Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ocak '14

 
Kategori
Öykü
 

Gerçeğin çırpınışı

Gerçeğin çırpınışı
 

'Merhaba yavrum' demişti beni şaşkınlığımla alevlerin içerisine atarken. Oysa ki ben günlerdir hasrettim ona, başkalarını görürdüm, gözlerimin içine baka baka onunla sıcak yuvamın özlemine girerlerdi birlikte. Yenilip yutulmanın acısı bile koymuyordu o anda ona, böyle başlamıştı onunla hikâyemiz...

Artık çok zenginim. Parmak hesabı hayallerinizi konuşturursanız, parmak hesabı sayabilirsiniz. Sayılı zenginlerdenim işte... Cinsiyetimin bir önemi var mı, zenginliğim dururken?
Paranın olduğu yerde küçük bir çocuk dahi olsanız en önce paranıza bakarlar. Bu yüzden para hesabı hayallerinizi konuşturursanız, hayalinizde bana bir kimlik verebilirsiniz.

Günlerdir ona hiç dokunamamıştım bile. Henüz 13 yaşındaydım, okuldan gelip evde çaresiz insanlar bütününü gördüğümde matematiğimden nefret ederdim. Sayabiliyordum evdeki hüznü, sayabiliyordum evde kaç insanın çaresizler demeti olduğunu...
Okul yıllarımda en iyi dersim de Matematikti zaten. Yoldan geçen arabaları, hayalimde uzanabildiğim bisikletleri, benimle hiçbir şekilde oyun oynamayan çocukları saymaktan matematiğimi de geliştirmiştim.
Sonra bir gün arkadaşım olan yalnızlık ile okuldan eve dönerken, zengin züppelerle birlikte onu gördüm.

Kedinin ciğere baktığı gibi bakıyordum ona, o da şaşırarak bana bakıyordu. Anlamıştı ona aç olduğumu...
Aç gözlü, baldırı çıplak bir serseriydim. Zengin züppelerden biri arkadaşlarıyla oyuna dalarken, işte tam da o anda bana 'Merhaba yavrum' dedi. 'Çekinme, gel, yanıma...'
Önce korktum, gitmek geri dönüşü olmayan yollara sapmamıza neden oluyordu çoğu zaman. Ama acıkmıştım ona. Şurada bana mutluluk verseler, mutluluğu kabul etmez, onu isterdim.
Gittim, çaktırmadan oturdum yanına, kaldırımın beni kabul etmediği zamanları unutarak. 'Çekinme' dedi bir kez daha. 'Sen konuşuyorsun' dememe kalmadan zengin züppe koşup geldi yanımıza.
Hiç utanması yoktu ki, sözümle birlikte onu da kesti. Ortadan ikiye böldü saklı kalan anımla birlikte.

Paranoya saydım ben de yaşananları, eve döndüm. Sofrada bereketi bol gülüşlü bir zeytin duruyordu. Üç öğün boyunca tek bir zeytin yemekten mavi olan gözlerimi de siyah sanmaya başlamıştım artık.

Annem gözümün içine yaşla bakarken kahverengi gözlerini de buğulu bir siyah olarak görüyordum.

Evde ben ve kardeşimin yiyebileceği kadar bir zeytin vardı. Merhametli merhametsiz komşuların bize lütfedip getirdikleri bir zeytin...
Ekmek düşkünü asilzadelerdi belli ki, hiç düşmezdi ekmek payımıza... Babam ekmek parasıyla çalışmayı unutmuştu, unuta unuta göçmüştü bu dünyadan. Ben çalışırdım, ders çalışırdım elbet...
Anam evlere temizliğe giderdi, son birkaç gündür temizliğe de gidemiyordu, bir kedi yavrusunu sokağa atar gibi atmışlardı anamı evlerinden...
İşi düşünce gelen insanoğluyla işi bitince giden insanoğlu aynı ana babanın evladı, soyu sopu devrileninden bir de devrilmeyeninden var...
İşte biz de son zamanlarda zeytinle soframızda şarkılar söyler olmuştuk. Ben onu ağzıma atmadan önce bana siyah düşlerimi aydınlatan pembelerin de var olduğunu söyler, 'Bismillah' deyip, onu öyle mideme atmamı isterdi. Tek bir zeytinin küfürlü gerçeğiyle doyarım sanırdım...

'Yavrum... İş arıyorum, bakıyorum, bulacağım inşallah, biraz sıkın dişinizi.'
 'Elbet bulursun ya anam... Ben yatıyorum.'

