Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Haziran '10

 
Kategori
Felsefe
 

Gerçeğin varoluş gerçekliği -A-

Gerçeğin varoluş gerçekliği -A-
 

benden


GERÇEK TUTUKLANAMAZ…
 

Tutulu bir gerçek gerçekliğini sürdüremez; sadece bir bağnazlığın tek tip giysisi olarak kalır... Gerçeği algılayabiliriz, ama onu asla tutuklayamayız....  

Sahiplenmek ve saklamak üzere tuttuğumuz hiçbir şey gerçeğin kendisi değildir; sadece gerçekleşmiş olan bir hâlin gerçeklik bilgisidir; bütününü asla tutamayız; çünkü gerçeğin mutlak bütünlüğü olsa bile onu tutabilmemiz için kendi gerçekliğimizi tutup sabitleyebilmemiz gerekir. Oysa kendi gerçekliğimizin son varoluşu henüz daha gerçekleşmiş bile değildir…  

“Yalnızca yolcular değil, yollar da yürür....”  

Varlık olmak sürekli yürümektir. Yok olmak da bir başka varlık biçimlerindeki oluş yürüyüşünün başlangıcıdır sadece. Elmayı yediğimizde yok olan elma, bizim varoluş yürüyüşümüze kattığı enerjiyle yeni bir varoluş yürüyüşü başlatır. Öyle ki bu yürüyüşün sonunda, elmadan aldığımız enerji ile diktiğimiz ya da düşürdüğümüz elma çekirdeği kuşları ve kurtlarıyla kocaman bir elma ağacı olacaktır… Ne var ki hiçbir özlü oluş bir önceki varlık halini hatırlamaz. Tıpkı elma ağacının benim yediğim elmanın çekirdeği olduğunu hatırlamayışı gibi. Fakat elma ağacı elmanın ve çekirdeğin bilgisini hep hatırladığı için elma olacak çiçekler açar. İnsan da tıpkı elma ağacı gibidir; tek fark var oluşuna giden gerçekliğin yürüyüş yoludur. İnsan gene kendi gibi insan olacak çocuklar yapmayı karşı cinsiyle aşk sanatı yaparken temel içgüdüsüyle doğal olarak hatırlar.  

Her şey zaman içinde bir yüzüş halinde sürekli değişir; çünkü görünürde kendisinde bir değişiklik olmadığı an dahi en azından o şeyin zaman ve mekan içindeki konumu muhakkak değişmiş olmaktadır. Gerçek bu yüzüşün kendisi, gerçeklik ise bu yüzüşün hareket parçaları ve dalgalarıdır; bu yüzden gerçeğin hareketi anlaşılabilir olsa bile kendisi asla yakalanıp tutulamaz...  

Yalnız dünya değil, güneş, galaksiler ve hatta tüm evrenin bütünü hep hareket ve yeni bir oluş işindedir. Makro boyuttaki bu hareket hali mikro boyutta da benzer bir şekilde sürmektedir. Ne duran bir şey var, ne de işi bitip hikâyesi sonlanmış bir oluş. Her an yeni bir söz, yeni bir gerçeklik, yeni bir evren oluşmada…
Bu yüzdendir ki, değişen zaman ve mekân ile uyumlu kalabilmek için verilmiş hükümlerin de değişebilir olması gerçeği bir insanın ve toplumun sürdürülebilir erdemli bir uygarlık evrimi için gereksinim duyacağı öncü bilincin vazgeçilmez en temel bellek bilgisidir.  

Dünyanın gerçekliğini yaşayabilmek için her şeyi anlama gereği olmadığı gibi buna imkân da yoktur. Gene de kafamızın içinde her şeyi anlamak isteriz. Sadece kendi gerçekliğimizin birlikte yaşadığımız dünyanın canlarına ait olduğunu sezinlemek bile çok şeyi anlamak için yeterlidir...  

Her şeyi anlayamaz olsam bile, dünyamızın canlı olduğunu ve kendi yaşam gerçeğimin o canın bağrından çıktığını hatırladıkça, evrensel dünya gerçekliğiyle birlikte uyumlu yürüyebilirim diye düşünüyorum. Zaten evrensel yapı gerçeğinin ölçülemez boyutları içinde yaşam çok kısa bir yürüyüşten ibaret değil midir?  

Gerçek nedir ki? Gerçek, hayallerin unutkanlığı mıdır? Yoksa cenneti hayal ederken unuttuğumuz var oluş anımız mıdır? Cenneti hayal ederken vaat edilen melekleri bir an için unutun; meleksiz bir cennet hayal edin… Tamam mı? İşte orası gerçeğin ta göbeği olan dünyamızdır...  

Bence gerçeğin görünümdeki bazı gerçeklik halleri her ne kadar acı verici olabilse de, onun evrensel bütünlük içindeki yürüyüşü olağanüstü güzeldir. Bu yürüyüş meleksiz bir cennet kadar gerçektir. Bu yürüyüşün gerçekliği dikenler çıkararak uzayan bir dalın ucunda açabilen kan kırmızı bir gül yumruğu kadar güzeldir. Aynı zamanda bu güzellik yaşamın tazelenmesi için vaktinde yetişen ölüm kadar muhteşem bir varoluş kahramanlığıdır...  

