Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Şubat '14

 
Kategori
Yurtdışı Tatil
 

Gezi olayları gölgesinde Kuzey İspanya gezisi

Gezi olayları gölgesinde Kuzey İspanya gezisi
 

Burgos'taki Santiago de Compostela'ya yürüyecek hacı heykeli


 

   Çocukluğumdan beri dünyayı gezeyim ve herkese anlatayım istedim. O zamanlar yabancı ülkelere gitmek bizler için olanaksız gibiydi. İki saat ötemizde Halep vardı, gidemezdik; Beyrut’ta iç savaş ve katliamlar, istesek de gitmemek gerekti; bir de yazları Almanya’dan Hollanda’dan gelen giden insanlar görürdük, bazen Hicaz’a gitmişlere rastlardık, turist yoktu, olan da İngilizce konuşmazdı, ya biz veletlerle uğraşmamak için; ya da bizi satıcı, dilenci sandıklarından. Dış dünya ile somut iletişimin hepsi buydu! O yüzden hep dışarıyı merak ederdim. Gazetelerden uzak diyarlar hakkında haberleri okumak, TV’de BBC yapımı Mavi Dünya mı Mavi Bilye mi, neydiyse adı, çocuk belgeselini izlemek beni büyülerdi (bacağım kırılınca mı nedir Türkiye bölümünü kaçırmıştım. Fakir bir Türk kızı Topkapı Sarayı’nı göstermişti dünyaya, bunu duyunca çok utanmıştım, zengin olmayan bir çocuk olarak, neden fakir bir kız seçtiler, Türkiye’nin başka güzel yerlerini neden göstermiyorlar diye hayıflanmıştım). 

 

   Böyle büyüyen her çalışkan çocuk gezi yazıları yazmayı da hayal eder. Gel gör ki dünya artık 19. Yüzyıl dünyası değil. Hattâ1990’lara kadarki Türkiye bile değil. O kadar çok seyahat eden var ki, gezi yazısı yazmak, okumak gereksizleşti. Dijital devrimle çekilen videolar ve fotoğraflar o kadar çok ki, onlar da çok azımızın umurunda, bakmıyoruz yani. Ha, şuna gerek var belki. Pratik bilgiler veren güncel yazılar. Hangi trenle gitmek gerek, ne tür otellerde kalmak uygun fiyata gelir gibi sorulara yanıt sağlıyorlarsa. Durum böyle olunca bu yazıyı neden yazdığımı sorgulamamak elde değil. Tabii ki ölüme karşı nafile bir başkaldırı, okyanusa atılan bir şişe olsun diye yazıyorum.

 

   İspanya’ya ilk kez 2006’da gittiğimde yaşamımda yeni bir dönem başladı, dünyayı gezeceğim artık, diye düşünmüştüm. Oysa o vakte kadar yedi yıldır ABD ve Kanada’da yaşamıştım; ama sanki İspanya benim için gerçek yurtdışı ziyaretlerinin başlangıcı olmuştu ve hakkında beş yazıyazmıştım. Yazıları o kadar uzatmıştım ki arkadaşlarım bir daha blog yazılarımı hiç okumadılar, ben İspanya’yı anlatmayı bitiremedim, dizileri ve okuduklarımı, başka diyarları anlattım. O geziden öğrendiğim şey, hiç olmazsa bir seyahate çıkarken yanıma not defteri almamın gerektiği idi. O kadar hızlı unutan, her şeyi birbirine karıştıran biriyim ki.

