Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mart '10

 
Kategori
Anılar
 

Gelincikler solmasın I

Gelincikler solmasın I
 

Gelincikler narindir...


Maraş’a geldiğimde iki buçuk üç yıllık genç bir bayan öğretmendim. Güzel bir şehirdi, Maraş. Daha şehre yeni adım atmış bulunsanız ve o şehirden henüz bir tek kişiyle bile konuşmamış dahi olsanız; şehrin havasını kokladığınızda kültürel hareketliliğin ve sosyal yaşamdaki renkliliğin hemen farkına varırdınız…-Geçen yıl, tam on dört yıl sonra uğradığımda Maraş; yenileşmenin şehirlere verdiği bir parça hüzne inat yine de aynı renkleri taşıyordu. Sevindim…-

Yeni binaların yanında bakırcılar, oymacılar, sedefçiler, kakmacılar ve kalaycıların bulunduğu bedestenine; envai çeşit renkli işlemelerin, Maraş işlerinin, mendillerinin bulunduğu arastasına; küçük taburelerin yüz yıllık çınarların gölgesine çekilip de nargilelerin bir nefeste yutulduğu yemyeşil kahve bahçelerine; şimdilerde namı yüzlerce ülkeye ulaşmış Yaşar Pastanesi’nin o otantik dekoruna ilk gez gözünüzün değdiği bir yabancı olsanız; Maraş, “o Kahraman” size çok şey anlatır; vakur duruşunun birçok ayrıntısı yüreğinizi titretir… İşte böylesi güzel, böylesi dolu bir şehre adım atmıştım yıllar öncesinde; ve haşmetini anlamıştım daha ilk adımda…

İşte böylesi bir şehrin farklı iklimlerindeki renkli simalarının çocuklarının bulunduğu bir okula doğru yürüyordum… Ben de, daha renkliydim o zamanlar… Üstümde turuncularla girdim Çukurova Elektriğe…Okuldan içeri girdiğimde; şehre ayak basışımdan sokakları boyunca tarihinin acı ve mutluluk dolu tablolarıyla büyüdüğüm ve kendime de “bu tabloda” turuncumla bir sıcak köşeyi hemencecik bulduğum samimiyetin aynısını karşılaştığım yüzlerde bulamamıştım, gözlerin gözlere değdiği o ilk anlarda açıkçası… Anladım…

Bir şehirden bir şehire çocukluğundan beri ortalama iki senede bir göçen “ben”; bunu da anladım…Anladım ve yılların bana öğrettiği sıcak bir gülüşle anlaşılanı bir çırpıda affediş ilacıyla; anladığımı anladığım anda “hafızalardan sildim”… Sıcaktım, gülüyordum, istiyordum, hayatımın rolü için “doğru adrese” “gönderildiğimi” biliyordum…Hadi kızım…

Birkaç hafta geçti… Her bana değen gözde beni kabul edecekleri müjdesini aradım günlerce… Müjdeyi bekliyordum ama bir taraftan da soruyordum: Neden? Farklı giyim miydi, beni itici kılan?... Hayır olamaz; hiçbir nizama aykırı giyinişe sahip olmamıştım ömrümün her deminde… Evet, bana özgüydü giyim tarzı ve zevkim ama normlara tezat değil… Genç oluşum muydu dert?... Daha pek çok genç vardı, meslektaşlarım arasında… Üstelik genç öğrenciler için bir avantaj olmalıydı genç öğretmen… Derslerde anlatmaya çalıştıklarım öğrencilere ve öğretenlere(!) yabancı mı geliyordu? Olamazdı Kars’ta öğrenciyken Edebiyat Öğretmenimden duyduklarımı; Nevşehir’de öğrencime anlatan bir Edebiyat öğretmeni oldum edeple… Kırılıyordum, darılıyordum herkese; kimselere tek bir söz etmeden…

Fakat ilk iki üç ay ne olduğunu anlamadım…Sonra günler içinde, Edebiyat Öğretmenliğimi en derin yaşayacağım 5 Edebiyat A’ya herkesten ve her sınıftan daha fazla kulak vermem gerektiğini anladım…Çözülecek ilk ilmik oradaydı…

