Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ağustos '12

 
Kategori
Öykü
 

Gezinti

Gezinti
 

ALIP BAŞINI GİDİLMEMİŞ YERLERE GİTMEK


Her zaman yürüdüğüm caddenin kenarındaki patikaya saptım, kestirmedir diye düşündüm,

bir an önce eve gitmek istiyordum çünkü. Hava çok sıcaktı, ayakkabılarım ayaklarımı fena halde sıkıyordu ve gürültüden bıkmıştım. Yavaş yavaş yürümeye başladım, cadde de gürültüsü de uzaklarda kalmıştı artık. Aynı yerden hemen her gün geçtiğim halde, burayı hiç farketmemiş olmama şaşırarak ilerledikçe, kırlarda geziniyor hissine kapılmıştım. Bu alanın hala bozulmadan böylece kalabilmesi inanılmazdı, üstelik ana caddeye bu kadar yakınken. Ama çok sürmez, buraları da inşaatlarla doldururlardı ve insanlar gelip, küçücük pencerelere, birbirine bakan soluk renkli duvarlara hapis olup, sonra da, apartman önlerinde bahçeler düzenlerlerdi. Oysa binaların yapımı için binlerce çiçeğin, ağacın,yeşilliğin yok edildiği kimsenin aklına gelmezdi nedense.

Manzara öylesine güzel, her şey o kadar doğaldı ki. Otlar güneşten hafif sararmış, boyları neredeyse dizlerine değecek, aralarından geçerken ayaklarıma dolanıyor, hışırtılı sesler çıkarıyorlardı. Yeşilden daha çok sarılar, kahverenginin tonları, binlerce renk sırt sırta yan yana.

Bir çok değişik kır çiçeğinden sadece gelincik ve papatyayı tanıyabildim. Gelincikler zarif çiçeklerdir, severim onları. Küçükken, gelincik tarlaları görmüştüm. Karşıdan, kırmızı halılara benziyorlardı. Hafif bir rüzgar esse, hepsi aynı yöne doğru eğilirdi. Koşuşturmuştum aralarında. Ayaklarımın dibinde bir sürü kırmızı gelincik, ayaklarımda kırmızı rugan ayakkabılarım. Kırmızı rugan ayakkabılarımla, kimbilir kaç tane kırmızı küçük gelincik ezmiştim bilmeden! Yazık, büyüyeceklerdi, gelin olacaklardı bir gün. Bebekler yapmıştım onlardan, yaprakları açık olanından bulup, yeşil yapraklarını da açardım. Siyah tohumunu tepesine yerleştirince, yeşil pelerinli, kırmızı elbiseli ve siyah şapkalı bir bebek oluverirdi. Gelincik bebekler salınırdı ortalıkta ama ömürleri, kelebeklerden bile daha kısaydı, bir kaç dakika içinde pörsüyüp, solar giderlerdi.

O pelerinli, göz alıcı elbiseleriyle bir baloya katılıp, rüyalarının prensiyle dans bile edemeden. Sarı gül ve papatya favori çiçeklerimdi. Sarı gül özeldi, bulamazdınız her yerde. Özel insanlarla her yerde karşılaşamayacağınız gibi. Sıradan değildi sarı gül. Kırmızı, pembe güller etraftaydı. Eğer bir gün, birisi size sarı güller getirirse, anlardınız o özel bir insandı. Papatyalar çok farklıydı, belki sıradandı sarı güle göre ama sade ve masum. Ne zaman bir papatya demeti görsem, gülen çocuk yüzleri gelirdi aklıma ve içimden gülmek geçerdi alabildiğine.

İşte böyleydi manzara, bir tarafta sarı, beyaz papatyalar, iddiasız, gösterişsiz ama sevimli. Diğer yanda gelincikler, mutlu gelinler gibi zarif. Ayrı bir köşede mor çiçekler vardı, onların hemen yanında eflatunlar, iki rengin armonisini sergilercesine kucak kucağa. Bu kadar güzel tonda bir eflatunu hiç görmemiştim, üstelik çiçekleri de çok ilginçti, uzun sapların üzerinde yuvarlak, dikenli değişik bir çiçek. Uzaktan çok çekici görünüyordu ama yaklaşıp dokunmak istediğinizde, her yanının dikenlerle dolu olduğunu farkediyordunuz. Karşıda ise, bir öbek halinde kır çiçekleri vardı, dikensiz ve savunmasız.