Ana rahmine düşmeden önceki insan gerçeğinin başlangıcı sümüksü bir sıvı içinde kuyruklu kaygan bir sperm ve ezince pırtlayan minicik bir yumurta değil midir? Doğumdan önceki gelişim halleri de bizim estetik bilincimizde var olan insan gerçeğimize göre doğrusu çirkin birer gerçekliktir. Doğduğumuzda her ne kadar anamıza ve babamıza çok güzel görünsek de, buruşuk ve yumuk çirkin bir insan bebesiyizdir. Ancak bu çirkin ve aciz gerçekliğine rağmen insan bebesi doğumuyla birlikte eşi benzeri olmayan beden-ve-akıl-ve-gönül güzelliğini sergilemek üzere var oluşun en yüce düzeyi olan insanlık gerçeğine doğru kahramanca yürüyecek bir güzel gerçeklik yapabilir olmuştur bile.  

Gerçeğin hem var hem yok olabilen görünüm hallerinin devinimi içinde insan-dünya-evren ilişkisinin geçişimli bütünlüğünü algılayabilen bilgelik düzeyi cenneti tanrının mülkü olmaktan çıkaracaktır. Böyle bir algılamayı becerebilmiş hiç kimse ne kendini, ne bir insanı, ne de dünyanın ve evrenin herhangi bir “en güzel” saydığı gerçeğini tutuklayıp tek ve son cennet diye sunabilecek kadar cahil değildir artık. Ne yapar? Kendi yaşam gerçeğini olabildiğince özgürleştirmenin yollarıyla hep yeni cennetler yaparak yürür zaten. Hep hatırlar ki, her tutucu ve saklayıcı sahiplenme cennet gerçeğinin özgürlüğüne atılan bir kementtir. Ve gene hatırlar ki cennettekiler cennete sahiplik tasladıklarında orası cehenneme dönecektir.

Gerçek her şeydir... Hayaller bile; çünkü ancak gerçek olan hayal kurabilir... Bir gerçek olanın yapmış olduğuna ben nasıl gerçek değildir derim? Her hayal bir gerçekliğin yansıması veya enerji gölgesinden başka nedir ki? Gölgeler tutulamazlar fakat görünür gerçekliktendirler.

Hayatın başlangıç hareketinin bilinçli bir amacı olduğunu bilemesem de, şu anki gerçekliğimin evrensel varoluş bilincinin bütünlüğünü oluşturmak üzere yürüdüğünü sezinleyebiliyorum. Bu sezgimin en apaçık kanıtı gerçeğin kafamın içindeki soyut yürüyüşü olan düşüncelerimdir. Düşünüyorum, öyleyse gerçeğin bilinci olabilirim…  

Bu yürüyüşün en olağanüstü gerçeklik oluşumu insan beyninin kendi varoluş gerçeğinin işlevini fark etmiş olmasıdır. İnsanı ayırt eden gerçeklik düşünme işlevidir... İnsan beyni gerçeğin taşınabilir ve tutulabilir soyut hali olan düşünceyi üretebilmiştir... Beyin arızası olmayan hiçbir insan yoktur ki düşünemesin. Ancak çoğu insan varoluş yürüyüşünü merak edip anlamaya çalışmadan gerçeğin doğal halleriyle var olmaya razı olmuş ya da razı bırakılmıştır. Bu insanın gerççekliği bir kuş, bir taş, bir balık kadar ancak vardır... İçinde yüzdüğü zamanı tüketecek kadar, hayatın doğal eytişimini kaderi sanarak yaşamını sürdürecek kadar ancak vardır…  

“Düşünüyorum, öyleyse varım!” sözünün bilincine ermiş insan, kendi gerçekliğini yapacak yürüyüş için özgür düşünceyle açıp okuyacağı vicdanlı aklın kafasına takacağı insanlık gerçeğine bağlı olduğunu fark etmiş olandır...  

Bu bilince eren insan düşünce olarak hep var olmaya ve zaman denizinde düşünce yüzdürmeye devam edebilecektir. Bunun için olağanüstü düşünceler üretmesi de gerekmez. Hatta yeni düşüncelere dalmadan doğrudan eyleme geçerek, insanlık bilincinin evrensel varoluş vicdanına uygun daha önce üretilmiş basit bir düşünceyi alıp somutlaştırmak için yapması gerekeni düşünmesi bile yeterlidir...  

Dönüştürülebilir atıkları hurdacıya vermek; saksıda çiçek bakmak; bayramda büyüklerin elini öpüp çocuklara hediye vermek gibi hazır düşünceleri zamanın ruhuna uygun biçimde tasarlayıp somutlaştıracak kadar düşünebilen ve bunu mutlu edici bir görenek olarak geleceğe hediye bırakabilen her kimse, “Düşünüyorum, öyleyse varım!” diyebilmedeki insanlık gururunu hak etmiştir...  