Evet! Resmen, öğrenciler beni dinlemiyorlardı…Bir şeyim onlara ya fazla ya da eksik geliyor, olmalıydı… Önce sessiz tepkilerle karşılaştım…Özellikle derse dergi getirmeler, tesbihle sınıfa girmeler… Birkaç zaman göz yumdum olana; sonra bir gün, şak şak diye derste tesbih çekenin yanına gittim ve usulca kulağına eğilip:”Elinde bence; senin için çok değerli bir şeyi taşıyor olmalısın… Fakat, nerede taşıman gerektiğini bilemediğin için değerini düşürüyorsun; bilmiş ol” dedim… Bana sertçe bir bakışı beklerken yere eğilen bir baş, cebe konulan bir el gördüm…Ve ertesi gün ses kesildi.O gereksiz uğultular da… Okudukları dergilere baktım; içindeki yazılarla ilgili kendi yorumlarını bekledim bir zaman; yine ses kesildi…

Bir müddet daha geçtikten sonra sınıftaki öğrencilerin sessiz tepkileri sese dönüştü… Sesli tepkilerin başını üç kişilik grubun liderliğini üstlenen Vehbi çekiyordu… Bir gün;”Hocam, siz nasıl öğretmensiniz, elinizde dergi yok” deyiverdi… Başka gün yanındaki; ”şunu, şunu tanır mısınız, dedi”… Diğer bir gün Vehbi’nin diğer yanındaki bir gün öncesinde soranın sorduğunun tam aksi “bunu bunu bilir misin” demez mi… Belki şunu ya da bunu biliyordum ama onların “sorgular duruşları” ve daha da önemlisi “sorgulama tarzlarındaki” yapıştırmalı hali, beni de “hem bunun” hem de “şunun” için ses vermemeye yöneltti bir süre… Sanki sorular onlara ait değil de, sorduranlara ait gibiydi…

Ben bunca med cezir arasında turuncular, yeşiller, maviler, pembelerle her gün hayatın başka rengini gençlere sunmaya çalışıyordum. Ama, ısrarla yürekleriyle, düşünceleriyle renklerin içine onların da girmesini bekliyordum onlardan…

Başka bir gün Vehbi hışımla kalktı: “Siz hiçbir şey bilmiyorsunuz” deyiverdi… Cevap verdim:

“Evet, ben hiçbir şey bilmiyorum… Ve hayatımda her şeyi bildiğimi iddia etmedim, etmeyeceğim de… Her şeyi biliyorum dersem; daha mı rahat hissedeceksiniz kendinizi?...

-Ama hocam! Bilmelisiniz hocaysanız…

-Neyi bilmeliyim?

-…..

-Bugün için yalnızca şunu söyleyeyim mi Vehbi? Bildiğim bir şey var aslında…

-Ya, neymiş o?...

-Başkasından öğrendiğim sorularla karşımdakini sorgulamadığımı hep bildim…

-……

Bir iki hafta sonra…Yine Vehbi: “Hocam ben sizin bir şey bildiğinize ikna olmadım…Baksanıza her beyiti bize açıklattırıyorsunuz…Siz ne yapacaksınız?...”

“Ben de sizle açıklayacağım… Ama her şeyi ben anlatmayacağım…Ve bütünden anladığım her şeyi hazır olarak sana ezberletmeyeceğim… Sen de ben de terleyeceğiz; hayatı ve insanı yorumlarken… Ben başlayayım istersen… Namık Kemal, “Hürriyet Kasidesi”nde…..Tamam, sıra sende Ayşe ….

Evet birkaç ay geçmişti; sınıfla tek tük münazaralara başlasak da gönül köprülerimizin tamamıyla ve sağlam kurulduğu söylenemezdi… Derslerde ve bizlerde; beraberce yaşanılan “an”da bir tutukluk vardı.Ve ben bundan oldukça rahatsız oluyordum…Bir şey yapmalıydım ama ne?...