Yürümeye devam ettim. Yine, bir bitki çekti dikkatimi, bilmesem gerçek olduğuna inanamazdım.

Lüks çiçekçi vitrinlerinde, pahalı çiçeklerin aralarına yerleştirilmek için bekleyen süs bitkilerine benziyordu. Beyazla, çok açık yeşil arası bir renkte, çiçeksiz, boyları uzun, sapları kalın ve tırtıllı.

Eğilip dokunduğumda, çok sert olduğunu farkettim. Onların yanında ise küçük pembe kır çiçekleri, bu sert gövdeli dostlarının gölgesinde güvenli, rahat, mutlu. Pembe kır çiçeklerini kadınlara benzettim. Çiçekler, gölgesinde yaşadıkları iri gövdeli bitkilere güveniyorlardı, belliydi.

Oysa kadınlar, onlar kadar talihli değildi. Çoğu, hayatını güvenebileceği bir erkeğin hayaliyle dolduruyordu fakat nedense, hayalleri gerçekleşmiyordu çoğu zaman. Ne kadar güzel, kendinden emin, zengin olsalar da, ağladıklarında hep bir erkeğin omuzlarında dindirmek isterlerdi gözyaşlarını. Sert gibi görünen ama yaşlarını sildiğinde, yumuşaklıklarını hissedecekleri ellere ihtiyaç duyarlardı. Sadece güvenilir omuzlar ve eller de yetmezdi. Aynı zamanda zeki, yakışıklı, kültürlü, karizmatik de olmalıydı bu erkek. Maddi durumunun iyi olması da şarttı elbette.

Zordu işleri. Pembe kır çiçekleri kesinlikle onlardan daha huzurluydular. Belki de, çiçekler azla yetinip mutlu olmayı biliyorlardı.Tüm yaşamları, bahar geldiğinde hayata katılıp, rüzgarla dans etmekti.

Sevinçliydiler, tanıdıkları tek gerçek buydu çünkü. Yaşamalıydılar ümitle dolu. Ne sarı gülün farklılığında, ne papatyaların masumiyetinde gözleri yoktu.

Biraz durup, otların rüzgarla beraber hafif hafif dalgalanmalarını seyrettim. Bir kaç geri adım atıp, bu doğal resime uzaktan bakmak istedim, böyle çok daha güzeldi. Yeşilli, sarılı, kahverengili upuzun otlar, hep birlikte sağa doğru hareketleniyorlardı. Olabildiğince fazla alanı görebilmek için gözlerimi ayarlamaya çalıştım. Şimdi sadece onları izliyordum, gökyüzü bile görünmüyordu. Müthişti, sanki birisi yönetiyordu bu gösteriyi. Yeşilli, sarılı, kahverengili otlar bir orkestra şefinin hareketleriyle, müzikle birlikte, aynı ritimle salınıyor gibiydiler, mükemmel bir uyumdu. O anda yanımda olmasını istediğim tek şey bir fotoğraf makinesiydi ama yoktu ne yazık ki. Hem bu bir resimdi zaten başlı başına, resmi resimlemek olmazdı.

Bütün çiçekler sanki rengarenk giyinmiş balerinlerdi. Uçuşuyorlardı elele, gönüllerince. İçimden hepsini birer birer toplayıp eve götürmek geçti kucaklar dolusu. Oysa, çiçek koparmayı sevmeyen biriydim. Öylesine güzeldiler ki, bırakıp gidemiyordum onları. Götürmek, odamı renklendirmek istiyordum. Engel oldum bu arzuma hemen, vazodaki hallerini gözümün önüne getirdim, mutsuz, cansız, neşesizdiler. Olmazdı, yazıktı, kıyılmazdı.

İşte yine, bir başka çiçek topluluğu önümdeydi. Beyaz çiçekler, bembeyaz. Diğerlerinden daha saf sanki, beyaz olduğu için mi! Neden hiç siyah çiçek yoktur? Bunu daha önce hiç düşünmemiştim.

Hemen orada aklıma geldi. Niye her renk vardı da, siyah yoktu! Çiçeklere yakışmadığından mı acaba! Belki de vardı bir yerlerde bizim bilmediğimiz. Tabii “ Siyah Lale ” diye bir roman okumuştum. Hayır, ne lalelere, ne de diğerlerine uymazdı siyahlar. Severdim siyahı, yakışırdı bana da ama çiçeklere değil. Renkli renkli olmalıydılar onlar, kırmızılı, sarılı, pembeli. Öyle güzeldiler, öyle alışmıştım ben onlara, öyle sevmiştim.

