Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ocak '11

 
Kategori
Öykü
 

Gıcırdayan el kapıları

Öğle sıcağı, babam önde, ben ardında, Ankara’nın meşhur Çıkrıkçılar Yokuşu’nu çıkıyoruz. Yorgun argın yürürken, etrafımızda oldukça renkli insan manzaralarına tanık oluyoruz. Kulaklarımıza seyyar satıcıların, dört bir yandan gelen çığırtıları doluşuyor. Gözlerimiz, avurtlarını Keskin’li zurnacılar gibi şişirip, düdüklerini öttürerek Allah Allah nidalarının eksikliği ile koşuşan mavi üniformalı zabıtaları ilgiyle takip ediyor. Çeyiz ve altın almak için kayınbaba ve kaynanalarının ardında tıngır mıngır yürüyen, bu arada sinsice “domuzlardan ne koparırsam o kardır” hesabını yapan, genç kızlıklarının baharındaki elma yanaklı, kiraz dudaklı, badem gözlü, manav dükkanı misali, çıt kırıldım gelin adayları da doğrusunu söylemek gerekirse, oluşturduğumuz manyetik alanın içinde yer alıp, dikkatlerimizi cezbediyorlar. Arabaların klakson sesleri ve alabildiğine yaşanan bir hengame. Ter kokuları, sinekler, toz ve duman. İtişip kakışmalar. “Boyansiii…” Diye bağırarak, gelip geçenlerin ayakkabılarını parlatmak için can atan ayakkabı boyacıları, pis koşullarda kokoreçle hizmet vermeye çalışan kokoreçciler, ağzında bir tomar çivi (İnsanda çivileri aha yuttu yutacak hissini uyandıran.) ile tamir ettiği ayakkabının topuğuna özel çekici ile ha bire vuran telaşlı ayakkabı tamircisi, simitlerinin gevrekliğini cıyak cıyak duyuran simitçiler, çay sayısının altıya yükseldiğini ve bu yükselişteki katkılarının büyüklüğünün altını çizerek müjdeleyen; Amerikan traşlı küçük yaşlardaki çaycı çırakları, buyurun abla, abi buyrun, size yardımcı olalım demek için; karın tokluğuna çalıştığı dükkanın kapısının önünde akşama kadar heykel gibi dikilip, işverenlerine yaranmaya çalışan arabesk giyimli; bıyıkları yeni terleyen tezgahtarlar, çoğunlukla başı bağlı tezgahtar kızların; işler kesat olduğu için çalıştıkları dükkanların vitrin camlarını, kanlı bir cinayet resminin yer aldığı Günaydın Gazetesi ile büyük kıçlarını salla sallaya silmeleri de meraklı gözlerimizin görüş alanına giriyor. Tokyo Borsası’nın pabucunun; kırık kiremitli damlara atıldığı, kimin elinin kimin cebinde olduğu belirsizliğinin diz boyu yaşandığı, karmaşık bir can pazarı, arapsaçı bir curcuna. 

Hızlı adımlarla önde yürüyen babam her defasında olduğu gibi, Ankara’ya doğru yol alırken, komşu köyümüz Kesikköprü’nün sınırlarını geçer geçmez (yaz kış demeden kafasında taşıdığı), yazlık şapkasını çıkarıp, arka cebine koymuştu. Şapkasız (serqot) olarak, bir delikanlı gibi yürüyor ve sağlı sollu birbirlerine yaslanan, vitrinleri rengarenk kumaşlar, doksan – altmış – doksan ölçülerinde olan, davetkar cansız mankenlerle dolu dükkanlara göz ucuyla bakmadan edemiyordu. Ben ardından kısa bacaklarımla ona yetişmeye çalışırken, kan ter içinde kalıyordum. Yapılacak bir şey yoktu, babamın peşinden gitmek zorundaydım. Hedef en ucuz bir takım ihtiyacın alınacağı bir dükkandı. Gerçi tüm dükkanlar en ucuz biziz diye bangır bangır bağırıyorlardı ama, babam en ucuz olan dükkanı çok daha iyi biliyordu. 

Yokuşu inip çıkanların tamamına yakını, çevre ilçe ve köylerden gelen köylülerdi. Geriye küçük bir grup kalıyordu ki, onlar da bu insanlara zaten yan gözlerle bakıyorlardı. Ortalık adeta insan kaynıyordu, “iğne atsan yere düşmez” deyimi tam anlamını burada buluyordu. Sanki tüm köylüler köylerini terk edip, Çıkrıkçılar Yokuşu’nda buluşmuşlardı. Doğrusu babam şapkasız haliyle; yığınlar halinde gidip gelen bu kalabalığın arasında, bir hayli modern gözüküyordu. Yoksul olan bu insanların üstleri başları şehre gelmiş olmalarına rağmen adeta dökülüyordu. Oldukça bakımsızdılar. Fakirliğin getirmiş olduğu yükün altında, onurları kırılacak kadar eziliyorlardı. Belki de bu ezikliklerinden dolayıdır, sanki kabuklarının içine daha çok çekilmiş gibiydiler. Elbiseleri ütüsüz, yer yer kirli ve yırtıktı. Gidişat istemlerinin dışında da olsa, var olagelen tüm olumsuzlukları, gün yüzü görmemiş olan sinelerine çekmiş gibiydiler. 

