Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mart '10

 
Kategori
Anılar
 

Gelincikler Solmasın II

Gelincikler Solmasın II
 

Benim gözlerim o an, kitabı değil; "narin gelinciklerin" uçsuz bucaksız tarlalarını görüyordu...


Hiç derslerine girmediğim ama bir yılda çok sıkı dost olduğumuz iki kız kardeş olan, “gönül gözü” sonuna kadar açık, karanlığı hiç tanımamış, görmeyen öğrencilerimin yoluma çizdiği “ışıkla” ve “Cumhurbaşkanım”ın bana verdiği “onayla”, artık ne yapacağımı çok iyi biliyordum…

Ve benim için bir okulda daha, “perdeleri açma” zamanı gelmişti…

O yıl mutlaka bir tiyatro oyunu sahneye koymak gerekiyordu. Üstelik, bu konuda da yalnız değildim… 5 Edebiyat A sınıfının 6 Edebiyat A olduğu yılın daha başında, hemen hemen aynı yaşlarda olduğumuz Edebiyat Öğretmeni arkadaşım Mehmet Narlı ile beraber oyun arayışı içine girdik… Tiyatro eseri bulabilmemiz için çok da fazla alternatifimiz de yoktu, doğrusu. Bir okul kütüphanesi, bir de İl Halk Kütüphanesi, oyun arayabildiğimiz yerlerdi. Çok uzun süre oyun arayacağımıza ya da kayda değer bir oyun bulamayacağımıza öylesine inandırmıştık ki kendimizi, okul kütüphanesinde epi topu beş on tiyatro eserinin arasında, ön kapağı yırtılmış, “el kitabı” ebatlarında, incecik bir kitaba ilk anda alıcı bir gözle bakamadım. Açıp okudum kitabı… Bu okuyuşun ilk adımı meraktan ziyade, çaresizlik içeriyordu… Bir iki sayfayı öylesine okudum. Fakat, öylesinelikle başlanan okuyuş yavaş yavaş meraka, meraktan da öte yürek titreyişine döndü.

Elimdeki, o dışı gösterişsiz içi hayat fırtınaları ile dolu “ güçlü” kitap, M. Halistin Kukul’un “Gelincikler Narindir” isimli kitabıydı… Bu tiyatro eserinin başkahramanı bir aile “Baba”sıydı. Zaten oyunun neredeyse yüzde yetmişi babanın duygu, düşünce, hayal dünyası ve hayat görüşüyle paralel, ailesi ve dış dünyasıyla kurduğu insan ilişkilerine dayalıydı. Daha sonra, provalarda da ne kadar isabetli karar verdiğimi fark edip de “defalarca ağlayacağım” gibi; böylesi güçlü, değişken ama zor karaktere uygun tek kişi “Vehbi” idi. Evet, kararı verdim. Bu yıl- yedi yıl sonra- ilk defa bu okulda oynanacak oyun bu idi… (O yıl, oyun oynandıktan sonra yaptığımız küçük çaplı araştırmada, bu oyunun yalnızca 19 Mayıs Üniversitesi öğrencilerince sergilendiği bilgisine ulaşmıştık…)

Ben oyunu seçmiştim. Kitabı öğretmen arkadaşım ve öğrencilerime göstermeden, üç kez de okumuştum… Şimdi, öncelikle arkadaşımın, daha sonra da Vehbi’nin onayını almak gerekiyordu. Oyunun içeriğini arkadaşım beğendi ve zahmetli bir çalışmanın ardından oyunun sergilenebileceğini dile getirdi… Fakat, bunun yanında çalışmalar sırasında, birçok zorlukla karşılaşabileceğimizi de hatırlatmayı unutmadı.

Daha sonra oyun metnini 6 Edebiyat A’ya getirdim. Öğrencilerime ve özellikle Vehbi’ye oyunun konusunu ve Vehbi’nin rolünü anlattım.”Baba” rolünün replikleri diğer beş ya da altı oyuncunun toplam repliklerinin neredeyse iki katıydı… Bu rolün daha da zor kısmı; başlarda güçlü ve otoriter baba bir kazadan sonra tekerlekli sandalyede yaşamaya mahkum oluyor; bu olaydan sonra ailesi (özellikle genç çocukları) ve kendisi ile bambaşka açılardan yüzleşiyordu. Yani bu rolde üç ana zorluk vardı: Birincisi, ezberlenecek sayfalarca metin… İkincisi, sert bir karakter görünümündeki “baba”nın duygusal çalkantılarını –değişikliklerini-, şefkatli yüreğini, yansıtabilme zorluğu. Üçüncüsü, böylesi zor bir karakterin “tekerlekli sandalyeye” bağlı rol keserek, dar hareket ve mimik alanı içinde “çok yoğun duygu aktarımı” içinde olması…

