Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ocak '10

 
Kategori
Blog
 

Gemileri yakan adam

Gemileri yakan adam
 

...


2007 senesinin yaz aylarında dikkatimi çekmişti benim. Hayır, yazılarından değil, daha sonraları sıkı bir takipçisi olacağım sıra dışı yorumları sayesinde tanımıştım onu. Önce resim galerisini incelemiş, ondan sonra da mevcut yazı, yorum ve mesajlarını okumuştum. Galerisini süsleyen resimler, benim için çok da yabancı olmayan “renkli” bir yaşantıyı gözler önüne seriyordu.

Ömrünün ilk 50 yılında “krallar” gibi yaşamıştı, Mustafa Ağabey. Almanya’nın en verimli zamanları diye niteleyebileceğimiz yetmişli ve seksenli yıllarında isabetli (ticari) girişimler yaparak kişisel yaşam standardını yükseltmiş, bugün ülkemizdeki “pop” ve “futbol” yıldızlarının(ancak) erişebildiği bir refaha kavuşmuştu.

Yıllar boyu… Etli, şaraplı ve mum ışığınla aydınlatılmış masalarda sarı saçlı nazenin(ler)le bol yıldızlı geceleri paylaşmak; Bavyera Alplerinde beyaz kelebeklerle sevişmek; Okyanus gecelerinde mehtabı seyretmek; 180 beygir gücündeki son model Porsche veya BMW’lerle Kordon boyunda turlamak, Almanya da bile olsa (sabah 5, akşam 5,) “fabrikalarda kart basmakla” gerçekleşmezdi zaten, dostlar.

Münih’teki arkadaşlarım “efsaneydi o” demişlerdi, sorup soruşturduğum zaman. Tanımayan yoktu “Videocu Mumcu’yu”… Almanya’nın en kriminel şehri olan “Wiesbaden”deki (Son dönemleri) yaşantısı hakkında ise bir bilgi edinememiştim.

Sonrasında, yaşamını alt üst eden o talihsiz olayı kendisi de tüm ayrıntıları ile yazdığı için tekrar değinmek istemiyorum.

O BENİM KÜÇÜK BİRADERİMDİ…

Bir şekilde tanıştık işte… Tüm sevimliliği ile editörlerle didişiyordu o zamanlar ve yazı yazmama kararı almıştı. Damarını az çok bildiğimden, yayınlamaması şartıyla “taktik” içerikli birkaç mesaj yazdım kendisine ve yazmaya devam etti. Karşılıklı messenger adreslerimizi verdik, sohbetlerimiz oldu ve yayınlamamak şartıyla defalarca mesajlaştık. Sigara ve içki kullanmıyordu ama her konuşmamızda “İki adım yürüyünce nefesim tıkınıyor” diye şikâyet ediyordu.(2007 Ağustosunda) Sağlık konusunda biraz pimpirikli biri olduğumdan ve de konuyla ilgili Sağlık Ansiklopedilerini defalarca okuduğumdan “Kalbinizi bir kontrol ettirseniz” yollu tavsiyelerime pek kulak asmıyordu. Teşhisim doğru çıkmıştı ama yapacak pek bir şey de yoktu artık.

EN ÇOK BENİMLE DİDİŞİRDİ…

E tabii ben de onunla… Çarşıya pek yansıtmazdık(Yansıyanlar devede kulak) ama kıyasıya didişirdik işte. O, işin kolayını bulmuştu… Kafası bozulduğu zaman “Önerdiği yazarlar” bölümünden şutlayıveriyordu beni… Ben de en çok buna bozuluyordum ve bir şekilde gönlünü kazanıp tekrar “önerdiği yazarlar” bölümündeki yerimi alıyordum. Sayfasındaki o bölüm, bir nevi “barometre” oluyordu aramızda. Evet, o benim küçük biraderimdi ama aramızdaki tartışmalarda son sözü söyleme hakkını (Hiç de âdetim olmadığı halde) her zaman ona bıraktım. O da beni, benim onu sevdiğim kadar severdi… Zira ben ona hiç ACIMADIM! Açıkça söyleyeyim ki kendisine bir “maddi” desteğim de olmadı. Satırlarını tersinden okumayı bildiğimden, hakkımda yazabileceği “övücü” bir yazıdan çok çekindim. Bu konuda çok gaddardı, Mustafa Ağabey.(Konuyla ilgili yazıları hâlâ duruyor.)

NEDENLERİ NELERDİ?

Yazımızın girizgâhında da belirttiğimiz gibi; “ilk 50 sene krallar gibi yaşamıştı”, Mustafa Ağabey. Birikimli ve donanımlıydı. Gelgelelim tersine dönmüştü o devran. (Talih demiyorum, özellikle) Geçmiş, onun geçmişiydi ama geçmişte yaşananların yaşanılan güne pek bir faydası yoktu, bana göre… “Allah, insanı gördüğünden yoksun bırakmasın” derler ya hani… Aynen öyleydi işte. İyiyi, güzeli, mükemmeli görmüştü o ve doyasıya yaşamıştı. Bünyesini ve halet-i ruhuyesini buna göre programlamıştı!. En kötüsü de…

Rahata alışmıştı!