Bu sarp, alt yapısı çok bozuk olan yokuşu dağcılar gibi tırmanırken, Allah’tan ara sıra babam tesadüfen bir tanıdığına veya arkadaşına rast geliyor ve birbirlerinin hal ve hatırlarını sorarken ben de bir kıyıda biraz olsun soluklanıyordum. 

“Hayırdır Haydar, ne oldu, nereye böyle?” 

“Ne olsun be Hemo, hayırlısı ile bizim büyük oğlanı yurt dışına gönderiyoruz da. Belki gider oralarda hayatını kurtarır. Onun için kendisine bir valiz falan alalım dedik.” 

“Yiğen yolculuk nereye?” 

“Eee yolculuk… Hollanda’ya Amca.” 

“İyi iyi… Zaten buralarda hayat kalmadı. Anarşi aldı başını, gidiyor. Her gün on beş yirmi kişi kim vurduya gidiyor. Aha, hep bu gençlerin yüzünden. Bu cennet vatanı bu hale getirdiler. Bunlardan bir iki tanesini şu Hergele Meydanı’nda sallandırmalı ki, onlara bu ibret olsun. Gör bakalım o zaman anarşi neyim oluyor mu, olmuyor mu? Yoksa bunların dölek duracağı yok. İlle de memlekete komünizmi getireceğiz diyorlar. Biraz daha sahip çıkmazsak; din ve namus elden gidecek. Komonistsen get kardaşım, get Moskovana, get Kızıl Meydanına, burda işin ne? Öyle değil mi? Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın ne alemi var? Zannedersem böyle devam ederse, yakında askeriye inkılap yapar. Askerler başa gelir, gereği neyse onu yaparlar. Hiç degilse memleket bu anarşi belasından kurtulur. Ha… Bana bak yeğenim; sen olaylara neyim karışmadın değil mi? Sakın ha… O zaman seninle külahları değiştiririz. Bak babanı çok severim. Sen de onun gibi efendi ol. Ona layık bir evlat olmaya çalış. Gittiğin yerde de dinini, kültürünü, örf ve adetlerimizi sakın unutma. Kerata, bu arada soruma hala cevap vermedin. Söyle bakalım, karışmadın değil mi?...” 

“Bennn… yok Amca karışmadım.” 

“İyi yeğenim aferinnnn…. Allah yolunu açık etsin.” 

“Sağol Amca…” 

Bu standart konuşmalarda; babam hep susmayı tercih eder, benimle ve “nasihat küpü hararetli amcalarla” olan, bu kabak tadındaki diyaloğumuz da, böyle devam edip giderdi. Benim çok ılımlı olan yanıtımdan sonra, ayak üstü yapılan bu sohbet, ödül mahiyetindeki uzun çekimli bir“aferinnnn…” ile son bulurdu. Hemen ardından babamın; 

“Gördün mü, senin de aklını başına toplayıp, adam olman gerekir.” diyen bakışları yere eğik olan, nasihatlardan bezgin yüzümde dolanırdı. 

Tek bir çıkrıkçının bulunmadığı Çıkrıkçılar Yokuşu bitmek bilmiyordu. En nihayetinde babamın önceden gözüne kestirdiği, pervazı sarıya boyalı, eğri büğrü kapısı sonuna kadar açık olan, bir dükkana girdik. Tombul ve çopur yüzlü, pos bıyıklarında ekmek kırıntıları olan, dükkan sahibi ile uzun uzadıya yapılan pazarlığın ardından, orta boy mavi bir valiz aldık. Valiz hazır olduğuna göre, ufukta çoktan yerini alan, uzun yolculuğun hazırlıklarına da başlayabilirdik. 

Babam o zamanlar kırk yedi yaşındaydı. Ve sıra bana geldi, derken ben de şimdi kırk yedi yaşındayım. İnsanın kendi evladını; hiç bilmediği, görmediği, nasıl olduğunu tasavvur bile edemediği bir diyara göndermesi, ne kadar zor bir durumdu. Ama şartlar ne yazık ki, onu gerektiriyordu. Benim annem ve babam gibi binlerce insan bağırlarına taş basıp, bu olumsuz oluşumu kabullenmek zorunda kalıyorlardı. 

Mavi valiz bir kaç elbise ve gerekli eşya ile doldurulduktan sonra, ayrılık vakti gelip, kapıya dayanmıştı. Annem, kardeşlerim ve akrabalarımızla tarifi mümkün olmayan, hüzünlü bir ayrılık yaşandı. Dolayısı ile çok etkilenmiştim. Sanki bir şeyler gelip, boğazımda boğumlar halinde düğümlenmişti. 