Zaman su gibi geçiyordu… Okulun farklı mekânlarında ve farklı sınıflarında da hayatı soluyacak bir ilmek arıyordum, hiç yılgınlığa düşmeden: Okul kantininde de, zaman zaman birbirleriyle hiç konuşmayan farklı dokulardaki üç beş kişilik öğrenci gruplarının yanına gidip hem onların dünyalarını anlamaya çalışıyor hem de dünyalar arasında kendime bir yer arıyordum… Şehrin zengin ailelerinin çocukları, okulun yatılı kısmında kalan civar köy, kasabalarla farklı illerden gelen çocuklar, okul dışındaki yerlerden hayatı öğrenmeye çalışan çocuklar, -benim çocukluğumdaki gibi- bir iki yılını babasının memuriyeti sebebiyle burada geçiren çocuklar, kızlarla konuşmayan erkek grupları, kendisinden kariyer beklenen ama soluk benizinin sebebi annesi ya da babası tarafından sorulmayan çocuklar, çok bilen fakat bilgisiyle öğrencilerini sinek gibi gören öğretmenlerin yaraladığı çocuklar, okulda bilgi bulamadığını düşünüp de okul dışında yarım yamalak bilgilenen çocuklar……

5 Edebiyattayız, yine bir gün… Vehbi kalktı…”Sizin belli bir görüşünüz yok” demez mi?

“Her grubun yanına gidiyorsunuz ve her gittiğiniz grubu dinliyorsunuz, onlarla konuşuyorsunuz…”

“Evet, ben öğretmenim ve hepiniz her nereden ve her kimden olursanız olun benim öğrencimsiniz.Bundan doğal ne olabilir ki?...”diye cevapladım.

Fakat, uğraştığım konuda o kadar yalnızlığa düşmüştüm ki bu cevap beni bile günlerce ikna etmedi… Bu cümlelerle beni yargılayan -evet, tam manasıyla beni yargılayan- öğrencim çok çok başka şeyler söylüyordu bana… Anladığım halde anlamamazlıkla geçiştirmiştim; biliyordum…

O konuşmadan sonra, o zamanlarda da var olan “renkli gökkuşağı yapraklarıma” içimi döktüm günlerce… Bir yaprağın başlığı şu idi: ”Öğretmen Nasıl Olmalı/ya da Öğretmen nedir?”(Başlıkta bile bir ikilik olmuş…) Çok uzun yazı yazdım… Bakarsınız an gelince bu yazıyı da sizinle paylaşırım…

O yazının özü şuydu: Öğretmenin bir fikri vardır; bir hayat felsefesi bulunur; bu felsefeyi yaşamının her zerresine, içine sindirerek yaymıştır, yaymalıdır… Fakat öğretmen bir fikir empoze edemez. Hatta, bu öğretmen bir Edebiyat öğretmeniyse dünyadaki her fikri bilmeli, sınıfa bu fikir demetlerinin her birini aynı oranda getirebilmeli; sınıfındaki öğrencilere tanıtabilmeli; kendi şahsi görüşünü okul bahçesinin dışında bırakabilmeliydi…

Ve evet, öğretmenin en temel görevlerinden biri de her öğrencisini can kulağıyla ve aynı fırsat eşitliğini vererek dinlemek olmalıydı…”Dinlemek”… O bilinen körü körüne dinlemekten bahsetmiyorum… Dinlemek, benim bildiğim aktif dinlemek; senin dediğini sorgusuz sualsiz kabul ve taklit ediyorum demek değil; yalnızca “senin düşüncenden dolayı sana saygı duyuyorum” ve “sana seni anlatabilmen için fırsat tanıyorum” diyebilmekti… Dinlemek; sabırdı, emekti, terlemekti…

İşte, körpe çocuklarda yanlış yeşertilmeye çalışılan şey buydu… Sorgusuz sualsiz ve istediği/istetilen sesleri dinlemek öğretilmişti o küçük yüreklere… Bazı fikirler, onların fikirleri alınmadan onlara dikte edilmiş; onlar hiç dinlenmemiş, anlaşılmaya uğraşılmamış; değerli olan şeylerin öz değeri anlatılmamıştı… Ayrıca, senden olmayana kulak verme ve onu görme de eklenmişti, öğretiye…

Sonunda anlamıştım; Çocuklar kafalarına oturtulan bu şablonlarla beni okul ortamımdaki on on beş dakikalık, bilemediniz bir saatlik “resimlerimle” aylardır gözle, kulakla, yürekle yargılıyorlardı… Bir şeyler yapmalıydım; ama ne?