AÇMAYIN MUSTAFA BEY!

“Açmayın” diye defalarca mesajlar yazmıştım oysa… “Kan kusun, kızılcık şerbeti içtim” deyin diye defalarca kafasını ütülemiştim…”Sigaranızdan yakın sigaranızı ve kimseden ateş istemeyin” demiştim. (Sanırım bu da benim gaddarlığım)“Düşmana cephane vermek babında”, çok cömertti Mustafa Ağabeyim… Tesellim; pek çok kişinin bu cephaneyi kullanabilecekleri halde kullanmamasıdır. Kullanmaya yeltenenlerin ise elinde patlamıştır o cephane. Kastım; onunla tartışanlar değil elbette. Aralarında haklı olanlar da vardı. O yüzden olsa gerek, araya da giremedim.

VEFA VAR MI?

Var elbette. Başta ailesi olmak üzere (Altını çizerek söylüyorum: Başta ailesi olmak üzere.)tüm tahammül sınırlarını zorlayarak hemşerilerini destekleyen İzmirliler buna güzel bir örnektir. Sevilip desteklenecekse bir insan, tüm sivrilikleriyle, tüm aşırılıklarıyla ve olduğu gibi sevilmelidir. İzmirliler ise, bunu fazlasıyla yerine getirmişlerdir. “Yalnızlık” tercihi ise sadece ve sadece onundur ve bu yalnızlığın zeminini de (istemeden de olsa)kendisi hazırlamıştır.

MAVAL, GOYGOYCULARIN İŞİDİR! GERÇEKLERİ YAZMAK GEREKİR.

Açıkça belirteyim ki ben İzmirli hemşerilerim kadar tahammüllü değildim ve Mustafa Ağabeyime karşı açıkça tavır aldım. Öleceğini de biliyordum üstelik. Ne o “dernek” projesinin ayakları yere basıyordu, ne de Blog yazarları için düşündüğü “antoloji” konusunun. "Sen yaparsın abicimcilerin" ve "damardan şerbetçilerin" desteği sınırsızdı ama işin maddi yönü pek ilgilendirmiyordu onları."Çay, kahve satılır, tavla okey oynanır ve masraflar çıkar" diyen parlak zekâlılar da eksik değildi tabii. Son bir gayretle tutunmak istediği o dalın ne kadar çürük olduğunu ikimiz de biliyorduk. Malum saldırılar karşısında "Çanak tutmayın Ağabey, sizi üzmelerine müsaade etmeyin" dedikçe, aramızdaki gerilim de artıyordu. “Üyelik aidatını dün yolladım Mustafa Bey” mesajları onu da alıp götürüyordu, beni de. O da kahroluyordu, ben de! Zurnanın “zırt” dediği yere gelmiştik artık! Sonunda… “Battı balık yan gider “ hesabı… Tüm ricalarıma karşın yazmaması gereken o yazıyı da yazdı ve indi perde!

İşte tam o sıralarda…

Berlin/ Gatow Mezarlığında bir yakınımı toprağa verdim.(15 Temmuz 2009) Hikâyesi uzuncadır biraz ama pek gücüm de kalmamıştı artık. Kimilerine göre "eli kamçılı" ve "çatık kaşlı" olan sevgi anlayışım beni oldukça yıpratmıştı. Severken kızmak, ya da kızarak sevmek gibi karmaşık duygularla sessizliğe gömüldüm. Üzmeden uyarmak, kırmadan yönlendirmek, üstüne üstlük yalakalık yapmadan desteklemek pek kolay değildi işte.

Sonuçta dargın ayrıldık Mustafa Ağabeyimle...Ama bu dargınlıktan faydalanmak isteyen bazı kişiliksiz çirozları ne o adam yerine koyardı, ne de ben! "İki kişi konuşurken veya tartışırken üçüncüye..." diye bir hatırlatma yapmak pek uygun kaçmaz şimdi tabii.

GEMİLERİ YAKAN ADAM…

Ben küçükken ablalarım…. Gökyüzünü gösterirlerdi, lacivert renkli ve bol yıldızlı İzmir gecelerinde… “Şu parlak yıldızı görüyor musun, işte annemiz orada yaşıyor artık” derlerdi. Hemen inanır ve biraz buruk da olsa sevinirdim. Ben de şu sıralar penceremin camına burnumu dayayıp Berlin gecelerini seyrediyorum. Koyu karanlıkta yıldızlar ışıl ışıl parlıyor. Hava bulutsuz olsa da şimal yönünden çakan şimşekler geceyi aydınlatıyor. Buruk bir tebessüm kaplıyor yüzümü. “Şu çakan şimşeği görüyor musun?” diyorum kendi kendime…

“Agoralı babalık, meleklerle didişiyor” diyorum.

Elimden başka bir şey gelmediği için...

İnanıyor ve teselli buluyorum.

 
Toplam blog
: 312
: 1658
Kayıt tarihi
: 10.02.07
 
 

Önceleri konuşurdu insanlar, "yazmak", sonraların işi... Duygu ve düşüncelerimizin yanı sıra gözl..