Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Haziran '08

 
Kategori
Alternatif Tatil
 

Gezmediklerimiz Görmediklerimiz

Gezmediklerimiz Görmediklerimiz
 

Reddedilmiş bir dilin coğrafyasındayım; göğüne yüz çevrilmiş bir toprağın bağrında.

Esmer yüzleriyle aydınlık insanlar karşılıyor beni, her biri yitik bir güzelliğin saklandığı gülümsemesiyle bir efsane kadar uzun cümleleriyle karşılıyorlar.


Muş ile Van arasında coğrafyası belli tekerleklerden başka iz görmemiş yollardan ilerliyoruz; çiçek bozuğu bir yüze benzeyen yollardan.

Bitlis’ten geçiyoruz, Bitlis’in bir ilçesi Güroymak’tayız. Ağır aksak ilerliyoruz, ağır aksak ilerleyemiyoruz.

Güldünya vuruyor deniz olmayan coğrafyasında kumsalıma. Güldünya düşüyor yıldırım gibi beynime; esmer ellerinde çocuğuyla beraber öldürülen Güldünya.

Daha bir dikkatli bakıyorum insanlarına, dağına, toprağına, bacasına; bir yelerde bu cinayetin izleri duruyor mu diye? Yok…

Gömülü her şey Güldünya’nın yattığı yerde. Aklımdan geçiyor; şu siyah şalvarlı olan babası mıdır ya da yanında ki hızarlı olan annesi… Kaç kere geçmiştir şu kavağın önünden, hiç başını çevirip bakmış mıdır dallarına ve hemen ilerisindeki mezarlığına?


İnsanını sevmeden çıkıyorum Güroymak’tan. Ardımda Güldünya, annesi, babası ve kavak ağaçlı mezarlığı…

Çiçek bozuğu yollar devam ediyor, Kürtçe ezgilerle süslenmiş olarak. Yol kenarları zümrüt yeşili irili ufaklı taşlarla dolu; ‘ Kim yığdı bunları ?’ diye soruyorum, bilge Hıdır diyor ‘ Onlar Tendürek ve Süphan dağının püskürttüğü lav ve tüflerdir.’ Başımı kaldırıyorum yamacı karlı iki dev huni, etekleri zümrüt yeşili, yamaçları karlı bir İspanyol dansçısının yeşil beyaz görkemli kostümü gibi. Bir bakışımı bırakıyorum yanardöner yamacında.


Tatvan’a ulaşıyoruz. Van Gölü’ndeyiz. Göl değil doğunun denizinde. Onca kahverengiden sonra bunca mavi; onca kuraklıktan sonra bunca su. Bir çoban oluyorum o vakit, ulaşıyorum Tamara’ya. Ah Tamara, Ah Tamara….

Ermenilerin en eski ibadethanelerinden birisi Aktamar kalesidir. Rivayet olunur ki; dönemin kralı biricik kızını âşık olduğu müslüman çobandan ayırmak için gölün ortasına büyük bir kale yaptırır ve kızı bu kaleye yerleştirir. Ancak kızı Tamara ve çoban bütün engellemelere rağmen buluşmaktadırlar. Tamara geceleri bulunduğu yerden bir fener yakar ve çoban her gece bu fenere doğru yüzermiş. Bunu öğrenen kral fırtınalı bir günde adamlarına kalenin çeşitli yerlerinde fenerler yaktırır. Çoban fenerlerin yandığı görür bir terslik olduğunu anlar ama ya ışıklardan birisi Tamara’ya aitse? Atar kendisini fırtınada göle. Bir fenere giderken ışık söner diğer fener yanar ve güçsüz kalan çoban ışıkların peşinden Ah Tamara Ah Tamara diye can verir, sevgilisinin sesini duyan Tamara da kedisini göl sularına bırakır ve kalenin adı Ahtamar kalır.


Çobanın aşkıyla geçiyorum karşıya, Tamara’ya ulaştıramadığı sesini götürüyorum ve bir aşkın tarih yazdığı bu yüzlerce yıllık mağrur kaleyi bırakıp yollara düşüyoruz.

Van’dayız nihayet, doğunun cennetinde; yoksulluğun ve açlığın görülmediği tek yer olarak kalıyor aklımda bu kent. Bir de harikulade kahvaltısıyla.


Van Muradiye Şelalesi’nde elli metreye kadar ahşap bir köprü üzerindeyiz, sıcak… Güneş şuursuzca sahiplenmiş bu toprakları, aşkıyla zarar veren bir sevgili gibi, dokunduğu yeri kora atılmış bir saman gibi aniden yakıveriyor.