Buldum:“Düşünce ufuklarını ve anlama, yorumlama güçlerini artırmalıydım; dinlemenin özünü yaşatabilmeliydim”… Jurnal 1’i bu anlayışla seçtim… Çocuklar giydiklerime göre benim hayat felsefemi anladıklarını sanıyorlardı; daha da tehlikelisi “hayat felsefem x ya da z olsun”; kendilerini şu veya bu şekilde sırf “ben” için esir alabileceklerimden korkuyorlardı… Onun için bana hep savunmadaydılar. (Elbette, başka öğretmenlerine, büyüklerine ve akranlarına da aynı mantıkla yaklaşıyorlardı) En büyük savunma kalkanları da “dışlama ya da yok saymaydı”…Bilmiyorlardı ki; bu savunma kalkanı içinde kendileri de yok oluyorlardı…

Seçilen Cemil Meriç’e ve kitabına da öyle yaklaştılar, başlarda….”Mutlaka hoca şudur, o halde seçtiği yazar da budur”… Üç ayın ilk bir ayı dersten geçme belasına okudular düşünürün kitabını -büyükleri onlara sakın ha, okumayın diyorlardı başka yerlerde kuşkusuz-; ikinci ay hiç akla gelmeyen bir şey oldu; Cemil Meriç’i onların ve büyüklerinin görmek istedikleri bir gazetede tefrika halinde gördüler… Aaa, Meriç hiç de sanılan(!) gibi değilmiş… Öyleyse Rana Hocamız da sandığımız gibi değil… Hem sonra hocamız, Yunus Emre demeye başladı derslerde, Mevlâna da… Ama, giydikleriyle bu isabetli bildikleri tezat! Neler oluyor? Üçüncü ayda Meriç’i ve beni farklı bir gözlükle “okumaya”, sil baştan okumaya başladılar… Artık, yürek ve beyin okumasını tek elden yapıyorlardı…

Yan taraftan, dersler ve hayatla ilgili tatlı tartışmalar da devam ediyordu kesintisiz… Zamanla tartışmalarda buzların eridiği, kalp kapakçıklarının açıldığı görüldü.

Yine günlerden bir gün… Bir ses duyuldu arka sıralardan, neredeyse senenin sonunda (Mutlaka adı V ile başlayandı): “Hocam biz sizi yanlış tanımışız. Ve itiraf ediyoruz sizi bilerek çok üzdük…”

Duymadı hoca o gün o yavaş çıkan sesi… (Sadece, içinden dedi ki; siz beni ve kendinizi tanımaya hiç uğraşmadınız ki…)

Biraz daha terlemeleri gerekiyordu çocuklarının; biraz daha hayatı ve insanı doğru yorumlamaları (ama kendilikleriyle yorumlayabilmeleri) gerekiyordu; ve hem de aracısız… ve hem de şablonsuz… ve hem de bir iki fotoğraf karesine takılı kalmadan…

Birçok şiir, birçok hikâye birçok roman örneği geldi sınıfa; bin bir renkte… Hatta birçok köşe yazısı ve makale… Artık öğrenciler yüreklerini koyarak “kendi yorumlarını” yapmaya gönüllüydüler… Artık, öğretmen öğrencilerin yüreklerine ve akıllarına araç kabul etmeden yaptıkları en saydam yorumlarında, gün geliyor, iki inci tanesi döküyordu masasına, kimselerden saklamadan…

Gel zaman git zaman; arka sıralarda üç beş kinin fısıldaşması oldu; tam bir buçuk senedir fütursuzca ve yaka bağır açık bir halde konuşmaya alışmış (hoca da bu görüntüye istemeden alışmıştı) Vehbi’yi, tüm gözler, ceketinin önünü ilikleyerek ve ayağa kalkarak konuşurken gördüler…

“Özür dileriz hocam… Biz sizi hiç tanımadık… Fakat son bir aydır arkadaşlarla konuşuyoruz… Biz sizin kalbinizi bilerek ya da bilmeyerek çok kırdık ama baktık ki siz bizim kalbimizi hiçbir zaman kırmadınız. Kırmadığınız gibi aklımızı ve yüreğimizi aydınlattınız. Üzerimizde çok emeğiniz var… Hakkınızı helal edin ve tekrar sınıfça özürümüzü kabul edin…”