 

   İşte aradan yedi yıl geçmiş ve ben bir daha İspanya’ya gidememişken, Alkım ve Kemal, THY’nin Santiago de Compostela’ya başlayan seferlerinden yararlanarak memleketleri olarak gördükleri İspanya’ya yine gitmeye karar verince ben de onlara katıldım.  Benden daha fazla diyarlar gezmiş iki kişi olunca grupta tamamiyle tembelliğe sarmıştım. Nereden nereye gideceğimiz hakkında en ufacık bir fikrim yoktu. Ayıp olmasın diye yaptığım San Sebastián’daki otel rezervasyonu dışında hiçbir şeyle uğraşmadım. Haliyle bu durum sonrasında içimde hafif bir kriz yaşatmadı değil, yani kendimi biraz üçüncü tekerlek gibi hissettim; çünkü arkadaşlarımın gerçekten bana pek gereksinimi yoktu bu gezi için. Ama geziden önce asıl merak ettiğimiz, kavga edip etmeyeceğimizdi. Gezilerimin çoğunu tek başına yapmak zorunda kaldım.  Hafif gerilimli olsalar da güzellerdi. Ama sevdiğim arkadaşlarımla yaptığım geziler daha da mükemmeldi hiç kuşkusuz. Yalnız o gezilerde de muhakkak gıcık kişiliğim su yüzeyine çıkmıştı. Tangocu ile önce Barselona’da sonra Arjantin’de sürtüşmüştük, Le Comédien’le Key West-Miami arasında, Romen arkadaşımla Küba’da.

 

   Not defterimi açıp baktım. Bu sefer arkadaşlarımla gidiyorum diye az gerildim diye anımsıyordum, meğer uçağa gidinceye kadar gerilmekten ölmüşüm. Arkadaşlarımın evlerinde uçuştan önceki gece kalırken ateşlenmişim, hastalanacağım, yurtdışına çıkamayacağım, hep bu ülkede hapis kalacağım sanmışım. Ama en sonunda Santiago’nun hemen hiç hareket yokmuş gibi görünen gıcır gıcır havalimanına ulaşmışız. İspanya neden iflas etti diye bir yazı okumuştum, Federal hükümet herkesin gönlünü hoş tutmak için kullanılmayan otobanlar, havalimanları inşa etmiş. Burası da mı öyle demişim. Bizi kente götürecek otobüsü beklerken, Türkiye’de master yapmak daha pahalı deyip Vigo’ya gelen Akçaylı bir kızla konuşuyoruz, sayesinde gezimize Vigo’yu da aldık. Yakışıklı bir usta bir günlüğüne, İrlanda’dan yola çıkıp buralara gelince bozulan bir yelkenliyi tamir etmeye İstanbul’dan gelmiş. Bir yandan ne kadar yeşil etraf diyoruz, Atlas okyanusuna yakınız tabii, Güney İspanya tüm İspanya’nın imajına el koymuş. Etrafta gördüğümüz, ellerinde batonlarıyla hiker sandığım kişiler, Portekiz; İspanya ve Fransa’dan yürüyerek buraya hacı olmaya gelen insanlar. Santiago’yu taş evleri, dar sokakları, muhteşem bir parkı ve ünlü katedrali ile sevdik. Günlerden 26 Mayıs’tı. Geziye gittiğimi haber vermediğim annemin beni uçuş sırasında arayacağı tutmuş, Santiago’da ona ancak ulaşabildiğimde elinde telefon defteri tüm arkadaşlarımı aramak üzereydi.

 

   27 Mayıs günü araba kiralıyoruz, yıllar önce Barselona’da yaptığım gıcıklığın cezasını burada çekiyorum. 2006’da Figueres’e gitmek için bir günlüğüne araba kiralamamız gerekli olmuştu. Tangocu bir €10 daha verelim ve beni ikinci sürücü olarak yazdır, ne olur ne olmaz, demişti. Yapmıştık; ama neden bilmem, içimdeki gizli iktidar arzusundan mı, gıcıklaşmıştım ve sonuç olarak da o gün direksiyonu ona vermemiştim. Bu sefer ikinci sürücü olmaya kalksam masraf artacağı için bu konuda ısrar etmedim. Aslında güvenebileceğim bir sürücü varsa sürmemeyi de tercih ederim. Ama direksiyona geçmek, erkeklik yarışları, nereye gidileceğinin sanki kararı sürücüye geçecek gibi düşüncelerle biraz kendi başıma oyalandıktan sonra, aman deyip bir Fransız olarak İspanyol arkadaşlarıma İspanya’yı eleştirmeye karar verdim.

