrumiyet ve eziyetler içinde geçmiş yıllarını bile derin bir hasretle hatırlıyor annem. Çünkü annemin ve yaşıtlarının bir ütopya da olsa sağlam bir geçmiş fikirleri var. Yaşadığı anda canından bezdiren gündelik işleri elinden gelse seve seve yapmak istiyor şimdi. Oysa bugün yapması gerekse daha fazla yakınacak o zorluklardan...

Geçmişin bu idealize edilmiş durgunluğuna karşı bugünümüz sorunlar, geleceğimiz ise belirsizliklerle dolu. O yüzden geçmiş hayali bir sığınma yeri, bir düş ülke... Geçmişe bakmak mutluluk geleceğe bakmak tedirginlik yaratıyor. Üstelik geçmişte daha çok kişi vardı etrafımızda. Kaybettiğimiz yakınlarımızın hepsi o düş ülkede hâlâ yaşamakta. Bu hem bireysel hem toplumsal anlamda böyle. Geçmişte Sadri Alışıklarımız, Yılmaz Güneylerimiz, Adile Naşitlerimiz, Kemal Sunallarımız vardı; gelecekte yıldızlarımız kim olacak bilmiyoruz. Bu anlamda geçmiş, “olan” ve somut; gelecek, “olası” ve soyut. Ayrıca, geçmişte hepimiz bugünkünden daha gençtik.

Eskilerde yavaşça, sindire sindire uzaklaşan yıllar şu ya da bu ölçüde homojen ve yekpare bir geçmiş oluştururdu. Şimdi çok parçalı geçmişlerimiz var. Mesela yetmişli yıllarda Türkiye’de doğmuş birinin ne kadar çok “geçmiş”i vardır. Sinema çağı, tek kanallı televizyon, kuyruk yılları, Dallas günleri, sağ-sol kavgası, 12 Eylül, seksenli yıllar, Özal dönemi, serbest piyasa, doksanlı yıllar, renkli televizyon, özel televizyon, bilgisayar, sosyalist kampın çöküşü, Avrupa Birliği, cep telefonu, internet, üçüncü binyıl, ADSL ve blog!.... Yetmişli yıllarda doğanların en yaşlısının bugün otuz altısında olduğunu düşünürsek, daha kaç geçmişi olacak kimbilir? Türk Telekom’un ADSL reklamındaki çocukların diyalogunu hatırlayın. Beş yaşındaki bir çocuk üç yaşındaki kardeşine “geçmiş”teki internet hızından söz ediyordu!

Yaşadığımız çağda geçmiş, önceki çağlara göre bugünden çok daha hızlı uzaklaşıyor. Teknoloji baş döndüren bir hızla gelişiyor. İki yıllık bir telefondan “eski” diye söz ediyoruz. Bilgisayarların yetenekleri, veri işleme hız ve kapasiteleri o kadar hızlı artıyor ki makinenizi neredeyse altı ayda bir değiştirmeniz gerekiyor. Yolculuklarda, uçak, tren, otomobil gibi motorlu araçlarla birim zamanda alınan mesafeyle insanın yürüme hızıyla aldığı mesafe arasındaki uçurum günden güne açılıyor. Bu uçurum ise insanın yüzbinlerce yılda oluşmuş iç ritmini alt üst ediyor.

Yekpare ve homojen yapıdaki geçmiş, belli bir yaşa gelen her insan için hem nostalji kaynağı hem de zenginlikti. Yaşlıların geçmişi hasretle anmaları sadece yaşlılıktan değil, bundan. Şimdi ise geçmiş, üst üste yığılmış, her biri bir öncekini silen flu parçalar halinde.

Geçmişe saplanıp kalmak, geçmişte yaşamak, nostalji, hep bir olumsuzluğu çağrıştırır. Bu “hastalığa” yakalanmış kimseler gerçeklikten kopmakla malul sayılır. Bu gidişle önümüzdeki yıllarda kimse bu hastalığa yakalanmayacak. İnsan hayatında en belirleyici faktör haline gelen hız, tüm hayatı sonsuz kısalıkta, biçimsiz bir “an”lar yığını haline getirecek. Yakın gelecekte kimsenin hatırlayabileceği belli bir geçmişi olmayacak. O zaman gerçekten de yalnızca “an”ı yaşayabileceğiz. Evrim teorisi, hayatın denizlerden doğduğunu ileri sürer ya, demek ki ilerde vücudumuz farklılaşsa da hafızamız yeniden balık kardeşlerimize benzeyecek!..

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..