Öğretmen kulaklarına inanamadı… Ama yüreği yürekten gelen seslere inanmayı çoktan öğrenmişti…Yine de çok üzülmüştü öğretmen aylarca, hiç belli etmese de; artık, söylemek istediklerinin zamanı gelmişti, şöyle dedi:

“Çocuklar… Bu anı yakalamanız; kendinizdeki durumu ve gelişmeyi görebilmeniz büyük bir olgunluk… Dahası, bunu paylaşabilme yüreğinizin olması ayrı bir güzellik… Bu yürek sizde baştan beri vardı zaten. Beni çok üzdünüz… Ben üzüntülerimi çabuk unuturum; sizlerdeki güzellikleri gördükçe… Yalnız, hayatınız boyunca şunu unutmayın… İnsanları giydikleri, yedikleri, ellerinde tuttukları ile değerlendirmeyin…

Hepsinden önemlisi “bir iki fotoğraf karesiyle”, yirmi dört saatlik zaman dilimindeki üç beş saatlik hayat rolleriyle değerlendirmeyin. Onları tamamıyla anlamaya, kavramaya, kucaklamaya çalışın… Bu “olgunluğu” yakalamak için de; bugün Vehbi’nin gösterdiği yüreklilikle tüm benliğinizi “yürekleri dinlemeye” ama kendi yüreğinizin de bulunduğu bütün yürekleri dinlemeye adayın… Farklılıklarınızdan korkmayın, farklılıklarınıza saygı duyun hatta bu farklılıkların “hayat zenginliğinize” büyük katkı olduğunu unutmayın…

Bir şey daha söyleyeyim mi; asla kimsenin maşası olmayın… İnsan kitabını ve insanların yazdığı kitapları aracısız okuyun ve yorumlayın… Kendi aklınızı ve yüreğinizi cesaretle kullanmayı öğrenin… Ben bugün bu cesaretin ilk örneğini gördüm sizde… Mutluyum…

Vehbi duramadı:“Hocam siz Mili Eğitim Bakanı olsanıza!…”(Ki; yaşım 25…)

Hoca cevap verdi: “Bir şartla Vehbi. Sen Cumhurbaşkanı olursan, ben de senin Bakanın olurum…”(Ki; yaşı 17)

Sınıf itiraz etti: “Böyle olmaz hocam; Vehbi senet imzalasın; sonra sözünden dönebilir…”Gülüşmeler…

Vehbi kağıt çıkardı ve yazdı: “Ben Cumhurbaşkanı olduğum gün Edebiyat Öğretmenim Rana Hanım benim Milli Eğitim Bakanım olacaktır…”Şahitler imzaladı…

Bir kız öğrencim bağırdı köşesinden: “Hocam sizleri görünce aklıma geldi, sınıfça tiyatro oynasak mı?”

“Sayın Cumhurbaşkanım emrederse olur, neden olmasın?”

“Tek bir şartla kabul ederim Sayın Bakan, başrol benim…”

“Elbette Cumhurbaşkanım…”

İşte, Maraş! Öğretmenliğime çizdiğin o sağlam çizgilerle oyma sandığımı hep yanımda taşıdım ve senden sonra renkleri daha bir sevdim… Güzel bir şehirdin Maraş… Dolu, içli, oymalı, gümbür gümbür, heyecanlı, duygulu…Ve ben, her girdiğim şehirden göçsem dahi çıkamadığım gibi, Maraş’tan da çıkamadım…

Oyunumuza daha zaman var: Tiyatrodan önce renkleri anlatmalıydım, çizgileriyle birlikte…

…………….

Şu anda öğrencim Vehbi Kırmacı’nın ne iş yaptığını ve nerede olduğunu merak ediyorum. Fakat, büyük bir ihtimalle sıkı yorumlayan, hitabet gücü yüksek başarılı bir Avukattır… Kendisine sağlık ve başarılar diliyorum…Ve beni büyüttüğü için kendisine teşekkür ediyorum...

Yegah Elif Mirzade

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..