Vedalaşma bütün aile ile olduğu halde, babamla olmadı. Bu seyahat için baba oğul İstanbul’a birlikte gidecek ve ordan yola çıkacaktım. Beşevler Semti’indeki Yeni Garajlardan gece bindiğimiz otobüs, bizi sabah şafak (yelpazesindeki tüm renklerinin cümbüşü ile) sökerken İstanbul’a getirdi. Dünya şehri İstanbul başka bir karmaşa, büyüleyici bir alem, güzellik ve toz pembe allı pullu bir rüyaydı. Herkesi Eminönü Semtine götürmek isteyen “deynekçilerin”çığırtkanlığı, dans ederek uçuşan sayısız martı, böğüren feribotlar, insafsız oltaların uçlarında can havliyle horon tepen sardunyalar, çupralar ve levrekler. İnsanların ellerine, başlarına konan korkusuz ak güvercinler. Hayret edilecek sayıda, bin bir işlemeli, birbirinden alımlı gökleri delen minareler ve de İstanbul’un tüm güzellikleri ile mistik atmosferi. 

Öğleden sonra saat dört sularında bir takım işlerimizi hallettikten sonra geldiğimiz Haydar Paşa Garı da ihtişamı ile başımızı döndürmeye yetti. Babamla bu garda vedalaşacaktık. Beklenen an olan trenin hareket saati gelmişti. Mavi valizimi elime alıp, göz yaşlarına boğularak trene bindim. Oturduğum yerden babama el sallarken, ilk kez yüreğimi dağlayan, babamın gözlerindeki yaşlara tanık olurken, tren koskoca Haydar Paşa Garı’nda babam Haydar’ı yapayalnız bırakıp, harekete geçti. 

Bir kaç saat sonra tren dışarıda hafifce çiseleyen yağmurla ıslana ıslana, zümrüt yeşili ormanlardan geçerek Bulgaristan sınır kapısına yaklaştı. Aceleyle meşhur mavi valizimden kravatımı çıkarıp, kompartımanda bulunan diğer yolcuların tebessümlü bakışlarını üzerimde hissederek, boynuma taktım. Yurt dışına öğrenci olarak gidiyordum, kontroller çok sıkı olduğundan, biraz öğrenci giyimli olmam gerekiyordu. 

Bulgaristan sınırını geçerken yüreğimin daha hızlı çarptığını hissettim. Az sonra ilk defa sosyalist bir ülkeyi, trenin penceresinden de olsa görecektim. Uzun süre hiç bir yerleşim yerinden geçmedik. Bu boş alanlar Türkiye’yi çok andırıyordu. Tarlaların içine dahi devasa orak ve çekiç abideleri yapmışlardı. Bu orak çekiçlerin gölgesinde mavi önlük giymiş olan emekçi kadınlar ve erkekler durmadan çalışıyorlardı. Bu o zamanlar benim için bir gurur tablosuydu. Yaklaşık iki saat kadar sonra, çok merak ettiğim Sofya şehrine geldik. İnsanlar bizdeki gibi telaş içinde koşuşturup duruyorlardı. Sofya Garı beyaz mermerlerle yapılmış, ihtişamlı mimari bir yapı olarak gözleri kamaştırıyordu. Gardan bulunduğumuz trene bir çok Bulgar kökenli yolcu bindi. Onlarla konuşabilmek, sosyalizmi bir de onların ağzından dinlemeye can atıyordum. Ancak dil büyük bir sorundu. Trenin koridorunda dolanırken, kafası şapkalı bir Bulgar Türk’nün birilerine Türkçe bir şeyler anlattığını duyunca, ben de kulak misafiri olmak üzere yanlarına yanaştım. Adam kendisinin burada cami imamı olduğunu, ibadetlerini gönüllerince yerine getirdiklerini, herkesin ev ve iş sahibi olduğunu, halkın hayatından hiç de şikayet etmediğini anlatıyordu. Bu duyduklarım beni oldukça rahatlatıp, yüreğime adeta su serpti. Demek ki teori ile pratiğin gidişatı birbirine paraleldi. Bir cami imamı dahi bu sistemden bu denli memnun olduğuna göre, bizim işler yolunda gidiyordu ve o halde hayal etmeye devam edebilirdik. 

Benzeri durumları yol boyu Tito’nun ülkesi Yugostlavya’da da yaşadık. Orada da manzara farklı değildi. Yine dev büyüklükte orak çekiçlerin gölgesinde, harıl harıl çalışan emekçiler; durmaksızın üretim halindeydiler. İnsanlar pek de mutsuz gözükmüyorlardı ve ülkelerinin alt yapıları görünümde mükemmeldi. 

