Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Temmuz '17

 
Kategori
Öykü
 

Genç adam ve martı...

Genç adam ve martı...
 

 Puslu, karanlık, yağmurlu bir gündü. Soğuk. Martı çığlıkları geliyordu. Arada, yattığı yerde pencereden görebildiği kadar uçuşan martılar geçiyordu. Deniz yakın olmalıydı. Neredeydi? Yeni yeni toparlıyordu kendisini. İki gözüne kan oturmuş, gözkapakları şiş, kapanmak üzere. Ensesinde tarifsiz bir ağrı, başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Doğrulmaya çalıştı. Bileğindeki karyola demirine bağlı kelepçe canını yaktı. Bölük pörçük görüntüler uçuştu ve sesler; hayata dönüş...

-Günaydın.

 Sese döndü. Doktor olmalıydı. Tanır gibi oldu. Daha önceleri cezaevi ziyaretlerine gelen ekipte olmalı diye geçirdi içinden.

-Neredeyiz?

-Gebze Hastanesi. Hayata Dönüş Operasyonu sonrasında getirmişler sizi.

-Nasılsınız doktor? Şu kelepçe...

-Çıkarmalarını söyledim. Nasıl olalım. Görüyorsunuz işte. Dışarıda berbat bir gün. Yağışlı, karanlık. Kar yağdı, yağacak...

 Her gün zor da olsa, ayağını sürüye sürüye buraya geliyor ve saatlerce oturuyordu sessizliğin ve yalnızlığın içinde. Karşısında deniz. Ya martılar da olmasa. Hele birisi var ki. Kanadının biri sakat gibi olan. Kırık mı yoksa? Kırık mı? Ne kaldı ki kırık olmayan. Kırık dökük her şey. Hafızası, yaşamı, yürüyüşü, konuşması. Kırık dökük bir "F" harfine takılıp kalmış gibi. İki kaşının arasından başlayıp neredeyse dikine saçlarının başladığı yere uzanan bir mutsuzluk çizgisi. Bıçak kesiği gibi. Derin, alnını ikiye bölercesine ters bir alın yazısı sanki. Kendi içinden kaçırdığı gözlerinde yenik bir hayatın sönük parıltıları; tek tük. Deniz garip düşmekte gözlerinde...

 Avucunda uzattığı simit parçalarına çığlık çığlığa dalıp çıkıyordu martılar. O birisi var ya, hani kanadının birisi sakat olan. Sağ yanında düşük gibi duran, gözlerini dikmiş bakıyordu ona. Konuşmak istiyordu onunla ama, dönmüyordu ki dili. Hoş dili dönse ne diyeceğini bilemiyordu ki. Kahretsin; hatırlamıyordu çok şeyi. Hatırlamadığı için mi acı çekiyordu, yoksa acı çektiği için mi hatırlamıyordu.

-Ne dersin martı? Hangisi...

 Aradan ne kadar zaman geçmişti. Her gün ayağını sürüyerek gelip oturduğu bu deniz kıyısında, durmuş bir zaman gibi kıpırtısız denize bakıyordu. Bu deniz kıyısında kayabalıklarına yem ettiği çocukluk günlerinin tuzlu mutluluğunu arıyordu.

 Buraya ne zaman getirmişlerdi. Gece olmalıydı. Bağıran adamlar, kısa, kesin,sert komutlar. Her tarafı kapalı cezaevi arabasında, karanlıkta son kez bir arada bir kaç kişi. Asfaltta büyüyen tekerlek hışırtıları, büyüyen sessizlik...Bir karyolanın zor sığdığı tek kişilik hücresinde kabus dolu, yalnız geceler sonra. Geçmek bilmez. Arkadaki havalandırmaya çıkardıklarında yüksek duvarlar üstünden anca görünen bir avuç yasak gökyüzü sonra. Bir yüze, bir sese, bir bakışa hasret  ve dipsiz bir yalnızlık... Arada gelip geçen, içini serinleten bir mavilik, görünüp kaybolan ismini bilmediği uzak uçuşlu kuşlar sonra. Özgürlük mü? Yoktu martılar, uzak olmalıydı deniz. Neresi mi, F tipi cezaevi, Kandıra...

 Gözlerini dikmiş bakıyordu martıya. Martı da ona. Alışmışlardı birbirlerine. Sol elinin avucunda uzattığı simit parçasına hareketlendi martı sağ kanadını sürüyerek. İlk başlarda havalandırmaya çıkabildiğini anımsıyordu ayaklarını sürüyerek. Yan hücredeki arkadaşıyla su şişesi kapaklarıyla yaptıkları düzenekte dama oynadıklarını. Artık başucundaki şekerli suya bile uzanamaz olmuştu neredeyse. Halsizlik ıslak bir çarşaf gibi yapışıp kalmıştı üzerine. Duvarlarda eski çağ böcekleri yürüyordu. Vücudunun her yerinde amansız örümcekler. Göğsü patlayacak gibiydi, zor tutuyordu nefesini, boğulur gibiydi havasızlıktan. Başının üzerinde deniz, yukarılarda bir ayna gibi uzak bir mavilik içinde parlıyordu. Çıktı, çıktı, hızla yardı parıltıyı. Ağzından, burnundan bıraktığı nefes köpürttü suları. Deniz her yanında güneş altında şırıl şırıl yıkanıyordu...Gözlerini açamıyordu. Yakar mı aydınlık, yakıyordu işte. Sesler geiyordu kulağına, çok uzaklardan gelir gibi...

-Sen onu tanıyorsun. Söyle abi, ne olur vazgeçsin. Geridönüşümsüz bir noktaya gelmek üzere. Böyle giderse dayanamaz. Dayansa bile sakat kalacak. Söyle, ne olur vazgeçsin. Ağlıyordu doktor...

 İçinden konuşuyordu martıyla.

-Söyle martı, ben kimim? Neden çoğu şeyi hatırlamıyorum? Ne oldu bana?

 Karanlık, zifiri karanlık bir odadaydı. Ne aradığını bilmiyordu. Elini uzatıyordu, bir şey gelmiyordu eline. Adımını atıyor uzatıyordu elini, duvar. Nereye dönse dört tarafı duvar, geçemiyordu. Bağırıyordu ses vermiyordu duvar.

 Bodrum katında tavana yakın pencereden içeriye mahpus bir gün ışığı süzülüyordu, korkarak. Serum setinin damlalığına düşen yeknesak damlalar kulaklarında dayanılmaz gürültüler bırakıyordu. Pat, pat, pat...Ayaklarınadan kelepçelendiği yatağında ayak bilekleri değil, yüreği, genç yüreği kanıyordu.

 Martı sağ kanadını neredeyse sürüyerek geldi, aldı simit parçasını. Sözcükler uçuşuyordu karanlık belleğinin bir yerlerinde. Ölüm orucu, örgüt, terör, suç, zorla müdahale...Adanın burnunu dönen motorun pata pataları büyüdü. Balıkçılar dönüyordu, akşamı takmışlar ağlarına. İyilikten başka ne istedik biz, daha insanca yaşamdan başka. Aydınlıktan başka ne istedik. İstediğimiz aydınlık adına yandık biz, gençliğimiz...

 Batı ufkunda tam denize indi güneş. İri bir kan damlası gibi. Yayıldı. Kızıla kesti denizin oraları. Yavaştan bir karanlık çöker oldu. Zor doğruldu. Sağlam sol koluyla sağ kolunu topladı. Solu sağlamdı hala. Bir yalnızlık mevsimiydi gözlerini yaşartan...

 

Akın Yazıcı

9 Temmuz 2017/Erdek

 

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..