Köprünün daha yarısına gelmeden bir mucize gibi duruyor şelale karşınızda. Zavallı aşığı ıslah etmeye çalışan bir psikanalistin beyin patlamaları gibi, güneşe inat patlayıvermiş su kayalardan. Ya da güneş yaşamı çığırından çıkarmış da öfkesi suymuş yaşamın, patlayıvermiş kızgınlık anında; o kadar coşkulu o kadar çok o kadar şellale

Şelalenin karşısında bir gitar dinletisi ve demli bir çay muhabbetinden sonra ayrılıyoruz ve yollanıyoruz Ağrı’ya.

Kilometrelerce gidilen bir yolda kilometrelerce devam eder mi bir dağ? Ağrı ise devam eder. Dağın tamamını görebilmeniz için kentin tamamen dışına çıkmanız gerekiyor; yaşlı bir Hint rahibi gibi yüce ve bilge.

Anadolu’da haziranın ortasında kavurucu sıcakta yamacına kar yağan tek yerdir Ağrı Dağı yamacı her mevsim karlı, upuzun beyaz bir sakal gibi ve bulutlar bir rahibin başlığı ve zirvesi herkesin ulaşmak istediği bilgi. Efsane odur ki Nuh’un gemisi bu zirvede bulunmaktadır. Ağrı Dağı’nın hemen yanında babasının gölgesinde kalmış bir erkek çocuğu gibi dikilir Küçük Ağrı öyle saygılı, ürkek koca dağın yanında el pençe divan durmuş mütevazı bir tepedir.

Doğu Beyazıt’tayız. Kentten yaklaşık beş kilometre ötede Urartuların ilk medeniyetlerini kurduğu yerde 1685’te yapımına başlanan ve 1784’te tamamlanan İshak Paşa Sarayı bulunmaktadır. Kızıl tuğlalarla örülü, şimdilerde kuşların saray içine saray inşa ettiği saray Türkistan, Selçuklu Ve Osmanlı mimarisinin ortak ve en güzel eserlerinden birisidir.


Avlusuna, kilerine, odalarına, zindanlarına yüz sürüyorum; dünyadaki ilk sıcak su ile ısıtma sisteminin bu sarayda kullanıldığını okuyorum saygı duyuyorum. Som altından yapılan giriş kapısı Ruslar tarafından çalınmış Moskova’da müzede sergileniyormuş. Sanki bakkaldan çiklet çalınmış gibi pişkin pişkin yazılmış tonlarca ağırlığında bir kapı hangi ara çalınır, nasıl tarihinin çalınmasına göz yumulur anlamıyorum, sonra içeride alçı ve çimentoyla yapılan restorasyon çalışmalarını görünce ‘belki böylesi daha iyidir en azından onların bizden daha iyi bakacakları kesin’ diye geçiriyorum içimden.

Hayranlık, şaşkınlık ve üzüntüyle her taşına dokunarak ayrılıyorum saraydan.

Sarayın 200 metre kadar ilerisinde ünlü Kürt edebiyatçı, bilim adamı ve Said-i Nursi’nin en çok etkilendiği Ahmed-i Hani’nin türbesine gidiyoruz. Dünya edebiyatında Mem u Zin adlı mesnevisiyle tanınmakta olan Ahmed-i Hani'nin türbesi 15. y.y.’da kahverenginin pastel tonlarıyla bir helezon şeklinde inşa edilmiş ve dokusundan hiçbir şey kaybetmemiş türbenin bitişiğine sonradan camii yapılmış ve zamanla farklı politikalarla bu türbe çar çaput bağlanıp yüz sürülen bir alana dönüştürülmüş.

Yine Doğu Beyazıt’tayız. Ünlü Rus çarşısını geziyoruz; burada her türlü malın orijinalini ve ucuzunu bulabilirsiniz. İran’da getirilen malların üzerine çok az bir kar konulmakta ve ürünler piyasa fiyatının çok altında fiyatlara satılmakta. Bayanlar harika gümüşler ve otantik kıyafetler yazmalar bulabilirsiniz.

Doğu Beyazıt’tan Ağrı’ya geçiyoruz. Doğunun kimsesizliğini, yoksulluğunu en bariz gördüğüm yerlerden biri olarak aklımda kalıyor Ağrı. Bir kent turundan sonra yola koyuluyoruz.

Zaman andan alınan keyifler gibi saklı kalmıyor, akıyor.