Bütün bunları, daha oyunu sınıfa tanıttığım ilk gün anlattım. Aslında sınıfa anlatmak değildi niyetim. Baba rolünü kabul eden Vehbi’ye bu durumu izah etme telaşındaydım. İçten içe kaygılanıyordum da, Vehbi gibi fazlasıyla hareketli öğrencim, bu “oturan” role uygun muydu? Sanki, sadece bana verdiği sözden dolayı bu ağır rolü kabul etmiş gibi görünen öğrencime bu açıklamaları gerekli gördüm. Oysa, Vehbi hiç duraksamadı; “Biraz düşüneyim de hocam”, ya da “Ben yapamam, rolü başkasına verin” gibi sözlerin hiç birini sarfetmeden, tek şey söyledi: “Tamam, Hocam”…

Arkadaşım ve öğrencilerimden onay aldıktan sonra Okul Müdürü ve Milli Eğitimden de metin ve oyunu sene sonunda sergilemek için gerekli onayları aldık. Büyük bir arzuyla çalışmalara başladık…

Oyunda son sınıf öğrencileri ağırlıkta olduğu için, Aralık ayında başlayan ve her hafta sonu (Cumartesi ve Pazar günü ikişer saat) devam eden çalışmalarımız, Haziran ayına kadar sürdü. Böyle bir çırpıda anlattığıma bakmayın. Çalışmalar sırasında öğrencilerimiz de biz iki öğretmen de oldukça zorlandık. Bir kere, oyun bir dramdı. Başrol oyuncusunun üzerinde çok yük vardı. Aslında diğer oyuncular da, bir o kadar zorluk yaşıyordu. Başrol oyuncusunun gölgesinde kalmadan, “az sözle çok şey anlatacaklar” ve durağan oyunu “kendilerine bırakılan alan kadar” renklendireceklerdi. İkincisi; -Vehbi tarafından çalışmaların hemen ikinci haftasında bulunan- “Tekerlekli sandalyeye” hem Vehbi hem de oyuncu kadrosunun tamamı alışacak; sandalyeye yaşamın doğal uzantısı olarak mekanda, zamanda, kişiler arasında olağan yerini verecektik. Üçüncüsü de sahne, dekor, kıyafet, ışık, ses, efekt gibi eksikleri “küçük kadromuzla” hiç mızıldanmadan, kimseciklere bildirmeden kendimizin halletmesi gerekiyordu. Bize yapılan tek iyilik; Haziran ayında İlin Kültür Sarayındaki sahnenin ayrılması oldu…

Bütün zorlukları göze alan bir avuç “insan”; kar, yağmur, çamur demeden her hafta sonu okula geldik. Kadromuz yalnızca altı yedi tane oyuncu ve iki çalıştırıcıdan ibaret değildi. Sesle ilgilenen iki öğrenci; dekordan sorumlu -nesneleri bulan, tasarlayan ya da yapan- dört öğrenci; kostüm ve makyajdan sorumlu iki öğrenci; müzik, ses ve efektte görevli iki öğrenci; ışıklardan sorumlu iki öğrenci… Ve daha çalışmaların en başından, oyuncuların dışında kalan görevliler de “okulun derse kapalı olduğu” günler, büyük bir coşkuyla okula geldiler…

Sene başında “oyun oynansın” diye bize onay verenler; galiba, bu onayı öncelikle kendilerine vermişlerdi. Arkadaşımla benim sergiletmeye çalıştığımız oyunun; başta Vehbi ve diğer arkadaşlarının gecesini gündüzüne katarak ortaya koyduğu böylesi canla başla çalışmanın önüne her hafta başka bir engel konuluyordu… Başlarda okul kantini terk etti bizi… Bilmem kaç defa karlara bata çıka geldiğimiz okul kapısından gerisin geriye eve döndük. Kapılar çoğu kez kapalıydı; saymadık ki kaç kere? Anlamadık ki, neden?