Başımı çocukluk aşkımın yastığına koyuyorum. Buradan taşınmadan önce bütün eşyalarını, yastıklarına, yorganlarına kadar sattılar, mahallenin tozu değmesin istediler yeni hayatlarına, bana da yastığı düştü. Ona onu sevdiğimi hiç söyleyemedim, kokmuş nefesimle kokmuş aşkım yarışsın istemedim. Yastığı onun gibi kokuyor hâlâ, bitli saçımı uzaktan değdiriyorum, istiyorum ki ondan bir şeyler kalsın... Hafiften koyuyorum başımı yastığa, aynı yastıkta kocadık sayıyorum...

Ertesi sabah Murat Ağabey'in güle oynaya evine gittiği bir vakitte yutkunmayı alışkanlık bilmiş hâlimle onu görünce bir kez daha yutkunuyorum. O kadar çok bakıyorum ki Murat Ağabey'e, adam nazara gelse benim kem gözlerimin kurbanı olur bu gidişle...
 Sokakta oynayan çocuğunun başını okşayarak apartmana giriyor.

'Murat Ağabey!'

Beni duymuyor. Çelme takma isteği duyuyorum bir anda, merdivenlerden yuvarlansa günah sayılır mı?
O bana göz kırparken ona ulaşamazsam günah yazılır mı?

'Murat Ağabey! Onu bana ver!'

Birdenbire arkasına dönüyor Murat Ağabey...

'Neyi?'
'Onu işte, lütfen... O benimle konuşuyor, onu duyuyorum, siz duymuyor musunuz? Gerçi duymazsanız da anlarım, bizim çaresizlik dolu yalvarışlarımızı duydunuz mu, okuyabildiniz mi gözlerimizden? Hayır...'
'Ne diyorsun çocuk sen? Git Allah aşkına işine...'

Daha fazla kendime hâkim olamayıp elinden kapıyor ve koşarak uzaklaşıyorum apartmandan.
Arkamdan koşuyor, arkamdan bağırıyor, ben hiçbir şekilde durmadan, dinlemeden koşuyorum.
Bu kez bank kabul ediyor asil popomu. Rahatça gevşeyerek oturuyor, onu poşetten çıkarıyorum.

'Merhaba yavrum, yaptığın iş mi şimdi senin?'
'Başka çarem yoktu, günahım büyük. Ama...'

Birkaç günün derin hasretiyle ona dokunuyorum, en kıtır yerinden bir damla yaş akıyor ekmeğin.

'Çok acıktım, bir parça alsam senden, lütfen ağlama... Nemli ekmek yiyemem ben. Benimki de laf!
Kıtır ekmeğin hasretini çekiyorum, ekmeğin neminden şikâyet ediyorum. Ne olur bir parça almama izin ver...'

Bir damla oluyor iki damla, üç damla, beş damla... Bu kez elimde o olduğu için parmak hesabı da sayamıyorum umutsuzluklarımı.
Tam ucundan bir parça koparacakken Murat Ağabeyle polis amcalar eşlik ediyorlar bank yosması hırsızlığıma... Hırsızlığım tescilleniyor bu bankta.
Ekmek hırsızlığından giriyorum kodese...
 'Merhaba yavrum' diyerek ona ne kadar aç olduğumu gözlerimden anlayan hâliyle kodeste ikram edilen bir parça ekmeğim oluyor en sonunda...
İşte şimdi zenginim! Nasıl kazandım, nasıl zengin oldum, nasıl geldim buralara; hayal gücünüzün kapanmayan perdesinde aralanan bir giz olsun.

'Efendim, misafirleriniz var'
'Kimler?'
'Oturduğunuz eski mahalledeki komşularınızın birçoğu burada efendim. Sizi görmek istiyorlar.'
'Gelsinler, al içeri...'
'Peki, efendim'
'Aaa, dur kızım! Bir dakika...'
'Buyurun efendim'
'Ekmeklikteki bütün ekmekleri getir buraya'
'Neden efendim?'
'Misafirlerimizle tanışmak için can atıyorlar. '
'Anlamadım efendim? Onların evinde ekmek yok mu?'
'Var elbet... Ama bunca senede öğrendiğim kadarıyla insanlık yok. Ben onlara insanlık kokan ekmeklerden ikram edeceğim...'

Kıtır düşlü yüzsüz misafirlerime bir sürü insanlık kokan ekmek ikram ettim. Birçoğunun boğazında kaldı, bazılarının ağzını beğenmedi; ne yapalım kader bu ya, 'Afiyet olsun' dememe kalmadan ekmek bile midelerine girmeye tenezzül etmedi...

Dilâra AKSOY

http://www.twitter.com/merhabaomrum

 
Toplam blog
: 196
: 226
Kayıt tarihi
: 03.01.13
 
 

     1989 doğumlu, İstanbul Üniversitesi Felsefe mezunu. 10 yaşında şiir yazarak başladığı kalem ..