Bu kadar çeşitli çiçeğin ekilmeden, hiç sulanmadan, bakılmadan büyüyebilmesi nasıl bir mucizeydi. Ama yağmur yardım etmiştir onlara, sonbaharda, kış boyunca sulamıştır onları, büyütmüştür toprağın altında. İlkbahar gelince, küçük başlarını biraz çekinerek çıkarıp, gökyüzüne doğru bakmışlardır. Güneşi aramışlardır, gülümsemesini beklemişlerdir. Gözleri buluştuğunda anlamışlardır, vakit tamamdır artık. Yaz boyunca süreceklerdir yaşamın keyfini, öğreneceklerdir hüznünü, vakti gelmiştir.

Yol boyunca küçük tepecikler oluşmuştu. Birinin üzerine oturdum, oturur oturmaz da ne kadar yorulduğumu anladım. Cadde çok aşağılarda kalmıştı artık. Oturduğum yerden kuşbakışı seyrediyordum her şeyi. Ne çok araba vardı, gidiyorlar, geliyorlar, insanlar küçülmüş, yine telaşlılar. Tuhaf, hiç biri hemen yakınlarındaki güzelliklerin farkında bile değiller, sanki ben farketmiş miydim bu güne kadar. Her zaman aynı yoldan gidip geldiğim halde, bir kere bile başımı çevirmemiş, gözümü kaldırıp bakmamıştım buralara. Aslında o kadar uzaklarda da değiller .Eğer bir kez başımıçevirseymişim, bir kerecik gözümü kaldırsaymışım görecekmişim yeşilli, sarılı, kahverengili otları, renk renk kır çiçeklerini. Oysa bu gün, sırf kısa bir yol bulmak için kendime, girivermiştim o küçük patikaya, sonra ilerlemiştim o küçük patikada. Ben ilerlerken küçük patika büyümüş büyümüş bir kır, hatta bir bahçe oluvermişti ve ben o bahçede kaybolmak istemiştim.

Oturuyordum hala, ne sıcak, ne de sızlayıp duran ayaklarım umurumda değildi. Nasıl da susamıştım, şimdi buz gibi bir şişe su olsaydı, bir de sigara. Pek kullanmadığım halde canım istemişti, bir nefes çekseydim, dumanını da savursaydım göklere doğru. Ama ya o yeşilli, sarılı, kahverengili otlar, ya o renk renk kır çiçekleri ,onların tertemiz havaları kirlenmez miydi! Allah kahretsin şu arabaları, şu renk renk arabalar, bu renk renk kır çiçeklerinin havalarını kirletiyorlar yeterince, mis kokularını bozuyorlar yeterince.

Uzaktan apartmanlar görünüyordu, bizim evi bile seçebiliyordum. Belki de, evimin balkonuna çıksam görürdüm buraları, görmemiştim oysa. Balkona çıkmıştım binlerce kez fakat görmemiştim, bakmamıştım ki, tıpkı diğer evlerde oturanlar gibi .Etrafta benden başka kimseler yoktu.

Bu küçük tepenin üzerinde, bu yeşilli, sarılı, kahverengili otların, renk renk kır çiçeklerinin arasında yalnızdım, yapayalnız. Sadece ben ve onlar, sadece onlar ve ben. Ne güzeldi yalnızlık, ne sonsuzdu. İlk defa şimdi, tepenin üzerinde otururken anlıyordum yalnızlığın güzelliğini. Oysa insanların yüzyıllardır en büyük korkularından biriydi yalnız olmak. Hala, yıllar geçip her şey değişirken bile

değişmeyen tek duyguydu. Kalabalıkların, gürültülerin içinde bile hissedilebilen tuhaf bir histi. Şikayet ederdik ama bazan da yalnız kalabilmek için elimizden gelen her şeyi yapmaz mıydık. Hem istenen, hem nefret edilen başka his gelmiyordu aklıma. İnsanlar paylaşmak için vardılar her şeyi, en çok da sevgiyi, tek başına ne paylaşılabilirdi ki! Kadınlar yalnızdılar ama istemiyorlardı bunu hiç. Erkekler yalnızdılar ama hoşlanmıyorlardı bundan. Birlikte olmalı öyleyse, birlikte yaşamalı, sevmeli, ağlamalı, gülmeli, beraber yaşlanmalı.