Zaman zaman, öğrencilerimize belli etmesek de biz öğretmenler yılgınlığa düştük. Yanımdaki erkek branşdaşım kaç defa “Bırakalım, Hocanım” deyiverdi bana… Biliyordum, O da bunu istemiyordu ama ben de arkadaşım gibi görüyordum ki “biz”e “biz”den başkası inanmıyordu… Fakat sanırım, hem en zoru hem de en muhteşemi buydu… Ama işte “biz” inanıyorduk ya… Hele, Vehbi’nin o azmi yok muydu? O gençlerin; ışıkçısı, sesçisi, kızı, oğlu, annesi, kostümcüsüyle “arzusu, inancı, güveni, teri” yok muydu? Pes etmememiz gerekiyordu… En ümitsizliğe düştüğüm anda içimden bir ses: “Başaracağız, başarmalıyız” diyordu. Gelemediğimiz, daha doğrusu “içeri giremediğimiz” hafta sonlarının telafisini hafta içi ders çıkışlarında yaptık… Yüze yüze; terleye terleye; güle güle, ağlaya ağlaya…

Oyunu sergileyeceğimiz güne yaklaşıyorduk. Artık, ne Vehbi tekerlekli sandalyeden olmadık yerde düşüyor; ne diğer oyuncular “Baba”yı zamansız çekiştiriyor, ne de tekerlekli sandalye “vazo” ya da insan düşürüyordu. Öyle bir kıvama gelmiştik ki; setin her yanındaki “insan”lar “Gelincikler”i oynarken/ yaşarken; her oynanışta – önce- “biz, bize ağlıyordu”… Işıkçımız bile?...

Oyunu sergileyeceğimiz gün yaklaştıkça bir telaştır sardı bizi… Hemen her şey hazırdı… Altı aydan fazla üstünde prova yaptığımız; “Baba”nın evini oluşturan; öğretmenler odasındaki koltuklar da… Genel Prova gününde; erkek arkadaşım bir kamyonet tuttu; bütün araç gerecin yanında, hiç yabancısı olmadığımız koltukları da yükledik arabaya… Fakat, şoför tedirgindi… Sonra, biraz öteden bir ses duyduk… (Hala, o sesin kime ait olduğunu bilmiyorum! Merak da etmiyorum…) ”Koltukları götürmeyin. İzin vermiyorlar?!.” Arkadaşımla donduk kaldık, öylece…

Öğrencilerimin halini görmeliydiniz… Koltuk olarak yalnızca “tekerlekli sandalye” kalakaldı ortalıkta… O bile, öyle mahsunlaşmıştı ki… Bence, baba olmasaydı, o da ağlardı… Sanki, kızgınlıktan köpüren branşdaşım dahi ağlamaklıydı…Yoksa, ben mi öyle görüyordum?… Hemen toparladım kendimi… Böyle zamanlarda hiç benden umulmayan bir şekilde çıkardığım sesle (biraz da bağırır bir tarzdaydı, sanırım): ”Hocam, kendinize gelin. Bu böyle yarım kalmayacak. Bir çaresi mutlaka vardır.” Hemen o an aklımıza gelen bir “Halk Oyunları Derneği”nin önüne götürdük dörtte biri boş arabamızı… Durumu anlattık. Halimizi ve inancımızı gören, o hiç tanımadığımız adamlar (”insanlar”) bir koltuk takımı verdiler, üç beş dakika içinde, öğrencilerimize…

O gün provamızı yaptık… O kadar güçlü ve kararlı hissediyorduk ki kendimizi, muhteşem bir prova oldu… Ertesi gün…

Mutlaka Haziran’dı. Ama günlerden 12 miydi acaba? Ne önemi vardı ki günün? Gün, “Gelincikler”in günüydü. Muhtemel ki; bizi seyretmeye gelenler arasında, soğuk kış günlerinde bize okul kapısını açmayanlar ya da okulun koltuğunu öğrenciden esirgeyenler de vardı… Kültür Sarayı’nın kapasitesinin neredeyse iki katı seyirci önüne çıktı, benim “Gelincikleri”m. Başlarında Babaları olduğu halde… Sahnenin tam karşısında, yukarıda ve seyircilerin arkasında kalıp da, kimsenin onu görmediği ışıkçımız Suat olduğu halde…

Üç perdelik oyunda “Baba” bizi çok ağlattı. Babanın ailesi bizi çok gururlandırdı… Ses, ışık, dekor, efekt, kostümler, bütün o ağlamaktan boşalan gözleri doldurdu… Ağlayanlar arasında hayatımda ağladığını görmediğim Babam da vardı… (Annemin alkışlamaktan elleri kıpkırmızıydı. Onun gözyaşlarına değil, ellerine sarıldım oyunun sonunda…)

