Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ocak '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Gerçek bir kaptana ne söz geçer, ne emir!

“Renk Çılgını Deli Sali”, yani ünlü ressamlarımızdan Salih Turan; “Rozetsiz insanlar olmalı, kendi renkleriyle tanınan!” der… Hayatı düşün dünyasının renkleriyle tanımlamaya, anlamlandırmaya çalışan bir kimlik için ne duru, ne yerinde ve etkileyici bir söylemdir bu!

Hep takılacak bir rozet, altına sığınılacak bir saçak, bir şemsiye aramanın derdinde olan, kendini ifade etmenin yolunu bu fotokopi yöntemlerinde arayarak sıradanlaşan onca insanın karşısına çıkıp; “Söküp atın o yakanızdakileri! Kendi renginizi, asıl mayanızı bulun evvela!” demek, diyebilmek…

Bütün mesele de bu değil mi zaten? Hep birbirimize benzemeye çalışırken, yanlış modellere öykünürken kaybetmedik mi biz asıl rengimizi? Daha aklımızın yeni yeni ermeye başladığı dönemlerde kendi anne babamız değil miydi önümüze tonla model yığıp onlara benzememizi isteyen? Falanca ağabeyler gibi doktor, falanca ablalar gibi akıllı olmamız istenmedi mi bizden? Karşı komşunun ya da yakın akrabaların çocuklarıyla kıyaslanmaya çalışılan da biz değil miydik yine? Ya da anne babamızın olamadıklarını olmaya zorlanan, itelenen; onların içinde kalmış ukdeler ile yine onların istek ve arzularıyla bir kalıba dökülmek istenen!

Aslında hayatımın hiçbir döneminde birileriyle kıyaslanmama müsaade etmedim ben! Ne çocukken, ne de daha sonra. Böylesi tavırlara hep sert tepkiler verdim ve bedellerini de fazlasıyla ödedim. Ama ya yaşadığım toplum..! Benim inat etmem, kendi çizgi ve kimliğimi korumaya almam bizim bu hallerimizi değiştirdi mi? Hayır! Demek ki çoğul konuşmakta, hepimizi az ya da çok bu çemberin içine dahil etmekte haklıyım.

Ağzından çıkan hiçbir karara itiraz hakkınız olmayan bir babanın karşısında, iki dakika sonra kafa göz, tekme tokat dayak yiyeceğinizi bilerek kendi çizginizi sürdürme inadı içinde olmanın ne menem bir şey olduğunu bilir misiniz siz? Belki birçoğunuz iyi bilir, birçoğunuz da algılayamaz bile böyle bir ortamı! Ama ben iyi bilirim!

Belki de tüm ehlileşmişliğime rağmen karşımda sesini yükseltip bana bir şeyi dikte etmeye çalışan birini gördüm mü daima daha üst perdeden bir çıkış yaparak karşımdakini şaşırtmam da bundandır hep!

Kavgayı, didişmeyi, şiddeti ve ciddi uzlaşı problemlerini gönül ve zihin dünyanızda ne kadar bitirmiş olursanız olun; Freud’un o tanıdık replikleri bir yerden bir şekilde çıkıyor çünkü. Yani hayata yazılan, hayatınıza öyle ya da böyle giren hiçbir şey yok olmuyor, olamıyor! Ve bunun adına da “bilinçaltı” diyorlar işte.

İşte tam da bunun için, alışkanlık icabı evlenen onlarcasına; iş çocuk yapmaya, dünyaya bir can getirip onu hayata dahil etmeye gelince bir kez daha durup düşünmelerini salık veriyorum hep karınca kararınca. O kadar ciddi, o kadar özel, o kadar külfetli ve hassas bir hadise çünkü bu!

Zira ne üzerine abanıp “Bu benim! İstediğim gibi yetiştiririm!” diyebileceğiniz bir oyuncak o; ne de daralıp bunaldığınızda “Yeter artık! Ne halin varsa gör!” deyip arkanızı dönebileceğiniz bir yabancı…

…….