Zaman renga renk lalelerin, dünya çapında ressamların, yel değirmenlerinin, korsanların, binlerce su kanalının, eski hoşgörüsünden eser kalmayan, dünyanın en eski sömürgeci halkının bulunduğu bu diyarda, ne kadar da ışık hızıyla geçti. Geçen her günün bir getirisi olurken, pek çok erozyonu da olmadı değil. Hollanda’ya yerleşeyim, dil öğreneyim, buraya özgü güçlükler falan derken, ömrümüzün büyük bir bölümünü bu el kapıları gözümüzün yaşına bakmadan alıp, götürdü. Güçlükler tek dağın olmadığı Hollanda’da yüksek dağları oluşturdu. Kazanımların en büyüğü de elbette burada edinilen, tek tük de olsa sarsılmaz kaleler gibi olan dostluklar, arkadaşlıklardı. Kötü sayılmayacak, zaten var olan ruhi şekillenmeye olan yeni erişimler, katılımlar ve oluşumlar, insan olarak daha iyiye ve güzele ulaşmak gayesi ile verilen amansız mücadele de, manevi anlamda büyük bir kazanım, büyük bir köşe taşı niteliğindeydi. Aman Allah’ım, dünya tatlısı iki oğul, gözlerim kendilerine iliştiğinde aklımın başımı terk ettiği, yüreğimin yağlarını eriten, yorgunluğumu sıfırlayan, canımdan da öte canlar, duygulu, sevecen, abartısız yakışıklı mı yakışıklı, kirpi yavrusu olmayan ve gerçekten pamuk gibi iki güzel insan, yani dünyanın en büyük zenginliği, birbirinden sevimli iki sadık yavrucak. 

Yıllarımı verdiğim bu el kapıları, diğer taraftan da bana hep gıcırtılı geldi. Dünyanın en büyük ovalarından biri olan Hollanda’da on metrelik bir yükseltinin dahi garipsendiği bu ülkede de, Ankara’nın Çıkrıkçılar Yokuşu’nu tırmanır gibi her daim tırmandık. Zaman zaman inişe geçtiğimiz de oldu ama, tepeden aşağıya ön ayakları kısa olan tavşanlar gibi her defasında yuvarlandık. Kısmetimize hep yukarı doğru tırmanmanın güçlüğü düştü. Buradaki yokuşun bizdekilerden farklılığı; fazla bir bağırtı ve çığırtının olmayışı, onun yerine: Alabildiğine bir ruhsuzluk, ne idüğü belirsiz değer yargıları, ölçütü kaçık normlar, utanç verici ırkçılık, yaşanan eziklikler, modern kölelikler, pes ettiren kültürel farklılıklar, hüzün, gam, keder, sıla özlemi, yalnızlık, iki kültür arasında bocalama, her yerde bir yabancı kimliği ve hicran yüklü tekdüze bir yaşantının ağır basmasıydı. Koşuşturan zabıtalar, klakson sesleri, manav dükkanı timsali gelin adayları, çaycı çırakları, çivi dolu ağızları ile hokkabaz ayakkabı tamircileri, kıçlarını sallayarak vitrinleri silen tezgahtar bayanlar, ayakkabı boyacıları, ter kokuları, toz - duman, nasihat küpü amcalar, anne, baba, kardeş, akrabalar ve diğerleri yoktu. 

Pek çok şair: 

“Kapansın el kapıları,  

Bir daha açılmasın. 

Yok edin insanın insana kulluğunu…” 

diye isyan ettiyse de, galiba el kapılarının açıklığı, bizim kendi kapılarımızın ardındaki düzenin bozukluğundan mı kaynaklanıyor, ne? 

Geçen yıllar pek çok olumsuzluğu da beraberinde getirdi. Eylül ayının önce on iki, daha sonra on birli lanetli günleri. İnsanlığın gözleri önünde aleni bir şekilde katledilen savunmasız bir halk ve kanayan yara Halepçe. Ters yüz olan, cehenneme çevrilmiş bir dünya, üstüne kül serpiştirilmiş bir insanlık, yok olan dengeler, tüm evreni hakimiyeti altına alan bir güç ve artık yalnızca güç sahibinden yana akan sular. İnsani bulduğumuz için hayalimizde yerini koruyan sistem tuzla buz olurken, duvarlarla birlikte; bu hayallerimiz de büyük bir ölçüde hüsrana uğradı. Güzelim Karadeniz’in doğasının bağrında“yat aşağa” olan “Nataşa’lar, ” kamikaze saldırılarına uğrayan kulelerle birlikte, dünya insanlığının sürekli uğradığı yoğun baskıları ve gayri insani olan pek çok çirkefliği de beraberinde getirdi. Oynanan Ali Cengiz oyunları ve bu oyunların getirisi, insanı insanlığından utandırır hale getirip, karşımıza oldukça hazin bir tablo çıkardı. Anlaşılan ovada da olsan; yokuşlar bitmiyor, dolayısıyla tabanlara kuvvet, ha gayret tırmanmaya devam!... 