Ve sonunda düşünce üretmeye başlayan beyin, gerçeği, varlık ve yokluk gerçeğinin devinim bilgilerini ifade etmeyi (konuşmayı), saklamayı (yazmayı) ve geleceğin gerçeğine aktarmayı (kitap yapmayı) öğrendi. Artık kendi ve dışındaki gerçeğin sınırsız oluşum hallerinden algılayabildiklerini kodlayarak insan beyni kendi gerçekliğinin yürüyüşünü başlatmıştır. Kendi bilinç tarihini artık bilinçli olarak oluşturmaya başlamıştır... Artık insan beyni tüm duyularıyla toplayabildiği gerçeklerin yürüyüş bilgisi ve kurallarıyla düşünerek, gelecekteki olası gerçeklik hallerini kısmen de olsa öngörebilmektedir.

Peki nerede hata yapıyoruz da dünyayı meleksiz bir cennet haline getiremiyoruz? Çünkü insanlar varoluş bilinci tarihinin tüm tanrılarını yok edebilseler bile, kendi genetik yapıları, algılama duyuları ve yaşadıkları ortam farkı lezzetleri yüzünden hiçbir zaman aynı cenneti hayal etmezler. Ne yazık ki henüz dünya üzerinde canlı cansız ortak yaşam kurallarına uyan insanları kollayıp gözeten güvenli bir sistem oturtamadık. Bu yüzden kendi ürettiğimiz gerçekliğin ve doğaçlama yürüyen gerçekliğin bireysel varlığımızı tehdit eden oluşumlarına karşın geliştirdiğimiz korunma yöntemleri çoğu kez gerçeğin evrensel vicdanı yerine bireyin bencil var olma vicdanına uygun yok edici bir düşünceye yaslanmaktadır. Ne yazık ki dünya insanlarının bireysel varlık bilinci henüz insanlık tarihinin gelecek bilinciyle örtüşmemektedir. Çünkü insanlık tarihinin üretmekte olduğu bilinç henüz tüm insanlara eşdeğer eğitim payları ve aynı algılama kodlarıyla sunulamıyor. Tıpkı dünya gelir dağılımı gibi dünya bilinç dağılımı dengesizliği de insanları köprüsüz derin uçurumlarla evrensel insanlıktan ayırmaktadır.  

İnsanın kendi gerçekliğini doğal hayattan ayrı bir gidişatta üretmesinin hayata yeniden dönüşümsüz biçimde kendi sonunu getirebilecek bir oluşum gerçeğine neden olacağı endişesi vardır. Bu hiç de yabana atılmayacak bir tehdittir. Çünkü her gerçekliğin var edici (oluşturucu) yanı kadar yok edici (kaybedici) bir yanı da vardır. Hayatın doğasından çıkan gerçekliklerin rahatsız edici etkilerini giderelim diye ürettiğimiz kendi gerçekliğimizin yok edici bubi tuzaklarına takılmadan varlık yürüyüşümüzü sürdürebilir miyiz?  

Nükleer atom enerjisini, canlı klonlama teknolojisini, küresel terör ve silahlı orduları, küresel boyutta örgütlü suç çetelerini, iklim değişikliklerini, kuraklık ve açlık sorunlarını ve daha başka nice insan yapımı gerçekliğin yok edebilici yürüyüşünü güvenli bir denetim ve yönetim altında tutarak kendimize sürdürülebilir mutlu bir hayat var etmeyi sağlayabilen gerçeklerimizi yaratabilecek miyiz?  

Dünya yaşam kaynaklarını ve emeğin üretimini ortalama yeterlilik ölçüsünde paylaştırabilir bir küresel ekonomi gerçekliğini kuramaz, barışçıl sevgiyi ilkeleştiren ortak insanlık bilincini oluşturmayı amaçlayan bir eğitim sistemini her insanın hizmetine sunamaz, ve galiba en önemlisi de, bu ortak bilinçle uyumlu yaşayanların mutluluğunu güvence altına alabilen toplum-yönetim sistemlerini güncelleyerek işler tutmayı devlet ahlâkı yapamazsak, hangi çözümleme gerçeğini üretirsek üretelim beş para etmez...  

Gerçeğin kendisi olan sürekli değişimin belirsizlik endişesi ile tutulu geleneğe sıkıca sarılan güveni nasıl bağdaştıracağız? Hem geleneğe çakılıp zaman hurdalığında pörsümeden, hem de başıboş bir değişim akımına kapılıp darmadağın olmadan yaşayabilir miyiz? Taşkınlığa neden olmadan çağdaş zaman yatağı içinde sürekli akışkan kalabilirken tutulu geleneği de aşağılamadan yanımızda taşımak nasıl mümkün olacak?

Bencilliğimize tapınan çıkarcı kimliğimizi bir gurur ve yücelik tanrısı yaparak zırhlara bürülü kalbimiz ve ellerimizde kibir çiçekleriyle insanların gönül kapılarına dayanıp içeri dalmayı bir hak olarak görüyorsak bu mümkün olabilir mi?  

Arkası yarın.... 

Dip not: son bölüm yoruma açıktır.
MuharremSoyek  

 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..