Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

19 Ocak '08

 
Kategori
Blog
 

Gevşek yazılar-1-

Gevşek yazılar-1-
 

Hafta sonu devletin zirvesi kravatları çıkarıp şöyle bir temiz hava almak ister. Aslında hafta sonları eğer çalışmıyorsanız dünyayı tanıma adına size inanılmaz fırsatlar verir. Diyelim İstanbul’da yaşıyorsunuz, şöyle bir Beyoğlu kalabalığına kendini bırakıp, vitrinlere gözlerinizi bıraksanız; veya bir iki otobüs değiştirip boğazın Karadeniz’e açıldığı serin rüzgarlara yüzünüzü bıraksanız...

Dostlarla piknik de güzel olur hani. Bu soğukta demeyin, keyfi orada.

-Laf taşısın bakalım, nereye çıkacağız-

“Geçmişimde şu günlere dönmek isterdim” sözü bana hep yabancı ve anlamsız gelmiştir. Sanırım bu her yaşanılanın içine serptiğimiz veya heybemizde getirdiğimiz acı kasılmalarımızdan da kaynaklanıyor. Her neyse, geçmiş beni çok fazla ilgilendirmedi aslında. İşin ilginç yanı gelecek de pek ilgilendiriyor diyemem. Sadece geleceğin beni rahatsız etmemesi adına çabalarım.

Nasıl mı rahatsız eder gelecek?

Yanlış bir yolda yürürsünüz; örneğin, paketlerce sigara içersiniz, aşırı derecede stresli yaşarsınız, vücudunuza iyi bakmazsınız, işlerinize yeterli özeni göstermezsiniz, karşıdan bekleme alışkanlıkları geliştirirsiniz, size ait düşüncelere başkaları da karar veriyorsa, alın size rahatsız edecek bir gelecek.

Sevgi alışkanlığa dönüşmüşse, muhtemelen yalnız kalmak istemeyen, üşüyen ve korkan ruhunuzun sizi oyalama taktiğine kurban gitmişsiniz demektir. İyi kurbanlıktır sevgiye asılı kalmak. Fazlası bayar.

Türk filmlerindeki gibi.

Bizim sinemamız hep şımarıktı. Özellikle yetmişlerin ortalarından doksanların başına kadar net görülür bu. Oyuncular aşırı abartılı, neşeler tüm mahalle, acılar cumbur cemaat, keyifler “off ulen, off!!”lu, saçma sapan, mantığa uymadığı gibi sanata da uymayan diyaloglar; bir çeşit gudube görüntü yığını demeliyim. Yüz filmin beşini ayırarak söylersem sanırım daha insaflı olurum. Bir dostum, “Bizi Türkanlı, Hülyalı, Fatmalı, Cüneytli filmlerle yıllarca kandırdılar,” demişti.

Siyah beyaz filmlerin fötr şapkalı asaletinden, birden bire bozuk renkler ve seslerle kendini bu furyanın içinde bulunca insan düşünmeden edemiyor; sinema kasabalara yayıldığı için mi bu aptal filmler yapma gereğini hissettiler acaba? Ya sonra? Arkasından gelen “Zennube’ye” tüm jönlerin kayıp geçtiği filmlere ne demeliydi?

Sayın Aydemir Akbaş’ı ayırmak isterim. Çok yetenekli bir oyuncu olmasının bunda etkisi büyüktür. Orhan Kemalin Hanımın çiftliğini anımsayanlar oyunculuğundaki gücü bilirler.

Geldik günümüze.

Günümüze geldiğimde aklımda kaç film var diye rastgele hızlıca soruyorum kendime. Siyah beyaz filmleri ayrı tutacağım.

Sürü filminin ikinci bölümdeki, “Ölünüzü götürün!” diyen Savaş Yurttaş vardır. Acının en derini vardır içinde. (Mekanın cennet olsun Kavruk Hasan)

Yazı-tura filmindeki askerden dönen sorunlu oğlu için didinen ana yüreği… Beni çok etkilemişti.

Kader filminde aşkı anlatırken, “… Uzun süre durdum kapıda. Biliyordum, içeri girdiğim anda hayatım bana ait olmayacaktı, biliyordum ve girdim,” dediği final sahnesi. Aşkı daha iyi anlatımla görmedim henüz.

Baba oğul'u, birçok kurgu ve teknik hata içerdiğinden özensiz buluyorum. Ama senaryoya saygım var.

Eşkıya filmindeki müzik bitiriciydi. Film yine özensiz ve baştan savmaydı. Şener Şen didinmesi olmasa, kurtarmazdı belki de. Senaryo iyi, film kötüydü.