“İç Anadolu’daki Kum Kent’den öyküler” 

Aydın Yılmaz aydinhecibi@yahoo.com 

Amsterdam, 2 Aralık 2007 aydin1960@live.nl 

GICIRDAYAN EL KAPILARI 

Öğle sıcağı, babam önde, ben ardında, Ankara’nın meşhur Çıkrıkçılar Yokuşu’nu çıkıyoruz. Yorgun argın yürürken, etrafımızda oldukça renkli insan manzaralarına tanık oluyoruz. Kulaklarımıza seyyar satıcıların, dört bir yandan gelen çığırtıları doluşuyor. Gözlerimiz, avurtlarını Keskin’li zurnacılar gibi şişirip, düdüklerini öttürerek Allah Allah nidalarının eksikliği ile koşuşan mavi üniformalı zabıtaları ilgiyle takip ediyor. Çeyiz ve altın almak için kayınbaba ve kaynanalarının ardında tıngır mıngır yürüyen, bu arada sinsice “domuzlardan ne koparırsam o kardır” hesabını yapan, genç kızlıklarının baharındaki elma yanaklı, kiraz dudaklı, badem gözlü, manav dükkanı misali, çıt kırıldım gelin adayları da doğrusunu söylemek gerekirse, oluşturduğumuz manyetik alanın içinde yer alıp, dikkatlerimizi cezbediyorlar. Arabaların klakson sesleri ve alabildiğine yaşanan bir hengame. Ter kokuları, sinekler, toz ve duman. İtişip kakışmalar. “Boyansiii…” Diye bağırarak, gelip geçenlerin ayakkabılarını parlatmak için can atan ayakkabı boyacıları, pis koşullarda kokoreçle hizmet vermeye çalışan kokareçciler, ağzında bir tomar çivi (İnsanda çivileri aha yuttu yutacak hissini uyandıran.) ile tamir ettiği ayakkabının topuğuna özel çekici ile habire vuran telaşlı ayakkabı tamircisi, simitlerinin gevrekliğini cıyak cıyak duyuran simitçiler, çay sayısının altıya yükseldiğini ve bu yükselişteki katkılarının büyüklüğünün altını çizerek müjdeleyen; Amerikan traşlı küçük yaşlardaki çaycı çırakları, buyurun abla, abi buyrun, size yadımcı olalım demek için; karın tokluğuna çalıştığı dükkanın kapısının önünde akşama kadar heykel gibi dikilip, işverenlerine yaranmaya çalışan arabesk giyimli; bıyıkları yeni terleyen tezgahtarlar, çoğunlukla başı bağlı tezgahtar kızların; işler kesat olduğu için çalıştıkları dükkanların vitrin camlarını, kanlı bir cinayet resminin yer aldığı Günaydın Gazetesi ile büyük kıçlarını salla sallaya silmeleri de meraklı gözlerimizin görüş alanına giriyor. Tokyo Borsası’nın pabucunun; kırık kiremitli damlara atıldığı, kimin elinin kimin cebinde olduğu belirsizliğinin diz boyu yaşandığı, karmaşık bir can pazarı, arapsaçı bir curcuna. 

Hızlı adımlarla önde yürüyen babam her defasında olduğu gibi, Ankara’ya doğru yol alırken, komşu köyümüz Kesikköprü’nün sınırlarını geçer geçmez (yaz kış demeden kafasında taşıdığı), yazlık şapkasını çıkarıp, arka cebine koymuştu. Şapkasız (serqot) olarak, bir delikanlı gibi yürüyor ve sağlı sollu birbirlerine yaslanan, vitrinleri renga renk kumaşlar, doksan – altmış – doksan ölçülerinde olan, davetkar cansız mankenlerle dolu dükkanlara göz ucuyla bakmadan edemiyordu. Ben ardından kısa bacaklarımla ona yetişmeye çalışırken, kan ter içinde kalıyordum. Yapılacak bir şey yoktu, babamın peşinden gitmek zorundaydım. Hedef en ucuz bir takım ihtiyacın alınacağı bir dükkandı. Gerçi tüm dükkanlar en ucuz biziz diye bangır bangır bağırıyorlardı ama, babam en ucuz olan dükkanı çok daha iyi biliyordu. 

Yokuşu inip çıkanların tamamına yakını, çevre ilçe ve köylerden gelen köylülerdi. Geriye küçük bir grup kalıyordu ki, onlar da bu insanlara zaten yan gözlerle bakıyorlardı. Ortalık adeta insan kaynıyordu, “iğne atsan yere düşmez” deyimi tam anlamını burada buluyordu. Sanki tüm köylüler köylerini terk edip, Çıkrıkçılar Yokuşu’nda buluşmuşlardı. Doğrusu babam şapkasız haliyle; yığınlar halinde gidip gelen bu kalabalığın arasında, bir hayli modern gözüküyordu. Yoksul olan bu insanların üstleri başları şehre gelmiş olmalarına rağmen adeta dökülüyordu. Oldukça bakımsızdılar. Fakirliğin getirmiş olduğu yükün altında, onurları kırılacak kadar eziliyorlardı. Belki de bu ezikliklerinden dolayıdır, sanki kabuklarının içine daha çok çekilmiş gibiydiler. Elbiseleri ütüsüz, yer yer kirli ve yırtıktı. Gidişat istemlerinin dışında da olsa, var olagelen tüm olumsuzlukları, gün yüzü görmemiş olan sinelerine çekmiş gibiydiler. 