 

   Bir şekilde beğendiğim A Coruña’dan sonra bir bakıyorduk dağlara çıkmışız, bir bakıyorduk okyanus kıyısında sezon henüz başlamadığı için (Mayıs sonu-Haziran başı otellerimizde hep kaloriferler yandı) ıssız sahil kasabalarına inmişiz. Sanki buralarda gördüğüm insanlar devlet yardımıyla yaşayan kaybedenlermiş gibi geliyordu bana. Bu tür yorumlarım, fahrîİspanyolları yer yer kızdırdı. Bir yandan da Oviedo’ya zamanında ulaşmamız gerektiği için çok zaman harcayamıyorduk hiçbir yerde. Yine de Cudillero adlı balıkçı köyü başta birçok yer manzarasıyla hoştu. Yemek yiyecek yer bulamamak bir sorun oldu. En olmadık yerde, yani dağ başında tuvaleti temiz bir kafede cafécon leche içtik; ama ne Banderas’a ne Cruz’a benzer insanlar vardı etrafta.

 

   28 Mayıs’ta ayrıldığımız Oviedo’yu çok sevdik. Az nüfusuna rağmen şık insanlarıyla NYC’yi anımsatan bir yönü de vardı ki boşuna Woody Allen sevmemiş burayı. Her gece yıkanan kaldırımlarıyla en temiz Avrupa kentiymiş. Otelimiz ise ünlü mimar Calatrava tarafından yapılmış, buna rağmen fiyatı makûldü. Ama 28 Mayıs’la birlikte yağmurlu günler başladı aynı zamanda. Şansımıza ara sıra durup güneşin görünmesine izin vererek neyse ki.  O gün, Ahmet Kaya dinleyerek Picos de Europa’da binlerce metre yükseklere çıkıp ırmakların aktığı vadilere indik, göllerle kaplı düzlüklerden ilerledik. Bu dağlarla çevrili doğal park enfesti, çıkışındaki Potes kasabası da; ama nedense orada kalmak istemedik ve deniz kıyısına sürdük. Comillas adlı güzel kasabadan çıkarken arabamızın yağı bitti apansızın. Bu tatsızlık – üstesinden bir şekilde gelindiği için—hoş bir anı oldu, İngilizce bilmeyen benzincilerle Alkım ve Kemal İspanyolca konuştular herhalde, ben dalgaları izliyordum.  Türkiye’den olduğumuzu duyunca Galatasaray diye bağırmış sempatik benzinci çocuk, onu not almışım. En sonunda taş evleriyle muhteşem bir kasaba olan Santillana del Mar’a ulaştık. Gerçi akşam doğru düzgün yemek yiyemedik; ama €95’er vererek prestijli Parador otel zincirinden birinde odalarımızı ayırtmıştık. Tabii arabayla 2000 km sürecek bir haftalık bir gezide böyle güzel otellerde yalnızca uyumak için zaman geçiriyor olmamız canımızı sıkıyordu.

 

   Benim için gezinin en etkileyici duraklarından biri 29 Mayıs’ta Santillana’yı geride bırakıp San Sebastián’a giderken uğradığımız  Puento Viesgo’daki El Monte Castillo mağaraları oldu. Ki bunlar ünlü bizon resimlerinin bulunduğu; ama artık ziyaretçi alınmayan Altamira mağaraları kadar etkileyici olmayabilir. Hayatımda hiçbir dinîmabedden etkilenmediğim kadar etkilendim ve ruhani duygular hissettim burada. Tabii resim çekmek yasaktı. Bırakın yasak kalsın. Az da turist olması büyülü havayı artırdı. Atalarımız burada yaşamıyor, mağaralara ibadet etmeye geliyordu. Aklımda Werner Herzog’un belgeselini çektiği Cave of Forgotten Dreams.