Yine de güzeldi yalnızlık burada otururken. Temiz hava, çiçekler, otlar arasında yalnız mıydım ben, ya bu saydıklarım. Her şeyin bir ruhu, bir sahibi vardı, benim de, onların da.

Yanıbaşımda uzanan çiçeklerin kokusunu duyuyordum, kötüydü. Çiçek kokusu güzel olur ama değildi bunlar işte, Kötü kötü kokuyordu, tuhaf, ekşimsi bir koku. Oysa görünüşleri ne hoştu. Böyle güzel çiçeklerin, bu kadar kötü kokuları olsun, hayır şaşırmadım hiç, insanlar gibiydiler çünkü.

Şatafatlı dış görünüşlerin altında saklanan kötü kalpler gibi. Kötü kokular ve kötü kalpler bozamazdı yeşilli, sarılı, kahverengili otların, renk renk çiçeklerin güzelliklerini, hiç bir şey bozamazdı. Onlar balerinlerdi rengarenk giyinmiş, dansediyorlardı. Onlar orkestraydı, mükemmel uyumu yakalamış. Bir müzik vardı, hissediyordum, yavaş sesli bir müzikti. O müzik rüzgarı estiriyor, rüzgar, yeşilli, sarılı, kahverengili otların başlarını eğdiriyor, renk renk kır çiçeklerini, rengarenk giyinmiş balerinleri selamlatıyordu.

Bir kelebek belirdi başımın üzerinde. Uçuyor, nereye konmak istediğine karar veremiyordu.

Mutluydu kelebek, renk renk kır çiçekleri vardı çünkü. Beyazdı kelebek, kanatlarında hiç süsü yoktu, tıpkı ilerideki beyaz kır çiçekleri gibi parlıyordu pırıl pırıl. Sonra birden gidiverdi, kayboldu ortalıklardan. Ben de gitmeliydim, buradan bile görebildiğim evime gitmeliydim. Üstümdekileri çıkarıp, rahat bir şeyler giyer, dinlenirdim biraz. Sonra balkon çıkar, bakınırdım uzaklara doğru, görebilirdim yeşilli, sarılı, kahverengili otları, renk renk kır çiçeklerini, kokularını duyardım. Şu güzel çiçeğin kokusunu da alabilirdim. Kötüydü ama olsun, çiçeğin kokusuydu yine de, onunla bütünleşmişti. Çiçek seviyordu kokusunu kötü de olsa. Hem daha güzel koksaydı, insanlar koparırlardı onu, ayırırlardı toprağından. Hem o kadar güzel olup, hem de mis koksaydı mutlu olamazdı. Bir vazonun içinde saplarının yarısı suda, beklerdi solmayı, beklerdi çöpe atılmayı.

Oysa şimdi, kökleri toprağında huzurlu, kendi yağmurun, güneşin altında sevinçli. Varsın kötü koksundu ne çıkar. Bazı zamanlar kıskanırdı güzel kokulu diğer çiçekleri ama düşününce de haline sevinirdi. Güzeldi ötekiler kadar, hatta onlardan bile daha güzeldi, biliyordu bunu.

Tekrar göründü kelebek. Gelip kötü kokulu güzel çiçeğin üzerinde uçmaya başladı. Her yerine kondu tek tek, yapraklarında dolaştı. Sevmişti çiçeğin kokusunu, o kadar çiçeğin arasından onu seçmişti, mutluydu çiçek.

Çiçek mutluydu, kelebek mutluydu, ben mutluydum. Sonra gitti kelebek yine. Ben de gitmeliydim.

Uzaktan seçebildiğim evime gitmeli, dinlenmeliydim biraz. Derken, çıkardım balkona, bakardım buralara, hissederdim. Görürdüm yeşilli, sarılı, kahverengili otları, renk renk kır çiçeklerini. Kokularını çekerdim içime, kötü kokulu güzel çiçeğinkini de. Kelebek sevmişti, ben de severdim. Kelebek mutlu, çiçek mutlu, ben mutlu

SON

 
Toplam blog
: 58
: 1128
Kayıt tarihi
: 26.07.12
 
 

Anadolu şehirlerine özgü o sıcaklığı havasında barındıran Tokat'da, büyük bahçeli bir evde doğdum..