Bu sarp, alt yapısı çok bozuk olan yokuşu dağcılar gibi tırmanırken, Allah’tan ara sıra babam tesadüfen bir tanıdığına veya arkadaşına rast geliyor ve birbirlerinin hal ve hatırlarını sorarken ben de bir kıyıda biraz olsun soluklanıyordum. 

“Hayırdır Haydar, ne oldu, nereye böyle?” 

“Ne olsun be Hemo, hayırlısı ile bizim büyük oğlanı yurt dışına gönderiyoruz da. Belki gider oralarda hayatını kurtarır. Onun için kendisine bir valiz falan alalım dedik.” 

“Yiğen yolculuk nereye?” 

“Eee yolculuk… Hollanda’ya Amca.” 

“İyi iyi… Zaten buralarda hayat kalmadı. Anarşi aldı başını, gidiyor. Her gün on beş yirmi kişi kim vurduya gidiyor. Aha, hep bu gençlerin yüzünden. Bu cennet vatanı bu hale getirdiler. Bunlardan bir iki tanesini şu Hergele Meydanı’nda sallandırmalı ki, onlara bu ibret olsun. Gör bakalım o zaman anarşi neym oluyor mu, olmuyor mu? Yoksa bunların dölek duracağı yok. İlle de memlekete komünizmi getireceğiz diyorlar. Biraz daha sahip çıkmazsak; din ve namus elden gidecek. Komonistsen get kardaşım, get Moskovana, get Kızıl Meydanına, burda işin ne? Öyle değil mi? Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın ne alemi var? Zannedersem böyle devam ederse, yakında askeriye inkilap yapar. Askerler başa gelir, gereği neyse onu yaparlar. Hiç degilse memleket bu anarşi belasından kurtulur. Ha… Bana bak yiğenim; sen olaylara neym karışmadın değil mi? Sakın ha… O zaman seninle külahları değiştiririz. Bak babanı çok severim. Sen de onun gibi efendi ol. Ona layık bir evlat olmaya çalış. Gittiğin yerde de dinini, kültürünü, örf ve adetlerimizi sakın unutma. Kerata, bu arada soruma hala cevap vermedin. Söyle bakalım, karışmadın değil mi?...” 

“Bennn… yok Amca karışmadım.” 

“İyi yiğenim aferinnnn…. Allah yolunu açık etsin.” 

“Sağol Amca…” 

Bu standart konuşmalarda; babam hep susmayı tercih eder, benimle ve “nasihat küpü hararetli amcalarla” olan, bu kabak tadındaki diyaloğumuz da, böyle devam edip giderdi. Benim çok ılımlı olan yanıtımdan sonra, ayak üstü yapılan bu sohbet, ödül mahiyetindeki uzun çekimli bir“aferinnnn…” ile son bulurdu. Hemen ardından babamın; 

“Gördün mü, senin de aklını başına toplayıp, adam olman gerekir.” diyen bakışları yere eğik olan, nasihatlardan bezgin yüzümde dolanırdı. 

Tek bir çıkrıkçının bulunmadığı Çıkrıkçılar Yokuşu bitmek bilmiyordu. En nihayetinde babamın önceden gözüne kestirdiği, pervazı sarıya boyalı, eğri büğrü kapısı sonuna kadar açık olan, bir dükkana girdik. Tombul ve çopur yüzlü, pos bıyıklarında ekmek kırıntıları olan, dükkan sahibi ile uzun uzadıya yapılan pazarlığın ardından, orta boy mavi bir valiz aldık. Valiz hazır olduğuna göre, ufukta çoktan yerini alan, uzun yolculuğun hazırlıklarına da başlayabilirdik. 

Babam o zamanlar kırk yedi yaşındaydı. Ve sıra bana geldi, derken ben de şimdi kırk yedi yaşındayım. İnsanın kendi evladını; hiç bilmediği, görmediği, nasıl olduğunu tasavvur bile edemediği bir diyara göndermesi, ne kadar zor bir durumdu. Ama şartlar ne yazık ki, onu gerektiriyordu. Benim annem ve babam gibi binlerce insan bağırlarına taş basıp, bu olumsuz oluşumu kabullenmek zorunda kalıyorlardı. 

Mavi valiz bir kaç elbise ve gerekli eşya ile doldurulduktan sonra, ayrılık vakti gelip, kapıya dayanmıştı. Annem, kardeşlerim ve akrabalarımızla tarifi mümkün olmayan, hüzünlü bir ayrılık yaşandı. Dolayısı ile çok etkilenmiştim. Sanki bir şeyler gelip, boğazımda boğumlar halinde düğümlenmişti. 