 

   Sonra Sertap Erener dinleyerek, Erdoğan’ı tartışarak Bilbao’ya geldik. Guggenheim müzesine dışardan bakıp hayran olarak bu zengin kenti gezdik. Gözümüze ilişen 30 Mayıs’ta genel grev afişlerini anlamadık, şarap eşliğinde  tapas yerken. Akşam San Sebastián’a ulaştığımızda Fransız etkisine girdiğimizi düşünüyordum. O sırada hâlâ Fransa’ya girip çıkabileceğimiz hayallerimiz vardı. Ortak banyo ve tuvalet kullanmamız gereken pansiyona düşmüştük; ama ne ertesi gün burayı donduracak hava ve grevden haberliydik, ne de İstanbul’da Gezi Olaylarının ivme kazanacağından ve gezimiz üstüne büyük bir gölge indireceğinden. Zaten 30 Mayıs’tan 2 Haziran’a kadar Gezi Eylemlerinde Polis şiddeti yüzünden o kadar moralimiz bozulmuş ki ben not almayı bırakmışım. San Sebastián’da yağmur ve fırtına altında güzel şehri gezmiş, Fransa’ya trenle geçme düşüncesinden vazgeçmiş, grevin uygarlığına hayran kalmış; ama dört yıldızlı otellerde bile bize yemek satılmamasına, takdir etsek de, sinirlenmiş, tesadüfen bulduğumuz Çinlilerin harika lokantasında yemek yiyip son bir neşeli fotoğrafı sosyal medyada paylaşmanın ardından Taksim’de olanları okudukça kararmışız. 31 Mayıs’ta hava yağmurlu ve soğuk, El Cid’in gömülü olduğu katedrali görmeye fakir Burgos’a sonra da daha güzel León’a gelmişiz. Burada ne zaman internet bulup olan biteni anlamaya çalışsak moralimiz bozulmuş. ABD’den arkadaşlarım bana niye İspanya deyip duruyorsun İstanbul’da olanlara destek olsana diye papara atmışlar.

 

   İnsan ne yapacağını bilemiyor gerçekten. 1 Haziran ve León’dan çıkıp geziyi sürdürüyoruz; ama arabada sürekli birbirimize hepimizin bildiği olayları tekrarlayarak aktarıyoruz. Gezimizi kısa kessek zaten bir gün kalmış, gitsek ne yapabileceğiz; ama biz burada Gaudi’nin yapıtlarından birini daha görelim, muhteşem katedraline bakalım diye tam da güneş yeniden ışıldarken Astorga’ya uğrarken haksızlık mı yapıyoruz orada acı çekenlere diye düşünüyoruz.  Portekiz’e yakıştırdığım Vigo’ya geldiğimizde Taksim’in halkın eline geçtiğini okuduk, suçluluk duygularımız azaldı. Beğenip beğenmemekte kararsız kaldığımız Vigo’yu gezip otelimize döndüğümüzde bu sefer Beşiktaş’tan gelen şiddetli çarpışma haberleri yine sinirlerimizi altüst etti. En nihayet 2 Haziran günü Santiago’ya dönüp geri Türkiye’ye uçarken gergindik. Pasaport sırasında beraber uçtuğumuz diğer yolcular da sürekli internet’ten Halk TV izlediklerini anlattılar. Öğrencilerim final sınavına giremeyenlere telafi verip veremeyeceğimi soruyordu, bunu duyan bu yolcular, verin ve kolay sorun, bu gençler sayesinde bir şeyler olacak olursa diyordu.

 

    Belki benim tanıdıklarıma değil; ama başka gençlere kötü şeyler oldu. Sonra iktidar Gezi’yi ezdi. Daha bir iki hafta o heyecan, öfke, umut ve korku ile yaşadık. Benim içinse İspanya gezisi Gezi olaylarına rastlamasıyla güzelken buruklaşan ve ayrıksı bir gezi oldu. (Gezinin albümü burada)

 

   

 
Toplam blog
: 19
: 865
Kayıt tarihi
: 11.06.12
 
 

Sabancı Üniversitesinde Endüstri mühendisliği dersleri veriyorum. ..