Ve gece zamanın varlığını gösterir gibi kocaman yıldızlı göğüyle çıkıyor karşımıza ‘sadece gece ve yıldızlar için bile sevilir bu coğrafya’ diye geçiyor aklımdan ve geceyle zamana inat bir kentten başka bir kente yol alıyoruz yine Kürtçe ezgilerle.


Bingöl yolu üzerinde duruyoruz, yıldızlar altında halay çekmek için, el ele tutuşuyoruz, bir o yana bir bu yana, yan yana…

Hangi coğrafyada kurşun sıkılır bir halaya? Anadolu’mda…Kurşunlar sıyırıp geçiyor halayı, ellerimizi ayırıyor birbirimizden araçlarımıza biniyor, yarım kalmış bir halay, köpek sesleri ve geceyi bırakıyoruz ardımızda.

Savaş bitmedi diyorum bu coğrafyada halaya bile hala kurşun sıkılıyorsa savaş var hala…

Muş Varto’da bir alabalık tesisinde muhabbet çoğaltıyoruz; güneş yine olabildiğice sıcak ve aydınlık, ancak önümde yağmur yağıyor sebil gibi ‘olabilir mi?’ diyorum, ‘çık bak bakalım’ diyorlar, çıkıyorum. Aydınlık gökyüzünde koca gri bir bulut tek başına ağlaya ağlaya gidiyor, gözlerime inanamıyorum ‘bu topraklarda tanrıya bu yüzden bu kadar çok inanılıyor demek ki’ diyorum. Bulut gidiyor ben ardımı dönüyorum at üzerinde heybetli, vakur, süslü iki kadın. Gerdanları renk renk incik boncuk dolu, başörtülerinin üzerinde eski paralar o kadar güzel o kadar doğal.

‘Bunlar nedir.’ diyorum, diyorlar ‘onlar Berivan.’ Kürtçe Berivan ‘süt sağan kadın’ demekmiş. Berivanlar sabahları ve akşamları atlarla yaylaya süt sağmaya giderlermiş, atlarının iki yanında koca süt fıçıları iniyorlar yayladan öyle estetik ve güçlü. Gözümü birini yağmur yüklü buluta birini berivanlara bırakıyorum.

Berivan ‘süt sağan kadın’demek, helin ‘kuş yuvası’ az da hazdıkım ‘ seni seviyorum’ anlamlarını bütün Kürtler bilir hepsinde söylenişi farklı olsada özü aynıdır. Yani onlar lehçeleri farklı olsa da ortak bir dili olan insanlardır. Her kentte dendiği gibi ayrı bir dil konuşulmuyor hiç kimsenin birbiriyle anlaşamaması gibi bir durum da söz konusu değil. Ve bazı cahil ya da art niyetli bilim adamlarımızın (?) dediği gibi bir dağ dili değil Kürtçe, en az Türkçemiz kadar eski 32 harf bulunan çok zengin bir dil.Ve kendisine ait edebiyat ve bilim dili var.

İnsanlarımıza farklı olanı ötekileştirmek yerine sahip çıkmayı ve değerlendirmelerini öneririm. Doğu Anadolu bir öteki coğrafya alanıdır, ötekilerin kenti; oysa bütün medeniyetler burada doğmuştur. İnsanlarımız bize hiç görmediğimiz merak bile etmediğimiz ama vatan millet sakarya dilimizden düşürmediğimiz söylemlerimizden daha yakındırlar, ötekileştirmek bir anlamda öteki olmayı da kabul etmek değil midir?

Ülkemi bir de bu yönüyle gezmek görmek çok eğlenceli ve öğreticiydi. Vatanını Ankara’nın batısından ibaret bilen insanlara, üç beş yıldızlı otel odalarında yüzlerce ay vadeyle bir hafta kararmak yerine sahiplendiğimiz toprakların neye bezediğini, insanların nasıl yaşadıklarını medeniyetlerin beşiği olan Mezopotamyanın tamamını görmelerini öneririm.

Ve coğrafyanın insanları o kadar tok yüreklidirler ki size verecekleri yayık ayranını ya da ya da sundukları aşı ve gördüğünüz onca güzelliği hiçbir kredi kartına bölmeyeceklerdir bölüşerek çoğalttıkları umut haricinde.

Muş Eğitim Sen’e ve tüm öğretmen arkadaşlarıma teşekkür ediyor sevgilerimi sunuyorum.

 
Toplam blog
: 46
: 1591
Kayıt tarihi
: 08.07.07
 
 

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik mezunuyum. Şu anda özel bir telekomünikasyon şi..