Cem Yılmaz filmlerini tırrıki bulurum. Cem zeki adam, bunu da söylemeliyim. Kapasitesinin çok altında, gırgırında. Onu aç bırakmalı, pişsin.

Pardon filmini seviyorum. Usta biraz daha genç olsaydı o filmde, belki daha keyifli olurdu ama bu haliyle bile hoş.

Barda, cesur ve akıllı bir film. Görüntü ve teknik konularda daha iyi olabilirdi. Ve tabii özentileri de bırakmalıydı-Tarantino bitti-.

Aklıma geliverenlerdi ve amacım sevdiğim filmlerden bahsetmek değildi zaten.

***

Türk sineması şımarıklığına yeni versiyonlar yüklüyor: TV dizileri. Oralarda yetişen oyuncuların, senaristlerin, yönetmenlerin izlerini gelecek filmlerde göreceğiz.

TV dizileri o denli abartılar içeriyor ve gerçeklerden uzak ki, geçenlerde sayın Müjdat Gezen başarmanın verdiği keyifli-huzurlu ses tonuyla konuşuyordu: “Bizim okullardan kırk kişi dizilerde oynuyor.” Oh maşallah, çok versin, bin bereket. Halbuki sinemamızın yeni oyunculardan çok yeni yönetmenlere, yapımcılara ihtiyacı var. Üç tane sağlam oyuncuyu tercih ederdim.

TV dizilerinde oynayacaklarda aranan kriterler şunlar olmalı: eli yüzün düzgün, iyi ağlayan, iyi bağıran, iyi suratsızlaşabilen, iyi sarılan, iyi zırlayan-ikinci kez özellikle yazdım. Ağlamakla zırlamak farklı şeylerdir. Birinde ağlamak, diğerinde ‘gibi yapmak vardır-, gece gündüz ful çalışacak elemanlar.

Son zamanlarda “iki buçuk milyonu ortadan coşturan” yaprak dökümcü aktristimizin kapısını araladığı cinsel içerikli sahnelerdeki cesurluğu da eklemeyim –zampara bir arkadaşım,” Türkler sex’i Ruslardan öğrendi,” derdi. Neyse, konumuz bu değil tabii ki ama bunları ben demiyom ha-

Sayın Gezen, “Dizilerdeki olayların hayatın içinden alınma,” olduğunu söyleyince oturdum birkaç diziyi sıraya dizdim, baktım dizimde. Görünen şu:

Milyon dolarlık villada bir sürü kavga eden insan yığını, lüks arabaların arka koltuklarında iyi yürekli güç simgeleri, sevişmekten korktuğundan çok konuşan kadınlar, racon kesen erkekler-çoğunun gerçek silahı gördüklerin altlarına edecekleri söylenebilir-, zır zır yaşlılar, ortalıkta koşuşturan çocuklar ve bol kelime tüketmeler.

Bla bla bla… Çene çene çene… Sürekli konuşan ama hiçbir çözüme ulaşamayan bir sürü çenebaz, lavgar, aptal derecede salak, öfkeli, önyargılı tipler. Kendine göre jargonlar, kabadayıca laflar, gerçek hayatla hiç ilgisi olmayan sahneler…

Sayın Gezen hayatın içinden diyorsa vardır bir bildiği demeli.

Bu arada, “Avrupa yakasını” ayrı tutmak isterim. Orada sayın Birsel her bölümde gelişiyor ve gerçeğe yaklaşıyor. Size garip gelebilir, diyaloglardan çok kullanılan isimleri, simgeleri gizleyip sunuyor. Devam etmeli.

Efendim bu dizilerin iyi yönleri de yok değil elbette. Öncelikle tiyatrocuların eski yeni maddi açıdan rahatlamalarını sağladı sanırım. Diziler olmasaydı ithal dizi ve filmlere kalacaktı en çok izlenme saatleri. Bu yönden iyi ama keseyi dolduran yönetmende artık sanat ve toplum adına bir şeyler de üretmeli. Vır vır, dır dır… nereye kadar?