Ve ters yönden esen bunca rüzgarın içinde kendi gemimizi yürütme sevdamıza geri dönersek; zordur kaptanlık! Sancılıdır, sıkıntılıdır; fazlasıyla meşakkatli ve can sıkıcıdır! Ve hepsinden ötesi; alkışı yoktur bu işin! Kimse size siz oldunuz diye madalya falan takmaz anlayacağınız. Bırakın madalya takıp alkış tutmayı; yol bile vermezler!

Ama o yaman savaşın, uçuruma kafa tutmanın tadı da apayrıdır! Bunaltıcı ama onur verici, hüzünlü ama sonuna kadar estetik, fazlasıyla zor ama muhteşem!

Onun için de hiçbir zaman karşıma geçip beni istedikleri tarafa çekiştirmek isteyenleri ve de yanıt alamayınca beylik nutuklara davranarak sürekli moral bozma taktikleriyle beni yolumdan etmek isteyenleri hiç ama hiç memnun edemedim! Etmeyeceğim de..!

Zira adına “idealizm” denilen ve farkında olarak ya da olmayarak fazlasıyla tecrit edildiği için yaşamın dışına ötelenen o ateş; beni ben yapan şey! Siz ne derseniz deyin, ben yine uslu olamayacağım! Yine para kazandırmayacak işlerle uğraşacağım mesela! Yine bozuk düzenin nirengi noktalarına kafa yoracağım ve yine en güzel yıllarım hızla geçip giderken bu dünyanın nimetlerinden istifade edemeyeceğim!

Yine dünyayı ben kurtaracakmışım gibi okuyacak, herkesin dünyasını bir serzenişimle değiştirecekmişim gibi kalem oynatacak ve vardığımda yaşama yaşam katacakmışım gibi beni çağıran o yere doğru canla başla koşacağım!

Sürekli vaaz ettiğiniz gibi yeteneklerimi gayet pratik yollardan hızla paraya çevirip, “Bu dünyayı ben mi kurtaracağım!” türünden tüylerimi diken diken eden cümlelerle ense de yapamayacağım örneğin! Üzgünüm ama; hayatımı “Yiyelim içelim, konalım göçelim!” anlayışına da (anlayışsızlığına) vakfedemeyeceğim tavsiye buyurduğunuz gibi! Ve benden istediğiniz, beklediğiniz, bazen bilinçlice bazen de son derece bilinçsiz bir tavırla sürekli dikte etmeye çalıştığınız birçok talebe yanıt veremeyeceğim maalesef..!

Çünkü ben bir kaptanım! Zaman zaman gemisi su alan, yan yatan ama gerçek bir hedef üzere adeta sürüklenircesine giden; müthiş bir açlık ve şevkle oraya doğru koşan iflah olmaz bir kaptan! Onun için yormayın kendinizi derim, beyhude tekerrürlere girmeyin bu kadar. Zira iyi bilirim ki; gerçek bir kaptana ne söz geçer, ne emir!

Hem beni yoldan çıkarmayı bıraksanız da; bir de siz geçseniz dümene! Çayıra çimene yayıla yayıla geçmez bu hayat, geçmez! Geçse de geride bırakılanlar bir kıymet arz etmez!

Deniz alabildiğine bakın! Masmavi, ışıl ışıl!

Belki tehlikeli ama; siz o tehlikeyi bir de kaptan köşkünden görün!

Hem Nietzsche de aramızda olsaydı;

kent meydanından en iyi böyle uzaklaşılacağını söylerdi eminim…

Ayten ÇALIŞ

 
Toplam blog
: 27
: 1562
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

İsmim Ayten Çalış. Tanıyanlar soyadımla müsemmâ olduğumu söylerler, bilmiyorum! Ama "Sen kendini ..