Vedalaşma bütün aile ile olduğu halde, babamla olmadı. Bu seyahat için baba oğul İstanbul’a birlikte gidecek ve ordan yola çıkacaktım. Beşevler Semti’indeki Yeni Garajlardan gece bindiğimiz otobüs, bizi sabah şafak (yelpazesindeki tüm renklerinin cümbüşü ile) sökerken İstanbul’a getirdi. Dünya şehri İstanbul başka bir karmaşa, büyüleyici bir alem, güzellik ve toz pembe allı pullu bir rüyaydı. Herkesi Eminönü Semtine götürmek isteyen “deynekçilerin”çığırtkanlığı, dans ederek uçuşan sayısız martı, böğüren feribotlar, insafsız oltaların uçlarında can havliyle horon tepen sardunyalar, çupralar ve levrekler. İnsanların ellerine, başlarına konan korkusuz ak güvercinler. Hayret edilecek sayıda, bin bir işlemeli, birbirinden alımlı gökleri delen minareler ve de İstanbul’un tüm güzellikleri ile mistik atmosferi. 

Öğleden sonra saat dört sularında bir takım işlerimizi hallettikten sonra geldiğimiz Haydar Paşa Garı da ihtişamı ile başımızı döndürmeye yetti. Babamla bu garda vedalaşacaktık. Beklenen an olan trenin hareket saati gelmişti. Mavi valizimi elime alıp, göz yaşlarına boğularak trene bindim. Oturduğum yerden babama el sallarken, ilk kez yüreğimi dağlayan, babamın gözlerindeki yaşlara tanık olurken, tren koskoca Haydar Paşa Garı’nda babam Haydar’ı yapayalnız bırakıp, harekete geçti. 

Bir kaç saat sonra tren dışarıda hafifce çiseleyen yağmurla ıslana ıslana, zümrüt yeşili ormanlardan geçerek Bulgaristan sınır kapısına yaklaştı. Aceleyle meşhur mavi valizimden kravatımı çıkarıp, kompartımanda bulunan diğer yolcuların tebessümlü bakışlarını üzerimde hissederek, boynuma taktım. Yurt dışına öğrenci olarak gidiyordum, kontroller çok sıkı olduğundan, biraz öğrenci giyimli olmam gerekiyordu. 

Bulgaristan sınırını geçerken yüreğimin daha hızlı çarptığını hissettim. Az sonra ilk defa sosyalist bir ülkeyi, trenin penceresinden de olsa görecektim. Uzun süre hiç bir yerleşim yerinden geçmedik. Bu boş alanlar Türkiye’yi çok andırıyordu. Tarlaların içine dahi devasa orak ve çekiç abideleri yapmışlardı. Bu orak çekiçlerin gölgesinde mavi önlük giymiş olan emekçi kadınlar ve erkekler durmadan çalışıyorlardı. Bu o zamanlar benim için bir gurur tablosuydu. Yaklaşık iki saat kadar sonra, çok merak ettiğim Sofya şehrine geldik. İnsanlar bizdeki gibi telaş içinde koşuşturup duruyorlardı. Sofya Garı beyaz mermerlerle yapılmış, ihtişamlı mimari bir yapı olarak gözleri kamaştırıyordu. Gardan bulunduğumuz trene bir çok Bulgar kökenli yolcu bindi. Onlarla konuşabilmek, sosyalizmi bir de onların ağzından dinlemeye can atıyordum. Ancak dil büyük bir sorundu. Trenin koridorunda dolanırken, kafası şapkalı bir Bulgar Türk’nün birilerine Türkçe bir şeyler anlattığını duyunca, ben de kulak misafiri olmak üzere yanlarına yanaştım. Adam kendisinin burada cami imamı olduğunu, ibadetlerini gönüllerince yerine getirdiklerini, herkesin ev ve iş sahibi olduğunu, halkın hayatından hiç de şikayet etmediğini anlatıyordu. Bu duyduklarım beni oldukça rahatlatıp, yüreğime adeta su serpti. Demek ki teori ile pratiğin gidişatı birbirine paraleldi. Bir cami imamı dahi bu sistemden bu denli memnun olduğuna göre, bizim işler yolunda gidiyordu ve o halde hayal etmeye devam edebilirdik. 

Benzeri durumları yol boyu Tito’nun ülkesi Yugostlavya’da da yaşadık. Orada da manzara farklı değildi. Yine dev büyüklükte orak çekiçlerin gölgesinde, harıl harıl çalışan emekçiler; durmaksızın üretim halindeydiler. İnsanlar pek de mutsuz gözükmüyorlardı ve ülkelerinin alt yapıları görünümde mükemmeldi. 