Dizilerde oyuncular öyle bir noktaya ulaşmışlar ki, gerçeğe yaklaşma adına abartılarında inanılmazlar. Dizi izledim dediğim gece yaprak dökümü en iyisi dediler, izledim. Necla’nın kaldığı eve gelen Fikret hanım, son derece derli toplu bir eve gelir. Nedense or… suçlanan Necla’nın koca camlı pencerelerinde perde yoktur. Bitişik apartmanların, yakın karşıdaki evlerde perdeler “sıkmaboğazken” garip geldi bana. Neyse, efendim, sarılma ve ağlama bölümlerinden sonra yeniden sarılma ve ağlama ve kapıda giderken yeniden sarılma ve ağlama sahnelerinden sonra Necla’nın abisi aşağıda beklemekte. Uzun süre mahallenin ortasında sap gibi bekleyen abisi, Al Pacino’nun “Yaralı yüzündeki” gibi, ensest bir kıskançlıkla ona dönüp baktığında sahne diğerine zıplıyor. Pes yani.

Fahriye çok iyi oyuncu olacak bu arada. Onun geleceğini iyi görüyorum. Umarım uyuşturucuyla, alkolle kendini bozmaz. O kız iyi oyuncu. Ama bizimkilerin elinden çıkmalı, eğitim almalı, daha genç.

Şımarıklık dizilerde de var. Hani şu baklava dizisindeki gibi. Önce gıcık bir müzik başlar sonra şımarık sohbetler atışmalar gelir arkasından. Ama nedense Erdal bey yatmadan önce yatak odasında bir şeyler yiyip dişini fırçalamadan hooop yatağa. Ayıp, kötü örnek. Yatak odasında yemek yenmez, başka şeyler varken…

Buradan ne mi çıkar: fosss, hiçbirşey çıkmaz. Bu dizi furyası yakında yerini başka bir çılgınlığa bırakır. Ama sinema bitmez tabi. Cem Yılmaz'ın kötülüğü oldu: “Sinemadan para kazanılır,” söylemini yerleştiren adamdır Türk sinemasına. Türk sineması da şımarmaya devam eder.

***

Bu kadarı yeterli. Gevşek yazdım dediysem yarım saatimden fazlasını da veremem. Bir iki de MB konusunda lakırtı edip fotoğraf çekmek için bisikletime atlayacağım. Hava fena değil.

Yeşim hanımın başına gelenin beni çok şaşırttığını söylemeliyim. Son zamanlarda ufaktan sansüre uğradığımı hissediyordum örneğin ben de. Resim seçkilerindeki sayın Ara Güler’in fotoğraflarını seçkiye koyduklarında bir karara doğru sürüklendiğimi hissettim.

Neydi amacımız? Bize ait olanı anlatmaktı değil mi? Her yerde bulabilir miyim sayın Ara Güler’in resimlerini? Bulurum. Eee, ne işi var seçkide? Onca emek verip çektiğimiz resimlere ne olacak peki?

Ortaya şu çıkıyor: "Özgün olanlar var zaten, anlat bir şeyler, kafa ütüleme, etliye sütlüye karışma ve git" gibi bir anlam mı çıkıyor? Bana mı öyle geldi yoksa?

Pirmete gitse, Fulya gitse, Başak gitse, Akar gitse, Kerem gitse, Celal gitse, Çulduz gitse, Ayda gitse… Kalanlarla top mu çevireceksiniz? Yeni gelenler mi? Delirdiniz mi siz kuzum? Gerisi yok bunun; bir ara Reha yazmıştı, “On bin kişi olur burası”. Reha, matematik ve insan uyumsuzdur; nereden bulacaksın onca adamı? Eti budu bu kardeşim, ülkenin gerçeği bu. Yılda kaç kitap satıldığına bakma, kaç kitap okunduğuna bak. Yılda beş bini geçmez. Kim sorumlusu bunun? 12 Eylülden sonra, kitabın işkencelere yol açabilecek kadar tehlikeli olduğunu bilinçaltlarına zorla iten yöneticiler. Şimdiki nesilse bilgisayar diliyle konuşmaya başladı bile. Büyük yazarların romanlarındaki diyaloglarda geçen virgüllü, noktalı virgüllü, iki nokta üst üst üsteli uzun uzun konuşmaları dinleyecek yeni bir nesil yok karşınızda. Kısa ve inandırıcı anlatamazsanız konuşmanızın geri kalan bölümünde dinlenmezsiniz bile. Zaman hızlandıkça küçülüyor ve azalıyor aslında: tüm değerlerini yitirerek… ama bu böyle.

Bu hıza adapte olamazsanız sizi ilk istasyonda indirirler.

Sayın editörler, sizlerin ne büyük zorluklarla çalıştığınızı en iyi bilenlerdenim. Ama sanki kopukluklar var ve gidiş iyi değil.

Gevşeyelim derken gerilmeyelim.

***

Hafta sonları kendinizi sevin, boşverin gerisini.

Kalın sağlıcakla dostlar.

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..