Oyun bittiğinde, dakikalarca alkış aldı Gelincikler… Vehbi, Vehbiliğini yaptı; selamda önce tekerlekli sandalyeyle geldi; sonra çakı gibi kalktı yerinden ve selamladı herkesi… Bütün oyuncuları, oynayanları destekleyen teknik ekibi ve çalıştırıcılarını sahneye davet ettiler yeniden…Ve elimize günün anısına birer kitap verdiler…

Benim gözlerim o an; kitabı değil tek bir şeyi görüyordu: Narin Gelinciklerin uçsuz bucaksız tarlalarını…

Bir sene sonra bir Üniversitede okuyan ışıkçı Suat beni ziyarete geldi. “Hocam, Gelinciklerden o kadar etkilenmiştim ki; geçen yaz Alanya’da tatil köyünde tanıştığım arkadaşlarımla bir tiyatro oyunu çalıştık ve büyüklerimize sergiledik. Ama bu sefer ben de oynadım. Çok beğenildik. İyi ki ışıkçınızdım…”

“Hayır Suat! Işık, sizin içinizdeydi…”Gelincikler, her zaman narindir…

………………………

Şu geçtiğimiz birkaç haftadır “Gelincikler Narindir” adlı eserde en çok neyin beni etkilediğini düşündüm… Ve bunca yıl bu etkilenişin aynı tazelikle devam edişini içimin oyuklarında bulmaya uğraştım, kaç gecedir… Yukarıda anlattığım “gerçek hikayede ya da hayatın gerçek tiyatrosu”nda unutulmaz onlarca kare var şüphesiz…Benim aradığım o değildi? Neden “ narin gelincikler”? Yazımı yapılandırma sırasında, M.Halistin Kukul’un kitabını internette ararken şöyle bir yazı buldum:”İÇİM, İNANILMAZ ÜRPERDİ”… Belki de “neden” sorusunun cevabı, buydu… ETKİLENDİĞİM; “GELİNCİKLER”Dİ. Bu yazıyı da paylaşmak diledim…

“Van Gogh'un tablolarında başak tarlaları vardır ve sapsarı başakların arasına serpilmiş kıpkırmızı gelincikler... Ne zaman buna benzer bir manzara görsem, Van Gogh'un o kırmızı fırça darbelerini atarken keyifle gülümsediğini ve gelinciklerin kışkırtıcı çağrılarına uyup fazladan üç-beş dokunuş daha yaptığını düşünürüm. Gelinciklerin, bir rüya aleminin kapılarını aralayan ve o aleme özgü müzikal titreşimlerle beni çağıran sihirli bir etkileri vardır sanki; ne rüzgârla dalgalanan başakların davetkâr sarı tonları ne de huzursuz bir gökyüzünde dolaşan bulutların saldırısına uğramasına karşın çılgınca parlayan güneşin eşi benzeri olmayan turuncusu gelincikler kadar çeler aklımı.

Ben, o kıpkırmızı çiçeklere vurulmuşumdur bir kere, onları yaratan elin hangi duyguyla dolup taştığını hissetmişimdir ve aslında vurulmamın nedeni de o duygudur; başına buyruk, tavizsiz ve bir o kadar da saf... Gelincikler narindir, her an dökülüverecekmiş gibi durur yaprakları, nitekim koparıldıklarında bir-ikisi düşüverir hemencecik, ama kökleri topraktayken Tanrı korur onları ve başakları dalgalandıran rüzgârın güçlü soluğuna karşın uçuşup dağılmadan kalmalarına yardım eder. Yukarıdan bakıldığında daha da güzel gözüken o manzaranın bozulmasına, gelinciklerden mahrum kalmasına razı olamadığı için yapar bunu belki de, çünkü el verdiği sanatçıların ilhamı olur bu güzellikler; onları baştan çıkarır, hayallerine güç katar, düşlerle renklerin birbirine karıştığı tuvallerde her bir fırça dokunuşu bir duygu yaratır ve herkes, kendine yakın hissettiği duyguyu yakalar o tablolarda. İnsanlar, aynı tabloya baksalar da farklı hislerle beğenirler onu; kimi sapsarı başakların yaydığı huzurdan etkilenir, kimi gökyüzündeki bulutların saldırganlığından ürperir, kimi güneşin çocuksu coşkusunu paylaşır, kimi ise benim gibi o kıpkırmızı gelinciklere vurulur...” Kiraz Gökırmak “Gelincikler” (Başucu Dizeleri)

Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..