Zaman renga renk lalelerin, dünya çapında ressamların, yel değirmenlerinin, korsanların, binlerce su kanalının, eski hoşgörüsünden eser kalmayan, dünyanın en eski sömürgeci halkının bulunduğu bu diyarda, ne kadar da ışık hızıyla geçti. Geçen her günün bir getirisi olurken, pek çok erozyonu da olmadı değil. Hollanda’ya yerleşeyim, dil öğreneyim, buraya özgü güçlükler falan derken, ömrümüzün büyük bir bölümünü bu el kapıları gözümüzün yaşına bakmadan alıp, götürdü. Güçlükler tek dağın olmadığı Hollanda’da yüksek dağları oluşturdu. Kazanımların en büyüğü de elbette burada edinilen, tek tük de olsa sarsılmaz kaleler gibi olan dostluklar, arkadaşlıklardı. Kötü sayılmayacak, zaten var olan ruhi şekillenmeye olan yeni erişimler, katılımlar ve oluşumlar, insan olarak daha iyiye ve güzele ulaşmak gayesi ile verilen amansız mücadele de, manevi anlamda büyük bir kazanım, büyük bir köşe taşı niteliğindeydi. Aman Allah’ım, dünya tatlısı iki oğul, gözlerim kendilerine iliştiğinde aklımın başımı terk ettiği, yüreğimin yağlarını eriten, yorgunluğumu sıfırlayan, canımdan da öte canlar, duygulu, sevecen, abartısız yakışıklı mı yakışıklı, kirpi yavrusu olmayan ve gerçekten pamuk gibi iki güzel insan, yani dünyanın en büyük zenginliği, birbirinden sevimli iki sadık yavrucak. 

Yıllarımı verdiğim bu el kapıları, diğer taraftan da bana hep gıcırtılı geldi. Dünyanın en büyük ovalarından biri olan Hollanda’da on metrelik bir yükseltinin dahi garipsendiği bu ülkede de, Ankara’nın Çıkrıkçılar Yokuşu’nu tırmanır gibi her daim tırmandık. Zaman zaman inişe geçtiğimiz de oldu ama, tepeden aşağıya ön ayakları kısa olan tavşanlar gibi her defasında yuvarlandık. Kısmetimize hep yukarı doğru tırmanmanın güçlüğü düştü. Buradaki yokuşun bizdekilerden farklılığı; fazla bir bağırtı ve çığırtının olmayışı, onun yerine: Alabildiğine bir ruhsuzluk, ne idüğü belirsiz değer yargıları, ölçütü kaçık normlar, utanç verici ırkçılık, yaşanan eziklikler, modern kölelikler, pes ettiren kültürel farklılıklar, hüzün, gam, keder, sıla özlemi, yanlızlık, iki kültür arasında bocalama, her yerde bir yabancı kimliği ve hicran yüklü tekdüze bir yaşantının ağır basmasıydı. Koşuşturan zabıtalar, klakson sesleri, manav dükkanı timsali gelin adayları, çaycı çırakları, çivi dolu ağızları ile hokkabaz ayakkabı tamircileri, kıçlarını sallayarak vitrinleri silen tezgahtar bayanlar, ayakkabı boyacıları, ter kokuları, toz - duman, nasihat küpü amcalar, anne, baba, kardeş, akrabalar ve diğerleri yoktu. 

Pek çok şair: 

“Kapansın el kapıları,  

Bir daha açılmasın. 

Yok edin insanın insana kulluğunu…”diye isyan ettiyse de, galiba el kapılarının açıklığı, bizim kendi kapılarımızın ardındaki düzenin bozukluğundan mı kaynaklanıyor, ne? 

Geçen yıllar pek çok olumsuzluğu da beraberinde getirdi. Eylül ayının önce on iki, daha sonra on birli lanetli günleri. İnsanlığın gözleri önünde aleni bir şekilde katledilen savunmasız bir halk ve kanayan yara Halepce. Ters yüz olan, cehenneme çevrilmiş bir dünya, üstüne kül serpiştirilmiş bir insanlık, yok olan dengeler, tüm evreni hakimiyeti altına alan bir güç ve artık yalnızca güç sahibinden yana akan sular. İnsani bulduğumuz için hayalimizde yerini koruyan sistem tuzla buz olurken, duvarlarla birlikte; bu hayallerimiz de büyük bir ölçüde hüsrana uğradı. Güzelim Karadeniz’in doğasının bağrında“yat aşağa” olan “Nataşa’lar, ” kamikaze saldırılarına uğrayan kulelerle birlikte, dünya insanlığının sürekli uğradığı yoğun baskıları ve gayri insani olan pek çok çirkefliği de beraberinde getirdi. Oynanan Ali Cengiz oyunları ve bu oyunların getirisi, insanı insanlığından utandırır hale getirip, karşımıza oldukça hazin bir tablo çıkardı. Anlaşılan ovada da olsan; yokuşlar bitmiyor, dolayısıyla tabanlara kuvvet, ha gayret tırmanmaya devam!... 

“İç Anadolu’daki Kum Kent’den öyküler” 

 

Aydın Yılmaz aydinhecibi@yahoo.com 

Amsterdam, 2 Aralık 2007 aydin1960@live.nl 

 

 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..